Esselâmü aleyküm.

Sizi birkaç dakika önce de aramıştım ama telefonda başka birileri konuşuyordu; çok tuhaf, çok acayib… 

Neyse, boşverin.

Nasılsınız?

(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)

Bugün daha iyiyim. Dinlendim çünkü biraz. 

Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?

(Av. Yılmaz, kendisinin çok iyi olduğunu; herhangi bir problem bulunmadığını söylüyor.)

İstanbul’da mı peki?

(Av. Yılmaz, Carlos’u doğruluyor.)

Mahkemesi yakın mı? Tarih belli oldu mu?

(Av. Yılmaz, “gelecek hafta” bir duruşmaya gireceğini söylüyor.)

Tamamdır. İnşallah aklanır ve bu berbat durum da sona erer artık.

(Av. Yılmaz da “inşallah” şeklinde mukabele ediyor.)

Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?

(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)

Bu hafta Fransa’da yaşanan bir hâdise hakkında konuşmak istiyorum o hâlde.

Genç bir Fransız vatandaşı [Flavien Moreau], gidip Suriye’de savaştığı için yedi yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Hâlbuki, Fransa’dan kanunî yollarla çıkmış, bilmiyorum ama muhtemelen kaçak olarak Türkiye sınırından Suriye’ye geçmiş, nihâyet yine normal biçimde Fransa’ya dönmüştü.

Ne var ki, döner dönmez kendisini tutukladılar ve hapse attılar. Sonra da yedi yıllık bir hapis cezasına çarptırdılar.

Suriye meselesi ve Fransız hükümetinin bu çerçevedeki pozisyonu hakkında daha önce de birçok defa konuştum. Fransa’yı idare eden insanlar aptal değil elbette. Devlet başkanı falan için konuşursak; Fransa’nın “entellektüel elit”ine, entellektüel seçkin sınıfına mensub insanlar bunlar. İdeolojik ve politik çerçevede kendilerine katılmıyorum, hattâ politik anlamda ciddi çatışmalar var aramızda, biz bu bakımdan farklıyız onlardan, ancak “aptal” da değil bu adamlar.

Böyle olunca, bu kadar “aptalca” şeyleri niçin yaptıklarını merak ediyorum. “Adalet mekanizması”nı kasdetmiyorum burada; zaten Fransa’da “adalet” diye bir şey yok. Sadece “politik” anlamda ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışıyorum.

Suriye’yi bombalamak ve Suriye devlet başkanını öldürmek isteyenler de yine bunlar.

(Carlos, Suriye’de yaşadığı dönemden tanıdığı ve o zaman daha çok genç olan Beşşar Esad’a saygı duymakla beraber, Suriye rejiminin artık değişmesi ve tüm azınlıkların da haklarını teslim edici “demokratik” bir nitelik kazanması gerektiğini, aslında bunun çok uzun bir zaman önce yapılması gerektiğini söylüyor; bu çerçevede daha önce BARAN için yaptığı değerlendirmeleri özetliyor.)

Sadece Suriye’deki mevcut rejimin değil, Arab dünyasındaki “yabancıların ajanı olmayan” tüm bağımsız rejimlerin işini bitirmek istiyorlar. Daha önce de birçok kez dile getirdiğim gibi, bunlardan yalnızca iki tane kaldı artık: Suriye ve Cezayir.

Buna rağmen, Suriye’de epey bir yozlaşma ve yolsuzluk olduğunu çok iyi biliyoruz. Cezayir’de ise, yalnızca yolsuzluk ve yozlaşma yok, ülke bağımsızlığını kazandığından bu yana, iktidarın yerleşik belli unsurlarında “yabancıların ajanları” da var. Dönem dönem bazen şununla bazen bununla “ilişki” kuran ve “devrimci” olmayan bu iktidar unsurlarına rağmen, devlet başkanı Buteflika’nın başında olduğu bu rejim “ajan” bir rejim, hükümet de “ajan” bir hükümet değildir.

Aynı şekilde Suriye de, rejimine ve hükümetine yönelik bir sürü eleştirimiz mümkün olmasına rağmen, yine “ajan” bir rejim değildir.

Bu vesileyle söylemek istediğim şey şudur:

Suriye’ye savaşmaya giden insanlar, oraya para kazanmak için gitmiyorlar. Paralı asker değil onlar. Bazen “haberler”de karşımıza çıkartıldığı gibi, kadınlara tecavüz etmeye ve insanların mallarını gasbetmeye falan da gitmiyorlar. Oraya gitmelerinin tek sebebi –bence yanlış bir fikir ancak-, oradaki Alevî ağırlıklı rejime karşı savaşmak. 

Bu yanlış bir fikirdir demem şunun için: Gerçek İslâm düşmanlarına karşı, -müslüman olsun veya olmasınlar- tüm dünya halklarının da gerçek düşmanı olanlara karşı savaşmıyorlar. Sözünü ettiğim bu “gerçek düşman”, Suriye’deki mevcut Alevî ağırlıklı rejim değil ki!

Müslümanlara zulmetmiyordu ki Suriye rejimi. Evet, geçmişte Müslüman Kardeşler teşkilâtı rejime karşı berbat bazı terörist saldırılar gerçekleştirmiş ama rejimle giriştikleri bu savaşı kaybetmişlerdi. Ben de şâhid olmuştum tüm o dönemde olanlara. 

Ne var ki, o günden bugüne devam edegeldi bu problem. Şimdiyse, Amerikalılar ile birlikte, içinde bütün NATO ülkelerinin de bulunduğu ajanları, bölgeye karşı bir saldırı yürütüyor.

Gerçi “bütün NATO ülkeleri” derken şunu da belirtmek gerekiyor: Amerikalıların emirlerine az çok direnen tek NATO ülkesi olarak Türkiye görünüyor şu ân. Bu da, Sayın Erdoğan ile çalışma arkadaşlarının şeref ve fazilet hânesine yazılması gereken bir hâdise.

Başa dönersek; Suriye’de savaşan o genç adam Fransa’ya döndü ve hapse atıldı demiştik.

Fransa’nın tavrını anlamak için kendimi onların yerine koyuyor ve şöyle düşünüyorum: Fransa’da iktidardayım, bir İslâm düşmanıyım, o bölgedeki müslümanların işini bitirmek ve geride sadece Batı ajanı “müslüman” hükümetler bırakmak istiyorum!

Bu arada, tarihteki ajanların durumlarının tamamen tersine olarak, yâni Batılı efendilerinden aldıkları parayla yaşamak yerine, şimdiki ajanlar [Carlos, petrol zengini Arab rejimlerini kastediyor] kendilerini iktidarda tutsunlar diye Batılı efendilerine para yediriyor. (Carlos gülüyor.)

İşte siyonist İsrail devletine karşı olan, üstelik bölgede kalmış son bağımsız “ön cebhe” devleti olan Suriye’nin “işini bitirmek” üzere gidenler arasında o genç de vardı ve şimdi cezalandırıldı.

Peki niye?

Çünkü Suriye’ye savaşmaya gidip dönen bu gençler, potansiyel olarak tehlikeli görülüyor da ondan. Bu gençler, “cihad”a inanıyor; nefse karşı verilen o manevî büyük cihadla beraber, belli topraklar üzerinde âdil ve şerefli bir İslâm idaresi kurmak için tüm dünyada “elde silâh” savaşmaya da inanıyorlar çünkü.

Öbür türlü; Fransa’nın da düşman olarak gördüğü Suriye rejimine karşı savaşıp dönmüş bu gençler için Fransızların yapabileceği en iyi şey, -mantıken-, onlar farkında bile olmadan ajanları vasıtasıyla onları manipüle etmek; birer kahraman gibi karşılayıp basında kendilerine yer vermek –Suriye’ye gidip savaşmanın şakası yoktur; hayatlarını tehlikeye atıyor bu gençler-; onları sorgulayıp bırakmak ama bu arada olan bitenle ilgili istihbarat devşirmek; sonuç olarak, bu yaptıklarından dolayı onların şevkini kırmak değil, teşvik etmek olabilirdi. Yapabilecekleri en mantıklı iş bu iken, işte bu “korku”larından dolayı hapse atıp cezalandırıyorlar bu gençleri.

Fakat bu da işe yaramayacaktır ve bu cezalar onları vazgeçirmek yerine daha da radikalleştirecek; aralarından çöküp ajanlaşabilecek üçbeşi dışında, kalanları devam edecek ve cezalarını yatıp “intikam fikri”yle hapisten çıkacaklardır. Üstelik buna “intikam” değil, saçmasapan gerekçelerle, hem de Fransız hükümetinin düşman gördüğü bir rejimle savaştıkları için kendilerinin hapse atılmasına nazaran, “adalet” demek lâzım. 

Suriye’ye gitmeleri için kimse kendilerine para vermemiş, kendi ceplerinden ödedikleri parayla bilet alıp gitmişlerdir bu gençler. Suriye’deki ihtiyaçlarını karşılamak üzere zengin Arab ülkelerinden finansörler orada kendilerine yardım etmiş olabilir ama mesele bu değildir. Çünkü oraya para kazanmaya değil, bence yanlış da olsa, bir fikir için gitmişlerdir. Oysa “Doğuda” değil, “Batıda” savaşmalıydılar.

Evet, Fransızların “korku”sudur onları bu gençlere böylesine ağır ceza vermeye sevkeden. Bu “korku” olmasaydı, zaten işledikleri –Fransız kanunlarını ilgilendiren- hiçbir ciddi suç olmayan bu gençlere kısa bazı cezalar da verebilirlerdi. Fransa’nın görünüşte bu kadar absürd, bu kadar saçma, bu kadar aptalca, ama aslında böyle olmayan sert tutumunun gerçek sebebi bence budur, bu korkudur.

Şayet görünüşte mantıklı olan yolu seçip de bu gençlerin konuşmasına izin verselerdi, -her yerde çıkabilecek istisnâları dışında- gerçekten iyi insanlar olan bu gençlerin söyleyecekleri diğerlerini de etkileyecek ve sadece hıristiyan Fransızların değil, bazı yahudi Fransızların bile İslâma geçişlerini teşvik edecekti. İşte bundan, “cihad”ın buraya, Fransa’ya gelmesinden korktular. Kasdettiğim şey, şiddet kullanarak yapılan “küçük cihad” değildir sadece, asıl o “büyük cihad”ın, bugün tüm dünyadaki savaşını kazanan o büyük manevî savaşın Fransa’da da zafer kazanmasından korktular.

Zaten kendilerine saygı duyduğum ve hayran olduğum Türkiye’deki İBDA bağlısı kardeşlerim de, diğerlerinden bile önce o Gülencilere karşı mücadele etmediler mi? O Gülenciler ki, siyonistlerin ve emperyalistlerin destekleyip teşvik ettiği; birçok müslüman Türkün iyi niyetini, inancını ve masumiyetini istismar eden; bizim de bir parçası olduğumuz “küçük cihad”ın, o dünya çapındaki büyük manevî cihad çerçevesinde, tüm insanlığın düşmanı olanlara karşı harekete geçmesini engellemeye çalışan bir organizasyon değil miydi? 

Evet, Suriye’den gelen bir genci hapse atıp bu kadar ağır cezalandırmak gibi “mantıksız” bir işe girişmelerinin hakiki sebebi işte bu.

Tamam, bu gençlerin silâha sarılıp kendilerine, güya “demokratik” ama çarpık seçim sistemlerinden dolayı aslında böyle olmayan Batılı ülkelerin yozlaşmış sistemlerine karşı savaşmasını da böylesi cezalar yağdırarak engelleyebileceklerini düşünüyor, bunun  korkusunu da yaşıyorlar.

Fakat asıl korkuları, İslâmın iyiliğinin herkesçe görünmesi; bu manevî cihadın kazanması ve İslâm’daki saygının, dürüstlüğün, herkesin kendi ödeyebileceği kadar bir oranda zekat vererek sosyal sorumlulukları savunuşunun, komşusuyla örnek dayanışmasının, işte bunlar gibi seçkin İslâmî vasıfların bilinmesidir. Böyle bir barışçı, şiddetsiz, insancıl, örnek “cihad”, kendi sistemleri için karmaşa ve felaket doğurucu olacaktır çünkü.

İslâm inancının ideolojik bakımdan insancıl ve dindar bir örnek olarak bu şekilde ortaya konulması, sadece şahısları bakımından değil, kendi gelecekleri, kendi öz çocukları ve torunları bakımından da onları korkutuyor. Biliyorlar ki, böyle olursa kendi çocukları da doğru safa, İslâm safına, “büyük cihad” safına geçecektir.

Ben “Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedun Rasûlullah” müslümanım, ama “örnek” bir müslüman değilim. Müslüman olmayan belli bir ülke ve toplumdan ve belli bir siyasî gelenekten geliyorum. Ancak benim gibi bir adamın bile, birisini kaçırmak üzere genç yaşında ilk kez eline silâh aldığında kaçırdığı kişi, hem de katolik bir ülkede, bir papaz ise, üstelik ben bile bir müslüman, bir mü’min olabiliyorsam, gerisini siz hayâl edin.

Diyeceğim o ki; Suriye’ye savaşmaya giden ve bunun için hayatlarını ortaya koyan o kahraman erkekler, kadınlar, hattâ çocuklar, hem de her ideolojiden ve dinden İslâma dönen bu insanlar böyle “cihadçı” olabiliyorlarsa, o hâlde biz bu savaşı kazanıyoruz demektir. “Biz” derken, sadece biz müslümanlar değil, dünyanın –dini güya şu veya bu olan- yozlaşmış “seçkinler”i tarafından sömürülen ve zulmedilen tüm dürüst insanları olarak kazanıyoruz demektir.

Öyleyse istikbâl, dünya çoğunluğunu kasden söylüyorum, “bizim”dir!

Allahü Ekber.

Baran Dergisi 410. Sayısı