Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber “İslâmcı” yayın organlarında bir artış gerçekleşti. Bu artış aynı zamanda “İslâmcı” aydınların da kendilerini ifâde edebilmeleri adına mecralarının genişlemesinin ve yaygınlaşmasının vesilesi oldu. Esasında böyle imkânlar varken cemiyete sirayet edici değişimlerin neticelerinin geçen bunca zaman zarfında gözlemlenmesi gerekirdi, fakat böyle bir aksülameli henüz görebilmiş değiliz. 

Bu durumun birçok sebebi var muhakkak ve bu sebeblerden bazılarından bahsedeceğiz. Peşinen söylemekte fayda var, bu sebeblerden en önemlisi olarak, “İslâmcı” aydının umumiyetle "bütün fikir"in gerekliliği, hususen de "bütün fikir"in çağımızda en kapsamlı bir şekilde tecessüm etmiş hali olan BD-İBDA külliyâtı ve fikriyâtı karşısında oynadığı deve kuşu rolünü görüyoruz. Aşağıda sınıflar hâlinde inceleyeceğimiz üzere bu vaziyetin sebebleri muhteliftir; kimi mezheben, kimi meşreben, kimi de kafası almadığından bu "bütün fikrin gerekliliği" hususuna lakayt kalmaktadır. Ama "iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır" derler, güzel de derler. Bu lakaytlık kabahatindeki en büyük hisse bize, yani kendisini "İbdacı" kabul edenlere  düşmektedir: "İslâm'a muhatap anlayışa muhatap" kişiler olarak iş ve eserimizle, çaba ve cehdimizle kendimizi ifade edemedik, cemiyete intikal yollarını yeterince açamadık. 

Geçen seneler boyunca yapılan yayınlara ve bugüne bakacak olursak, “İslâmcı” aydınların geldiği noktayı, “yeni bir şeylere ihtiyacımız var” şeklinde değerlendirebiliriz. Evet, on küsûr sene sonra aydın geçinen bu kalemler, ancak, bir şeylerin yolunda gitmediği ve başka bir şeylere ihtiyaç olduğunu idrak edebildiler. Üstad Necib Fazıl’ın Büyük Doğu külliyâtını defaatle hatmeden, İBDA külliyatını okuyan, yine İBDA çizgisinde "yürüyen Büyük Doğu"yu hayranlık ve kıskançlık duyguları arasında imrenerek takib eden bu aydınlar, kurtuluş reçetesiyle, on defa, yüz defa, bin defa yüzleşmiş olmalarına rağmen neden “aydın” olmanın sorumluluğunu yerine getirmiyorlar? Evvelâ neden böyle olduğunu anlamaya çalışalım. Öyle ya, maksat üzüm yemek…
 

İslâmcı Yayın Organları

Hürriyet Gazetesi’nin Eski Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, 3 Nisan 2014 tarihli “Seçim Moralimi Yükseltti” başlıklı yazısında “İslâmcı” medyaya, “İslâmcı” aydınların yayın organlarına yönelik şu sözleriyle başlayalım:

- “Ak Parti seçimden zaferle çıktığını iddia ediyor, ama onu destekleyen medya tirajda hezimete uğramış durumda. 
Hürriyet’e bakıyorum… Seçim sırasında günlük net satışı 450 bini geçmiş…
İnternet sitesine her gün 2,5 milyon ayrı kişi girmiş.”
-“ Niye acaba? 

Cevabını söyleyeyim mi…
Ne tiraj, ne kârlılık, hiçbir başarı kriteri olmayan iktidar bülteni gibi gazeteler çıkarırsanız, gazetecilik yapmayı bilmezseniz böyle olur. “
Ertuğrul Özkök’ün yazısına taşıdığı tesbitine getirdiği yorum ise kimi bakımlardan haklılık arz etse de problem çok daha derinlerde bir yerlerde…
90 senedir, Hürriyet’in yayın yaptığı çizgide buluşturulmak üzere devlet tarafından cebren biçimlendirilen anlayış… Tamam, doğru… İşin bu tarafı yalnızca bahane aramak olur. Bahane arayanlar için dilerlerse bu bahaneyi daha da süsleyebiliriz. Biz bahane aramadığımıza göre, hâlâ “neden” böyle olduğuna bir bakalım.

Hürriyet ve aynı çizgideki gazeteler köşe yazılarından, yazarlarından tutun da muhtevasındaki haberlere, haberler için seçilen resimlere kadar popüler kültürü yaşayan ve yaşatan yayın organlarıdır. Buraya dikkat!.. Hem yayın yaptığı çizgide yaşıyor, hem de bu çizgiyi yaşatıyor.

 “İslâmcı” yayın organlarından başlayalım; kahir ekseriyetle yukarıda Ertuğrul Özkök’ün de belirttiği minvalde yola çıkan, daha sonra da kendisine keskin bir itaat kültürü benimsetilerek dar bir çerçeveye mahkûm edilen, hükümetin icraatlarına ve icraatsızlığına yönelik geliştireceği tenkit kültürüyle ufuk açıcı olması gerektiği yerde, dalkavukluk eden, yanlışa yanlış doğruya doğru diyemeyen ve takibçileri tarafından bile güvenilir olduğuna inanılmayan yayın organları hâline gelmiştir. Tarifimizden de anlaşılacağı üzere donukluğu ve muhafazakârlığı nisbetinde “aydın” yetişmesine mâni bütün şartlar, bir arada…

Demokrasiyle yönetilen bir ülkede, iktidara oynayan siyasî partinin kendisine yakın yayın organları olması son derece tabiî, burada bir sıkıntı yok. Buradaki temel sıkıntı, sıkıştığı zamanlarda “İslâmcı”lık iddiasındaki bir partinin, kendisine yakın yayın organlarını, tıpkı kartel medyasına benzer şekilde biçimlendirmesi ve gerek iktidar gerekse millet için ufuk açıcı olması gerektiği yerde, sığ ve avukatlık bürosu kıvamında yayın çizgisidir.

Diğer bir taraftan da yazarı, haberi ve programıyla, ya yaşamadığı hayattan bahseden, ya da yaşanması gereken hayattan habersiz yapılan yayınlar.

İslâmcı Aydın

Bahsettiğimiz medya organlarında istihdam edilen veya edilmeyen “İslâmcı” aydınlara dönecek olursak, haksızlık etmemek adına onları çeşitli sınıflar hâlinde değerlendirmemiz daha sağlıklı olacaktır. 
Birinci sınıf, kendi kıt anlayışı içerisinde İslâm’ı ve Müslümanları mahkûm etmek isteyen nasibsiz tip… Dini kendi anlayışına göre değiştirmeye ve zamanın şartlarına dini tatbik edeceği yerde zamanın şartlarını dine tatbik etmeye kalkan, pısırık, korkak, hiçbir mevzunun derinliğine sarkmamış, hayatı boyunca yazdıkları incir çekirdeğini doldurmayacak, kimisi Kemalist devlet tarafından, kimisiyse uluslararası şebekeler tarafından “Müslümanları iğdiş ediyor” diye sevilerek gündemde tutulanlar. Bu tip, Büyük Doğu-İBDA’ya ve mimarlarına bizzat düşman kadro…
İkinci sınıf, İslâm’ı sathî bakımdan anlayan ve anlatan, imanın temelinde olan “ihlas”, “samimiyet”, “aşk”, “muhabbet” gibi mücerred mefhumlara yabancı, hatta reddedici, inceliklerden kaynaklı ihtilâflardan doğan rahmetten hissesiz, haddini bilmeyen, büyükleri reddeden, kuru akılcı tip… Bu sınıftakiler mezhebleri ve tasavvufu reddederler. Kuru akılcıdırlar. Bu işin “ne akılla ne de akılsız” olmayacağını ihtar eden veli sözünden hisseleri yoktur…  İhlâs başta olmak üzere, insanı insan yapan unsurların müşahhas ve mücerret bütünü üzerinden bir dünya görüşü örgüleştiren Büyük Doğu-İBDA fikriyâtı, kuru akılcı bu zümre için de yabancıdır. Söylemde en hızlı “İslâmcı” olan bu kadro, akıl zaviyesinden idrak ettiğinden ibaret bir din anlayışıyla, İBDA fikriyâtı karşısında sessiz kalır ve çevresini de sessizleştirir.  

Üçüncü sınıf, İslâm dâvâsına yakın fakat kibri ve kıskançlığından ötürü hakikate kıyıcı sınıftır. Büyük Doğu-İBDA fikriyatının yapmış olduğu muhasebeyi, çözüm getirdiği meseleleri sanki kendi malıymış gibi kullanır ve Büyük Doğu-İBDA kendisine sorulduğunda ağzını yüzünü ekşitir, konuşsa keleşliği ortaya çıkacağı için susar, bazen de “sever”miş gibi yapar... Aslında bu tip, diğer tipler içerisinde en itici olanıdır. Bütün bir şekilde örgüleştirilmiş olan dünya görüşünü parçalara ayırarak dağıtır, kendisine ait olmayan mânânın malikiymiş gibi salınır. Bu sınıfı tanımak için yazılarına bakmak yeterlidir. Büyük Doğu – İBDA külliyâtında çözüme kavuşturulmuş olan meseleleri alır, kendisi sanki yeni bir şey bulmuş gibi tek tek “bak şu lâzım”, “bak bu lâzım” diye satar ve nefsi yüzünden de asla gerçek kaynağa işaret etmez, çözüm çilesine talib olmaz, meseleleri geleceğe havale eder.

Dördüncü sınıf, İslâm dâvâsının içinde yetişmiş, birçok mesele hakkında parça parça malûmat sahibi olmuş ama meseleleri sistemli bir şekilde çözüme kavuşturacak dünya görüşüyle henüz tanışmamış olanlardır. Bu durum, bugün medyada takib ettiğimiz genç yazar ve programcılardaki hâkim renktir. Birçok husus hakkında malumat sahibidirler, fakat iş bütünleştirmeye, bütün bu malumatın toplamının ne işe yaradığına ve “nasıl” sualine gelince, sınıfta kalırlar. Dimağlarındaki açlık arzusu sahteliklerle tatmin olmadan evvel, inşallah Büyük Doğu İBDA fikriyatıyla yakın zamanda tanışırlar. 

Beşinci bir sınıf var ki, belki yine dördüncü sınıfın altında değerlendirilebilecek olan bir alt-sınıf  şeklinde görülebilir: Bunlar da "nev zuhur" Büyük Doğu'cular, İbda'dan arındırılmış bir Büyük Doğu'nun olabileceğini sanan kişi ve gruplar. Bu eşhas her şeyden önce BD'yi ve Necip Fazıl'ı anlamamış, eserlerinde "uygulamasını" çerçevelediği dünya görüşü fikrî planda gerekçelendirilmedikçe, ki Üstad bunu gelecek olan "Fikri uygulayıcı-tatbik edici Mütefekkir"e kasten bırakmıştı, tamam olmayacağını idrak etmeyenlerdir. Bu durum, eline balı alıp da hala peteğin çerçevesini yemeye çalışmak gibi bir nasipsizlik belirtiyor. Allah ıslah etsin.

Beşinci sınıf ise, lâfta kendisini İBDA’ya nisbet eden, İBDA’cı aydın olan, fakat İslâm’ın temelinde yer alan ihlâs şubesini belki uzaktan görmüş, “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” ifâdesini slogan zanneden, “bütün fikir”i "mutlak fikir"e muhatap, hayatın her köşesini kapsayan, kendi iç bütünlüğü olan ve her daim diyalektik mizacı gereği kendini yenileme kapasitesine sahip bir usul ve esaslar manzumesi değil de, herhangi bir eksiği "bütün"leyen bir "şey" olarak gören, İslâm’dan başka her şeye muhatab bir hayat süren İBDA bağlılığı iddiasında olanlar… Kendimizi de bu sınıftan ayırmadan, biz inandığımız, bağlılık iddiasında olduğumuz fikri kendi hayatımızda yaşamıyoruz. Hâliyle bir süre sonra fikrimiz zikrimizi, zikrimiz fikrimizi tutmuyor. Temel kaidelerimiz bile şaşıyor ve aklımızı başımıza alıp baktığımızda, varmak istediğimiz yerden çok başka yerlerde, uzak yerlerde kendimizi buluyoruz. 

Kafamızı Çıkartalım Artık

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu “Aydın çağından mesuldür” diyor. Buna mukabil yukarıda sınıflandırdığımız aydın geçinen, “aydın” kabul edilen zümrelerin tamamı, yaşadıkları çağda değil de günlük meselelerden ibaret bir itiş-kakış dünyası içerisinde yaşıyorlar. Hatta çoğu zaman “aydın” sıfatı lâf ebeliği zaviyesine kadar düşüyor, görüyoruz. 
Ülkemizdeki “İslâmcı” aydının manzarasına nisbetle, yazımızın içinde de izah etmeye çalıştığımız gibi ademe mahkûm edilmek istenen, yok sayılan, nemalanılan, itibarsızlaştırmak için her yola tevessül edilen İBDA ve İBDA Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ise, gerçek İslâm aydını olabilmenin zarurî şartını ortaya koyuyor. İBDA’nın görmezden gelinmeye çalışılmasındaki sebeblerin başında da, “olmak” değil de “olmuş” gibi yapmak derdinde olan” İslâmcı” aydınların, İBDA aynası karşısında cüceliklerinin deşifre olması geliyor. 

Bir Müslümanla bir arada anılması mümkün olmayan tembellik, cahillik, nefs, haset, kin, kibir ve daha nicesinin toplamı sıfatlarla ifâde edilen “İslâmcı” aydınlar zümresi, bir şey teklif etmediği gibi, Büyük Doğu-İBDA’nın örgüleştirdiği dünya görüşü önünde perde olmaktan başka hiçbir işe yaramıyorlar. Öyle ki, aralarındaki sohbetlerde kendilerine İBDA’yı soranlara “İBDA’nın fikirlerini benimsemiyorum” diyorlar, fakat sorduğunuzda ne "neyi benimsemediğini", ne "neden benimsemediğini" ve ne de "yerine ne teklif ettiğini" söyleyen bir tane adam da çıkmıyor içlerinden. 
 Hâsılı kelâm, başta Türkiye’de, İslâm âleminde ve dünyada gelişen hadiseler, her hâliyle Büyük Doğu-İBDA’nın vasıta sistemine olan ihtiyacı bu denli ihtar ederken, hâlen üç kuruşluk nefs hesabları peşinde bu mânânın önünde perde olanlar, tarafmış gibi olup da köstek olanlar, kendi keleşliklerinin ortaya çıkmaması için "İslâm Dâvâsı"na kıyanların işlemekte oldukları cinayetin, Kemalist zihniyetin ülkemizde gerçekleştirdiği madde ve mânâ katliamından hiçbir farkı yoktur!


Baran Dergisi 379. Sayı...