Esselâmü aleyküm.

Nasılsınız?

(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)

İyiyim, teşekkür ederim.

Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?

(Av. Yılmaz, çok iyi olduğunu söylüyor.)

Yarım saat, tam olarak 25 dakika sonra bir ziyaretçim gelecek. Hemen sorayım bu yüzden: Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?

(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a. Peşinden, arka kapağında Carlos’un resmi bulunan BARAN dergisi sayısından üç nüshanın, dört gün önce arkadaşları tarafından Carlos’un eşi Isabelle hanıma gönderildiğini belirtiyor.)

Çok teşekkür ediyorum, gelecek hafta ulaşır.

Bugün, günlük “Libération” gazetesinde, iki ay önce kapanan La Santé Cezaevi hakkında bir makale var. Bu çerçevede “Libération”dan bir gazeteci daha önce bana bir mesaj göndermiş ve La Santé’deki “tecrid” hücreleriyle ilgili birşeyler yazmamı rica etmişti. Ben de yazmış ve 22 Ağustos’ta kendisine göndermiştim. Aynen yayınlamadıkları ama makalede bahsini ettikleri bu yazıyı Fransızca kaleme almıştım ancak sizin için tercüme edeceğim:

- “La Santé Cezaevi’ndeki tecrid hücreleri...

20 yıllık mecburi tatilim (Carlos acı acı gülüyor) boyunca, yine 20 yıllık tam bir tecride maruz bırakıldım. Hâlâ da sürüyor bu tecrid. Bunun 8 senesi, La Santé Cezaevi’nin tecrid hücrelerinde geçti. Altı  metrekareden birazcık büyük bu hücreler arasında, “güvenlik” gerekçesiyle sık sık oradan oraya taşınmak zorunda bırakıldım yine.

Sudan’dan getirildiğim Fransız Villacoublay Hava Üssü’nden alınıp, Fransız karşı istihbarat servisi DST [Direction de la Surveillance du Territoire] karargâhına da götürülerek, 15 Ağustos 1994’de nakledildim La Santé’ye.

La Santé Cezaevi’nin başgardiyanlarından en eskisi, doğrusu nâzikçe karşıladı ve teslim aldı beni. Derken, vücudum ilâçlandı ve bu arada sadece başım ve ayaklarımın dışarıda kaldığı, boynuma kadar uzanan, kocaman ve sıkı bir torba içinde yürümek zorunda bırakıldım. Zaten Sudan’ın başkenti Hartum’dan da bu şekilde getirilmiştim Fransa’ya. Bir de gardiyanların beni “uzaktan” yıkaması hâdisesi var. Bu derece tam bir “tecrid” uygulaması altındaydım.

Cezaevi şu ân çok kötü durumda olduğu için yapılacak birtakım tadilatlar dolayısıyla, beş yıllığına kapatıldı La Santé. Benim getirildiğim dönemde en genç müdür yardımcısı olan Sylvie Manaud-Bénazéraf adlı kadın, La Santé’nin kapatıldığı dönemde cezaevi müdürüydü.

Gardiyanlara gelince; eskiden Fransız ordusunda askerlik yapmış Karayiblilerdi hemen hepsi ve benimle konuşmalarına da izin verilmiyordu; yasaklanmıştı.

Hücremin kapısının açılması ise, en az bir memurun da hazır olması şartıyla, asgari üç gardiyanın mevcud bulunması durumunda mümkün olabiliyordu. 

Sadece müdür yardımcısı Sayın [Didier] Voituron’un benimle konuşma yetkisi vardı ve günde üç kez ziyaret ederdi beni. İyi bir profesyoneldi Voituron ve “bana özel” uygulanan sıradışı ve absürd tedbirleri olabildiğince normalleştirmeye çalışmak bakımından, elinden gelenin en iyisini yapıyordu. Meselâ, hücremin kapısındaki cam delikten, gece gündüz demeden her yirmi dakikada bir “güvenlik kontrolü” yapılmaktaydı. Demek ki, günde 72 kez gözle kontrol ediliyordum (Carlos gülüyor). Gürültülü biçimde gerçekleştiği için de, gece vakti rahatsız edici oluyor ve uykumu bölüyordu tabiî bunlar. Voituron, işte bu güvenlik kontrolünü, akşam 7 ile sabah 7 arasında gerçekleştirilmek üzere 16’ya indirmeyi başarmıştı. On yıl devam etti bu uygulama! 

Yine, yalnızca telefonla talimat alıyordu Voituron. Yazılı hiçbir şey yoktu ortada; illegaldi yâni herşey.

O zamanlar gözetleme kameraları yoktu cezaevinde. Bana da “pain bâtard” adı verilen Fransız ekmeğinden veriyorlardı sabahları ama yenilemeyecek kadar serttiler. Yemek için ısırmaya çalışıyordum fakat çiğnenemeyecek sertlikteydiler. Başka bir kısımda alarm verilip de tüm gardiyanların ve memurların o sabah oraya gittiği güne kadar, haftalarca devam etti bu durum. Diğer memur ve gardiyanların tecrid hücrelerinin bulunduğu bölümü terkedip beni yalnız bıraktığı o gün, sabahları mahpuslara verilecek kahve ve ekmekleri taşımak için kullanılan küçük arabanın yanında bulunan ve Karayibli gardiyanların en eskisi olan gardiyan, benim sert ekmeğimi aldı ve onun yerine enfes bir “pain bâtard” verdi bana. Fransız cezaevlerinde pişirilmiş taze ve nefis bir “pain bâtard”dı bu.

Bir süre sonra benimle konuşmaya da başladı gardiyanlar ve böyle böyle dostça bir münasebet tesis edildi aramızda. Hattâ, yine 1994 yılı içerisinde, gardiyanların bağlı olduğu sendikaya danışmanlık bile yaptım. Şöyle ki:

1994 sonlarında bir grev kararı almıştı gardiyanlar. Oysa grev yapma hakları yoktu kanunen. Sendika temsilcisi olan ve bu sıfatından dolayı üniformasız olarak cezaevinde istediği yere gidip istediği kişiyle görüşen bir Fransız genç, haftada birkaç kez görmeye gelirdi beni. Grevle ilgili hukukî mevzuatı bizzat araştırmış olarak, şöyle bir tavsiyede bulundum kendisine: 

- “Yanlış yapmayın. Böyle yapmak yerine, yargılama sürecini hiçbir şiddet kullanmaksızın bloke edebilirsiniz ve mahpusların sorgulanmak veya yargılanmak üzere cezaevi dışına çıkışını engelleyebilirsiniz. On, yirmi, otuz, kırk, elli gardiyan, artık kaç kişi olurlarsa, görev saatleri dışında ve üniformasız olarak sivil kıyafetleriyle cezaevi kapısı dışında mevkilenebilir, şiddete de başvurmak zorunda kalmadan mahpusların yargılanma sürecini bloke edebilirler. Polis veya jandarmanın zaten cezaevi içinden mahpusları alıp arabayla mahkemeye götürme hakkı yok.”

Böyle de yaptılar, hattâ bu yüzden, hemen cezaevi yakınındaki karakoldan her gün polisler gelip gardiyanların ifadelerini ve isim listesini de aldılar ama hemen peşinden serbest bırakmak zorunda kaldılar. Niçin? Çünkü onları tutukladıklarında, cezaevinde vazife yapacak gardiyan kalmayacaktı (Carlos gülüyor).

Diğer taraftan, mahpusların aile ve avukatları cezaevine ziyarete geldiklerinde, gardiyanlar onların işlerini çabucak, dostça ve hiçbir müdahalede  bulunmadan hâllediyordu ki, bazı mahpus anneleri sırf bu yüzden gidip gardiyanları yanaklarından öpüyordu. Mahpus aileleri daha önce hiç bu kadar kibarca bir muameleyle karşılaşmamıştı çünkü. Mahpuslar da gardiyanları gördüklerinde parmaklıklar arkasından bağırıyor ve onları destekliyorlardı; görülmedik bir hâdiseydi bu dayanışma.

Gardiyanlara verilen yemek de, neredeyse bize verilenler kadar berbattı. Hattâ yemek dağıtan gardiyanlar bize geldiklerinde, “bunlar köpeklere bile verilmez; yazıklar olsun!” derdi bazen.

Bu grev hareketi tüm Fransa’da gerçekleşiyordu gerçi ama La Santé Cezaevi Fransa’nın göbeğinde, merkezinde, Paris’te olduğu için, Fransız kamuoyunun ve basının dikkati burada odaklanıyordu. Grev çerçevesinde esasî bir rol oynuyordu La Santé ve ben de danışmanıydım sendikanın (Carlos gülüyor).

Sonunda, hem gardiyanların ve hem de bizim yemeklerimiz iyileştirildi, gardiyanların maaşları artırıldı ve daha önce kış için özel üniforma verilmeyen gardiyanlara kış üniforması verildi.

1995’te de benzer bir hâdise yaşandı ve maaşlar olsun, diğer imkânlar olsun, daha da iyileştirildi.

(Carlos, günlük veya haftalık gazetelerin hücreler arası paylaşılmasında yaşanan bazı problemlerden bahsediyor.) 

Başka bir hâdise... 

La Santé’de bulunduğum süre zarfında cezaevinin ilk müdürü olan zâtla hiç tanışmamış, sadece uzaktan görmüştüm. Bu adam ancak başka bir yere tâyini çıkınca benimle buluşmuş, konuşmuş, elimi sıkmış ve “sizinle konuşmak benim için bir şeref” demişti ki, ona bile, yâni cezaevi müdürüne bile orada birlikte bulunduğumuz iki sene boyunca yasaklanmıştı bana yaklaşması! Fakat artık cezaevinden ayrıldığı için takmamıştı o gün bu yasağı.

Cezaevi doktorlarına, hemşirelerine ve sağlık görevlilerine gelince; hepsi çok profesyonel, çok sabırlı, kendilerini işlerine adamış insanlardı... Sadece tek bir istisnâsı oldu bunun: Kırmızı saçlı, ufak ama kalın camlı gözlük takan, homoseksüel İsrailli doktor!.. Bu tipin davranışları dolayısıyla yaptıklarım için –birincisinden kurtuldu, ikincisinde kaçamadı!-, Fransız Tabibler Birliği tarafından cezalandırıldım.

Bir yaz günü, tüm avukatlarım beni ziyaretten ayrıldıktan sonra, bu İsrailli doktor kapıma geldi ve “Allahaısmarladık demeye geldim, çünkü La Santé’den artık ayrılıyorum” dedi. Ben de, “size bundan sonraki iş hayatınızda başarılar diliyorum” şeklinde kibarca karşılık verdim. Peşinden, “bu arada, psikiyatri servisinde randevunuz var, şimdi oraya gitmeniz gerekiyor!” dedi bana. Hâlbuki böyle bir randevum falan yoktu. Tam bu sırada, İsrailli doktorun arkasına sıralanmış bir düzine kadar gardiyanın en sonuncusu olan iri Karayibli arkadaş, “dikkatli ol!” anlamında bir işaret yaptı bana. Mesajı alır almaz hemen şöyle konuştum: “Tamam, giyinip geliyorum!”. Bir doktorun on kadar gardiyanla kapıma gelmesinde tuhaf birşeyler olduğunu sezmiştim çünkü. Tam hücremden çıkmıştım ki, eski asker olan iri Karayibli gardiyanlar arasındaki ufak tefek “beyaz” bir gardiyanın elinde taşıdığı şırıngayı farkettim. Meğer bana birşeyler şırınga etmeye hazırlanıyormuş! Neyse, üst kattaki psikiyatri servisine çıkınca, oradaki psikiyatri doktoru da şaşırdı beni gördüğüne, çünkü böyle bir “randevu” elbette yoktu! Kibarca konuştuk ve yarım saat sonra da ayrıldım oradan. 

Karayibli gardiyanın daha sonra bana anlattıklarını dinleyince, ortada neler döndüğünü anladım. İsrailli doktorun “randevuya gitme” talebine karşı çıksaymışım, “isyan” ettiğim gerekçesiyle bana hemen ilaç enjekte edilecek, peşinden de psikiyatrik problemleri olan azılı mahpusların yatırıldığı bir hücreye atılıp uyuşturucu iğnelerle mahvedilecekmişim!

Bu tuzaktan kurtuluşumu, işte bu Karayibli gardiyana borçluyum. 

Boğuşmak zorunda kaldığım tüm bu ve benzeri problemlere rağmen, kötü olduğu kadar iyi hatıralarım da oldu La Santé Cezaevi’nde. “Sistem”in bana revâ gördüğü tüm böylesi sıkıntıları yaşamakla beraber, hayatta kalmayı da başardım. Aynı şekilde, gardiyanlar başta olmak üzere cezaevi personelinin büyük çoğunluğu bakımından, orada insanlığı da gördüm.

Bu vesileyle, kaçırılıp Fransa’ya getirildiğim ilk dönemde bana bazı genç ve sevimli avukatlar gönderdikleri ve hayatımı daha az kötü kıldıkları için, Fransız gizli servislerine teşekkür etmeden de geçemeyeceğim.

Allahü Ekber.

Baran Dergisi 400. Sayısı...