Esselâmü aleyküm.

Nasılsınız?

(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)

Beni işitebiliyorsunuz, değil mi? Sesiniz pek net gelmiyor çünkü telefondan. Konuşabilecek miyiz, konuşabilecek misiniz?

(Av. Yılmaz, Carlos’un sesinin gayet net geldiğini söylüyor, kendisi bakımından konuşmalarına mâni bir durumun bulunmadığını belirtiyor.)

Tamam o zaman.

Kumandan Mirzabeyoğlu ve yeniden yargılanmasıyla ilgili yeni bir haber var mı?

(Av. Yılmaz, yeniden yargılamanın henüz başlamadığını ancak kendisinin evinde ve iyi olduğunu söylüyor.)

Anlıyorum. Tamamdır.

Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?

(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor Carlos’a.)

Pekâlâ.

Diğer mevzulardan önce bugün insanlara hatırlatmak istediğim husus, bundan tam 41 yıl önce, 11 Eylül 1973’te, Şili’de halkın demokratik biçimde seçtiği devlet başkanı Salvador Allende’ye [26 Haziran 1908 – 11 Eylül 1973] karşı CIA’in organize ettiği askerî darbe olacak...

Ne teslim olmak ne de kaçmak istedi Allende. İdealleri uğrunda ölmeyi ve kendisini bu şekilde örnekleştirmeyi seçti. Öyle yırtıcı bir insan da değildi zaten. Bu bakımdan, demokrasi ve halkının hakları için bir protesto eylemi olarak kendisini fedâ etti... [1973 Ağustos’unun sonunda Allende tarafından silâhlı kuvvetlerin başkomutanlığına getirilen General Augusto Pinochet, ülkenin karışık durumundan yararlanarak 11 Eylül 1973 tarihinde bir darbe girişiminde bulundu. Bunu yaparken CIA'in yoğun desteğini gördü. Başkanlık Sarayı'na yapılan saldırılar sırasında Allende’ye teslim olması çağrısı yapıldı, fakat o askerlere teslim olmayı reddetti ve intihar etti. Kısa bir süre sonra, darbeciler, Allende'nin intihar ettiğini duyurdu. Resmî duyuruda, otomatik tüfek ile intihar ettiği ilân edildi. Ölümünden önce, Fidel Castro'nun kendisine hediye ettiği ve elinde tuttuğu AK-47 marka silah birkaç kez fotoğraflanmıştı. Allende, bu silahla ölü bulundu. Allende’nin ölümünden sonra, Pinochet anayasayı geçersiz kılarak askerî bir diktatörlük kurdu.]

Allende’nin ölümünden sonra, berbat bir diktatörlük kuruldu Şili’de. Peşinden, özel servisler tarafından sol kesime karşı tüm Latin Amerika’da bir suikast furyası başlatıldı. Washington’a kadar uzandı bu furya. Sürgün olarak Washington’da yaşamakta olan Şili eski dışişleri bakanı orada katledildi. 

Bolivya, Uruguay, Arjantin ve Brezilya ile devam etti sözkonusu “muhalifleri katletme” süreci... Sadece kendi ülkelerinde değil, yabancı ülkelerde de bulunup katlediliyordu muhalifler... Avrupa’da dahi devreye sokuldu bu tarz operasyonlar ki, yeniden yargılanmak istemediğim için fazla teferruata girmek istemiyorum. Biz de “karşı vuruşlar” gerçekleştirdik çünkü. (Carlos gülüyor.)

Unutmamamız gereken şey, “11 Eylül”ün; stratejik, malî ve ekonomik çıkarları yüzünden masum insanları katletmeyi, bombalamayı, zehirlemeyi ve işgalleri kesmesi için ABD’yi uyarmak üzere 11 Eylül 2001’de İslâm şehidleri tarafından gerçekleştirilen muazzam cihadî operasyondan ibaret -ABD’nin diline doladığı- belli bir tarih olmadığıdır. Tüm o katliam, bombardıman ve işgaller, ABD halkının –o büyük halkın- çıkarı için değil, ülkeyi kontrol eden protestan-yahudi bankacılık sisteminin çıkarı için yapılmıştır.

Allende’yle 1970’lerin başlarında Moskova’da karşılaşmıştım. Boyca küçük ama şahsiyetçe büyük, aynı zamanda zeki bir insandı. Aynı çizgide değildim kendisiyle; ben daha radikal bir pozisyondaydım çünkü. Fakat, namuslu ve iyi bir adamdı Allende. İnandığı şeyleri savunurken öldü. 

İktidar katındakilerin çoğu, çıkarları için insan öldürmeye hazırdır. Ancak o çıkarlar için olsun ölmeye hazır olanına rastlayamazsınız. Oysa Allende, idealleri için kendi hayatına son vermiş, bir protesto eylemi olarak kendini fedâ etmiş insandır. Bu şekilde, kişinin kendi hayatına da mâlolsa direnişin gerekli olduğuna dair hem Şili’ye hem de çevresindeki ülkelere bir mesaj vermiştir. Bu bakımdan bir örnektir hepimiz için. Ruhu şâd olsun.

“Kendini fedâ” demişken, bu vesileyle konuşmak istediğim bir diğer mesele: “Büyük Suriye”de, tarihî Suriye topraklarında, Şam beldelerinde hilafet ilân etmiş bir “İslâm Devleti” [eski adıyla “Irak ve Şam İslâm Devleti – IŞİD”] var. Bu hareketin askerî ve politik liderlerinden biri de [Ebubekir el-Bağdadî] kendini halife ilân etti, malûm.

Hilafet ilânının, dinî bakımdan olmasa bile, politik bakımdan “akıllıca” olduğunu daha önce BARAN dergisi için söylemiştim. Şayet, Peygamber soyundan gelen biri kendisini halife yâni “Mü’minlerin Emiri” ilân ediyor ve bunu destekleyecek bir teşkilât kuruyorsa, sadece bu kadarını yapmakla İslâm dünyasında kabul görmez. Çünkü diğerlerince de kabul görmesi, “tüm dünya müslümanlarının lideri” olarak, yeni-sömürgeciliğe ve emperyalist müdahalelere karşı savaşmak şeklinde bir “delil” gerektirir. Ona kalırsa, Nijerya’daki Boko Haram örgütü lideri de [Ebubekir Şekau] kendince bir hilafet ilân etti geçenlerde [24 Ağustos 2014] ama bunun dünya müslümanları nezdinde herhangi bir karşılığı bulunmuyor.

Evet, savaş devam ediyor ve ABD, hem savaş uçakları hem de insansız hava araçlarıyla, “korkakça” bir operasyon yürütüyor her gün Irak semâlarında. “Korkakça” diyorum, çünkü hafif silâhlarla, en fazla ise ABD ve “paralı askerlerden oluşan” Irak ordusundan kalma birkaç tankla teçhizatlı birkaç bin adama karşı “karada” savaş verebilecek cesaretleri yok. Şayet “karada” savaşa tutuşurlarsa, bunun bedelini ödeyeceklerini ve çok sayıda ABD askerinin böyle bir müdahalede öleceğini biliyor, ondan bu kadar korkuyorlar.

Hem ABD’nin ne hakkı var Irak’a müdahale etmeye?.. ABD neresi, Irak neresi; ne işleri var bir kere Irak’ta?.. Zaten tahrib ettikleri bir ülke Irak. Üstelik, onların 1991 ve 2003’te kullandığı “seyreltmiş uranyum”lu silâhlar yüzünden bir milyondan fazla çocuk zarar gördü orada.

Diğer yandan, bir ülke düşünün ki, iyi derecede silâhlanmış bir ordusu olsun ama inançları için hayatlarını fedâ etmeye hazır birkaç bin hafif silâhlı adama karşı ABD ve İngiltere gibi başka devletleri yardıma çağırsın. Bu demektir ki; Irak hükümeti, hiçbir şekilde halkını temsil etmiyor, başka devletlerce tanınıyor sadece.

Yeri gelmişken; Alman anayasasına göre, Almanya’nın yurtdışına müdahale etme hakkı yoktur. Hâlbuki hem askerî malzeme hem de bunları teslim edip nasıl kullanılacağını öğretecek askerî personel gönderiyorlar –açıklamalara bakılırsa- Irak Kürtlerine.

Kürtlerle ilgili pozisyonum malûm; BARAN için daha önce de müteaddit defalar arzetmiştim. Kürt halkına, Arablardan ve Türklerden bile çok daha önce bölgede yerleşik bulunan bu kadîm halka karşı, Batı emperyalizmi ve Sabetayistler tarafından revâ görülmüş büyük bir tarihî adaletsizlik sözkonusudur. Millî hakları tanınmalıdır en azından. Erdoğan hükümetinin bu konuda attığı adımlar var ki, elbette iyi. 

Ruhu şâd olsun, hıristiyan ortodoks bir mü’min olarak sadece Stalin, Sovyetler Birliği topraklarındaki Kürtlerin haklarını tanımıştır ve bu sayede “özerk” bir Kürdistan Cumhuriyeti kurulmuştur orada. Hem Türkiye’den, hem Azerbaycan’dan ve hem de Ermenistan’dan bağımsız olarak anayasal bir özerklikleri vardı. Asgarî seviyede de olsa, sembolik olarak da olsa, önemli bir hamledir bu.

Bu vesileyle, Suriye rejimine temas etmek istiyorum. Alevî bir rejim olmasa da, Alevîlerin “karar alıcı” en stratejik mevkîlerde bulunduğu bu rejim, PKK’yı yıllar yılı desteklemiştir. PKK ve Abdullah Öcalan Şam’da üslenmişti, malûm.

PKK, Marksist-Leninist devrimci bir hareket iken, Irak’taki Kürdistan hükümeti ise devrimci olmayan milliyetçi feodal beylerle idare edilmektedir. Kendilerine saygı duyduğum insanlardır ama devrimci falan olmayan, aşiret merkezli kimselerdir. Ne var ki aşiretçilik, Kürtleri bölünmüş kılmaya devam edecektir. Millî, etnik ve kültürel duygu ise, onları birleştirecek ve bir bölge gücü olmalarının önünü açacaktır. 

Unutmayınız ki Kürtler, -çoğu Sufî olmak üzere- sadece Sünnîlerden ibaret değildir. Şiî, hıristiyan, hattâ –evet- yahudi Kürtler bile vardır. Yine aşiret temeline dayanmak üzere, Yezidîler ve başka dinî azınlık grubları da mevcuttur. Böyle olunca, tüm bu Kürtleri bir arada tutacak yegâne temel, onların etnik kökenleridir. Aynı şekilde, bu insanların millî haklarını vermek de, hepsinin inançlarına ayrı ayrı saygı göstermekle mümkündür.

Irak-Suriye sınırının her iki yanında savaşan İslâm devrimcilerine sempati duyuyorum. Ancak bugüne kadar yaptıkları, korkarım, hem Irak hem de Suriye’nin bölünmesine yol açacaktır. 

Kaldı ki, Fransa’nın, Suriye’yi Alevî bölgesi, Dürzî bölgesi, büyük Sünnî bölgesi, hattâ Musul’dan –şimdi İran İslâm Cumhuriyeti’ndeki- Urmiye Gölü’ne ve diğer uçta Akdeniz’e kadar Hıristiyan bölgesi şeklinde bölme plânı vardı 1920’lerde, 1930’larda. Plânın Hıristiyanlarla ilgili bölümü bir kenara bırakılmış olsa da, bugünkü Suriye ve Irak’ı etnik temelde küçük cumhuriyetlere bölme plânı bugüne dek hep kafalarda oldu. Çünkü bu şekilde çok devletçiğe bölünmüş bir bölgeyi kontrol etmek, tek devlet hâlinde birleşmiş bir bölgeye kıyasla çok daha kolay olacaktı.

Burada, tezad içindeymişim gibi görünebilir. Ancak ben, Fırat’tan Akdeniz’e kadar “büyük bir Arab devleti içinde birleşme”yi, ama aynı zamanda tüm bölge halklarının millî haklarının, kültürel haklarının, aslî dillerinin de tanınması taraftarıyım. Bugüne dek işte buna inandım, işte bunun için savaştım.

Demek istediğim şey, korkarım, İBDA-C’den kardeşlerimle aynı tarikat temeline dayanan Nakşibendî Ordusu liderliği altındaki Baasçılarla birlikte savaşan İslâmcı kardeşlerimizin yaptıkları, bölgede tam bir karmaşaya yol açacak; muazzam ordusuna ve dünyanın en iyi silâhlarına sahib olmasına rağmen Gazze’de görüldüğü gibi göğüs göğüse savaşmanın bedelini ödeyemeyecek derecede zayıf bir durumdaki İsrail, hem Irak hem de Suriye’nin bölünmesinden dolayı rahatlayacaktır.

Muhtemelen bu arada kurulacak Kürt devletine gelince, objektif olarak, hem Arab karşıtı hem de Türk karşıtı olmakla kalmayıp, Batının müttefiği olacaktır. 

Irak’ta Sünnîlerin çoğunluğu teşkil ettiği bir devlete ise izin verilmeyecek; bunun için de, kendilerini fedâ etmek üzere savaşmaya gelmiş namuslu cihadçılar NATO uçaklarından fırlatılan bombalarla bertaraf edilecektir.

Tüm bunlar, Irak’taki Şiî çoğunluğun, ABD ve NATO destekli olarak, yine ABD ve NATO’nun güdümünde, ama siyasî olarak Şiîlerce idare edilecek bir devlet tesis etmesi için yapılacaktır.

Çok üzücü, fakat böyle. İnşallah bu plânlar tutmaz.

Elbette, şayet devrimci Kürtler [PKK] bütün bir Kürdistan’a ağırlığını koyabilirse, çok daha iyi olacaktır. Çünkü ABD ve müttefiği olan ajan NATO ülkelerine karşı çıkacaktır onlar. Aynı şekilde, Kürdistan’daki dinî ve aşiretçi bölünmüşlüğe de karşıdırlar. Diğer İslâm toplumları gibi Kürt toplumu içinde de ikinci sınıf olarak görülen kadınları gerilla bünyesinde çokça istihdam etmiş olmaları da kuşkusuz iyi bir şeydir. Devrimci Kürtlerin, tüm bu sebeblerle, Irak Kürdistan’ındaki aşiretçi yapı içerisinde epey bir problemle karşılaşacağı da yine bir başka gerçek. 

Bölgenin güçlü devleti olarak İran’ın da “Kürdistan” vesilesiyle sınırlarının değişmesine karşı koyacağı; bu şekilde İran’ın tepkisini çekecek hamlelerin de ABD ve emperyalistlerin işine yarayacağı ortada.

Öbür tarafta, “İslâm Devleti” içerisinde sadece Sünnî Arabların değil, Iraklı Sünnî Kürtlerin de savaşması ilginç ve güzel bir şey ayrıca.

Yalnız, “İslâm Devleti” içerisindeki kardeşlerimize düşen, bölgede kanun ve düzen hakimiyetini sağlamak, bize miras kalan doğru İslâmî geleneği takib etmek, başkasına sırf bizim gibi inanmıyorlar diye saldırmak yerine onların bize absürd ve küfür görünen dinî inançlarına saygı göstermek, onları korumak ve bağlılarını dinlemek, böylece biz onları dinleyince onların da bizi dinlemesini sağlamak ve aynen İslâm tarihinde hep görüldüğü gibi, bu sefer gönüllü olarak İslâmı kabul etmelerini temin etmektir. Şiddet, sadece dinî inançları benimsetmekte değil, siyasî inançları benimsetmekte de pek işe yaramaz bu bakımdan. (Carlos, müslüman Arablar İspanya’yı fethederken yaşanan hâdiseleri ve gösterdikleri müsbet yaklaşım dolayısıyla hıristiyanların İslâma katılmalarını, hattâ İslâma dönmemiş hıristiyanların bile İslâm ordularında savaşmasını örnek gösteriyor.)

İslâm savaşçısı kardeşlerimiz, düşmanın oyunlarına gelmemeli, bu oyunun bir figüranı olmamalı, manipülasyonlara kanmamalıdırlar. (Carlos, geçmişte Sovyet işgaline uğrayan Afganistan’da ABD ve Suudîlerin manipülasyonuyla yapılanlardan ve o dönem yapılan manipülasyonlar çerçevesinde kurulup bugünkülere de kök teşkil eden cihadçı teşkilâtlardan bahsediyor.)

Bugün Irak’taki İslâm direnişçileri bizim yoldaşlarımızdırlar. Böyledir, çünkü aralarında Baasçı yoldaşlarımız, Baasçı askerî kadrolar da vardır. İslâmî eğitim veren okullardan gelenler “askerî kadro” değillerdir kuşkusuz. Yurtdışından gelen birkaç bin savaşçı çok cesur, çok yiğit olabilir, ama “askerî” bir tecrübesi yoktur onların. Böyle bir tecrübe, İranlılarla savaşmış işte o Baasçı askerî kadrolarda mevcuttur.

Bu İslâmi direniş içerisinde savaşan kardeşlerimiz, siyasî ve askerî tüm kadrolar, emperyalistlerce kontrolü daha kolay olacak şekilde bölgenin etnik ve dinî temelli mini devletlere bölünmesi şeklindeki düşman tuzağına düşmezler inşallah.

Allahü Ekber.

13 Eylül 2014

Baran Dergisi 401. Sayısı...