“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum.”


Sylvia Plath 1932 Boston doğumlu Amerikalı şair ve yazar. 1963’te intihar ederek son verdiği 31 yıllık bir hayat… Ve bu kısacık hayata sığdırılmış onlarca eser. İki de çocuk. Eserleri arasında çocuklar için hikâyeler de var.

Henüz 8 yaşındayken zooloji profesörü olan babasını kaybetti ve ilk şiirini yazdı, 18 yaşındayken de ilk kez intihar girişiminde bulundu. “Manik depresif bozukluk” onun hayatının bir parçasıydı artık. Ailesine göre henüz bir çocukken de kendine zarar vermeye meyilliydi. Kendini bir yere saatlerce kapatır, herkesin büyük bir telaş içinde kendisini aramasını umursamaz görünürdü. İntihar girişiminin ardından sık sık “Akıl Hastanesi”nde tedavi gördü.

1956’da, yine bir şair olan Ted Hughes’la tanıştı ve Londra’ya yerleştiler. Plath kızını kucağına aldığında, pek de iyi gitmeyen evlilikleri, depresyonu ve kocası Ted Hughes’in, nazilerden kaçan bir Yahudi kadınla tanışması ile hepten bozuldu. Bu gönül macerası, zaten sınırda yaşan Sylvia Plath’in psikolojik durumunu altüst etti. İkinci çocuğunu kucağına aldıktan kısa bir süre sonra kocası Hughes’tan ayrıldı.

Fakat bu ayrılık, onun için, ilk gençliğinden beri kurcaladığı “ölüm denemeleri”nin sonuncusu ile sonuçlandı. Çocuklarına biraz süt ve bisküvi hazırlayıp, mutfağa gitti. Kapıyı sıkıca örtüp fırının gaz ibresini açtı; gerisi zaten belliydi.

Kendi hayat hikâyesini yarı otobiyografik bir romanda kaleme almıştı: Sırça Fanus. 1963 yılında "Victoria Lucas" takma adıyla yayınladı bu kitabı. Kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra intihar etti. Belki de kendisi ile hesaplaşması bitmişti. Üniversitede yaşadığı bunalımlı günlerini yarı otobiyografik bir dille anlattığı romanında hayatındaki kişileri ve olayları detaylı olarak ortaya koydu. Plath'ın annesi kitabın Amerika Birleşik Devletleri'nde yasaklanması için girişimde bulunsa da başarılı olamadı.

Kendisiyle, dünyayla, yazmakla, yazamamakla, savaşmakla, hayatın anlamını sorgulamakla meselesi olan, kendini didikleyip duran bir kadındı Sylvia Plath; “Ruhumun paramparça, sersem, bayağı olduğunu hissederken yazdıklarımı geliştirmek mi? Ben neden yapabildiklerimin keyfini çıkaracak kadar kibirli olup korkusuz olamıyorum?” diyor günlüklerinde ve ekliyor: “Benden daha derin düşünebilenleri, daha iyi yazanları, daha iyi çizenleri, daha iyi kayak yapabilenleri, daha iyi görünenleri, daha iyi yaşayanları, daha iyi sevenleri kıskanıyorum.”

Yıllar sonra Ted Hughes, Sylvia Plath’in günlüklerinde neden gündelik olaylardan bahsetmediğini şöyle açıklar: “Aslında bu notları tuttuğu dönemde tuhaf maceralar yaşardı, ilginç şeyler başına gelirdi ama bunlar günlüğünde yer almazdı. Sayfalara kendini anlatmaya başladığında iç dünyası ve düşünceleri kalemi zapteder, başka bir şey anlatamaz olurdu.”

“Yazmak bir çıkış yolu değilse başka nedir?” diyen Plath, şiirleriyle de Amerikan edebiyatına adını yazdırmıştı, onca endişe, şüphe ve karanlığına rağmen.

Sırça Fanus’ta kullandığı metafor, hayata bakışını da özetliyordu:

- “Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyâdır.”

Peşini bırakmayan bu fanus, onun içindeydi aslında, fanusun içinde olduğunu zannederken, fanus onun içinde geziniyordu:

- “Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.”

Ölümle olan derdini ise şu satırlarda oldukça açık yazıyordu:

- “Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da başparmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.” 

Ama yine de “bedenini” öldürmekten geri durmadı. Ulaşılması güç olana, belki de nefsine, kendine ulaşamadı, içindeki ses susmadı. Manik depresif deyip geçti doktorlar, ilaç verdiler, uyku hapları verdiler, hayata tutunsun diye “çocuklarını” öne sürdüler; yetmedi. Fanusun içinde, kötü bir rüyadan ibaret olan dünyadan, uyanamadı “gerçek dünyaya”… 

Şöyle diyordu günlüklerinde:

- “Tanrım, ben kimim? Bu gece kütüphanede oturuyorum, tepemdeki ışıklar gözümü alıyor, vantilatörün pervaneleri gürültüyle vızıldıyor. Her yer, her yer kitap okuyan kızlarla dolu. Azimli yüzler, pembe, beyaz, sarı renklerde tenler. Ve ben, bir kimliğim olmaksızın öylece burada oturuyorum: Kimliği belirsiz. Başım çatlıyor. Okunacak bir tarih var, uyumadan önce kavranacak yüzyıllar, yarın sabahki kahvaltıdan önce sindirilecek milyonlarca hayat. Yine de evde bana ait, benim varlığımla dolup taşan bir oda var. Hafta sonu biriyle randevum var: Benim yalnızca bir isim değil, bir insan olduğuma inanan biri. Ve bunlar benim bütün bir insan olduğumun, yalnızca kimliksiz sinir bağı yumağı olmadığımın yegâne göstergeleri. Yolumu kaybettim. Huxley olsa buna çok gülerdi. Nasıl koşullandırılmış bir yer burası! Kitapların üzerine eğilmiş yüzlerce surat, pervaneler vızıldıyor, düşüncenin eşiğinde zamanı dövüyor. Bu bir kâbus. Güneş falan yok. Sadece süregelen bir devinim var. Kendimi rahat bırakırsam, içime dönüp düşünürsem eğer, aklımı kaçırırım. İncecik, gergin katmanlar halinde çok fazla şey var ve bambaşka yönlere çekilip uzatılıyorum; elimi uzatıp erişebilmek için çok uzaktayım. (…) Sözde kültürel eğilimleri olan varlıklı, New Yorklu bir aileye doğmuş olsaydım, diğerleriyle birlikte benim de sosyeteye takdim partim yapılmış olacak, kürklü paltolarla, geniş bir sosyal çevreyle, bıkkın bir yüz ifadesiyle donatılmış olacaktım. Nereden mi biliyorum? Bilmiyorum ki; ben ancak tahmin yürütebilirim. Ben, ben olmazdım. Ama ben, benim şimdi ve diğer milyonlarcası da öyle geri çevrilemez şekilde kendilerine has “ben”ler ki, bunu düşünmeye bile zor katlanıyorum. Ben: Ne sert bir sözcük; her harfi de oldukça güven tazeleyici. Mağrur ve kendinden emin dikey bir harfle başlayan ve sonra çevik, kendini beğenmiş kısa harfle devam eden… Kalem kâğıdın üzerinde gidip geliyor… Ben… Ben… Ben… Ben… Ben… Ben.”

Onlarca şiir kitabı, bir roman ve 400 sayfayı aşan bir günlük, biri kız biri erkek iki çocuk bıraktı ardında. 31 yaşındaydı, dünya ile işi bittiğinde:


- “Ölmek

Bir sanattır, her şey gibi.

Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.


Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor.

Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor.

Bu konuda iddialıyım sanırım.” (Lady Lazarus’tan)


KAYNAK: 

Sylvia Plath, Sırça Fanus, Kırmızı Kedi Yay., İstanbul 2013

Sylvia Plath, Sylvia Plath’in Günceleri, Oğlak Yayıncılık, İstanbul.


Baran Dergisi 396. Sayı...