Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, şehadetinden birkaç ay evvel 1 Muharrem günü başlayan hicrî 1440 senesini işaret etmiş ve “15. İslâm Asrı”nın başladığı 1400 senesinden beri 40 yıldır gerilmekte olan bir zaman sırrına dikkat çekmişti. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinde bu hususla alâkalı olarak artarda çalmış olduğu gonk, pek çoklarının aklına, “Acaba hicrî 1440 senesinde ne olacak?” sorusunu düşürdü. Evet, hicrî 1440 senesinde ne olacak? Bu sorunun cevabını bilmiyorum; fakat biliyorum ki, bir dakika, bir saat, bir gün, bir ay ve bir yıl sonrasından değil, içinde bulunduğumuz ândan mesul olmamız hasebiyle bizi esas alâkadar eden ne olacağından ziyade hâlihazırda ne olduğu, ne olduğumuzdur.

Hristiyan inancında vardı galiba, onlar sürekli bir işaret beklerler, “Tanrım bana bir işaret gönder.” Bunca yıllık kültür emperyalizminin neticelerinden biri olsa gerek, Hristiyanlardaki bu inanç son yıllarda giderek Müslümanlar arasında da yayılmaya başlamıştır. Bunun yanında yine Hristiyanların ve Yahudilerinkine benzer bir “Kurtarıcı” beklentisinin Müslümanlar arasında yayılması. Müslümanlar için bir “kurtarıcı” yoktur demiyorum, burada kastettiğim Hristiyan ve Yahudi inancındaki şekliyle bir kurtarıcı beklentisi içine girilmiş olması. Bizim ile onlar arasındaki kurtarıcının temel farkı şudur; Hristiyan ve Yahudilerin beklediği “kurtarıcı” keyfiyeti itibariyle onları hem zahirî ve hem de batınî bakımdan kurtarmaya muktedir olacaktır. “Küçük Cihad” ile “Büyük Cihad” bahsini hatırlayalım:

“Allah Sevgilisi, bir savaştan dönerken, zafer memnuniyeti içinde olan ashabına buyurdu: “Şimdi küçük cihadtan büyük cihada dönüyoruz!”... Nefsin kendi öz benliğiyle cihadına... Her biri şerefle ölen ashabı, bunları hatırlatıyor gizlice... Bizlere!..”
15. İslâm asrında, cihadın iki yüzünün de hakikatinin karşılığını bulduğu Büyük Doğu-İbda; fikir, dil, diyalektik, anlayış, şuur, ahlâk, gaye, hedef ve ideal olarak bir fikir ve aksiyon sistemi hâlinde orta yerde dururken, Müslümanın kendisine hâlen bir kurtarıcı beklemeye kalkması, kendi öz benliği ve çevresiyle yüzleşmekten kaçan bir korkağın, olsa olsa kendisine bulduğu teselliden ibarettir.

Aslına bakacak olursak, ferd zaviyesinden bütün meseleler “ben kimim” bahsine gelip düğümleniyor. “Ben kimim” suâli ve herkesin kendi zaviyesinden verdiği cevaba nisbetle ortaya çıkan kimliğe göre memuriyet ve mecburiyetler manzumesi; amel meselesi…

Tekrar “kurtarıcı” bahsine geri dönecek olursak… Son senelerde Müslümanlar arasında “dava nasılsa Allah’ın davası, illâki muzaffer olur, ben işime bakayım” anlayışı hâkim olmuş görünmektedir. Bu bir iman meselesidir ve doğrudur; Allah’tan başka galib yoktur! Allah’ın kendi davasını muzaffer kılıp kılmayacak olması Müslümanın şahsî meselesi değildir; Müslümanın meselesi bu mübarek davanın neresinden, ne şekilde nasiblendiği, hangi istikamette gayret ettiğidir. Aksi takdirde iş bir yerden sonra –haşa- Allah’a iş buyurmaya döner ki, bu yolun sonu nihayetinde İslâm’a değil, sunaklarda kesilen kurbanlar vasıtasıyla tanrılarına buyruklar verenlerin putperestliğine çıkar. 

Şuurunda olunması gereken, bir yandan bütün dünya üzerindeki canlı cansız tüm varlıklarla beraber 15. İslâm asrının 40 yıllık gerginliğiyle Hicrî 1440’ı idrak ederken, diğer yandan her bir ferdin de tek tek bu gerginlik içinde Hicrî 1400’ün mânâsı hasrı içindeki 1440’ı idrak ediyor olması gerektiğidir.

Kumandan, “ufuk” için göz haddidir, idrak haddi diyor. Bu bakımdan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Hicrî 1440 senesi hakkındaki “Hicrî 1400 Gergini” ifâdesinden bizim hissemize düşen, onun bizim idrak ufkumuzu genişletmiş olduğudur. İbda Hikemiyâtı’ndan öğrendiğimiz veçhile, şuur seviyesinde meydana gelen değişim, gerçeklik seviyesindeki değişimi de peşinden getirir. Gerçeklik seviyesiyle beraber anlayış değiştiğine göre hayata bakıştan amele dek her şey değişir. 
İbda Mimarı 40 yıllık gerginliğe işaret etmek suretiyle bir yandan hâlen 15. İslâm asrı içinde olduğumuzu bize hatırlatırken, diğer taraftan da 1440 senesinde 40 yıllık gerilimin artık hayatın olağan akışına yansımaya başlayacağına dikkat çekmektedir.

Dünyanın Esas Meselesi
Bugünkü dünyanın esas meselesini, “Adalet Mutlak”a başlıklı konferansta Kumandan Salih Mirzabeyoğlu şu şekilde tarif etmişti; “Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor, ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir, sonra yaptırım hâline getirirsin, müesseseler oluşur.” Günümüz dünyasındaysa tam tersine yaptırımlar konuyor ve bu yaptırımların ahlâklaşması, vicdanî değerler hâline gelmesi bekleniyor. 

Fikir planında ast-üst ilişkisi tersine dönmüş vaziyette. İdeallerin vasıtalaştığı, vasıtaların idealize edildiği bir dönem bu. Dinden ahlâk ve vicdan müesseselerine kadar her şey, belli zümrelerin elinde toplumun diğer kesimlerini kandırmak için kullanılan birer vasıtadan ibaret. Vasıtalık ettiği istikamet nisbetinde değer kazanan şeyler ise ideal muamelesi görüyor. Doğan ruhî boşluk ise insanın nefsi, hayvanî iştiyaklarının tatmini üzerinden ikâme edilmeye çalışılıyor ki, bu da ruhî hastalıkları ferdî plandan çıkarıp, cemiyet planına aksettiriyor. 

Rönesans ile beraber bütün değerlerde meydana gelen değer değişimi, müntehasında yaşanmaya değer bir hayata çıkmadı. Bugün, 15. İslâm asrından beklenen, Rönesans’tan daha büyük bir değerler değişimi meydana getirmek suretiyle dünya çapında beklenen inkılabı gerçekleştirmesidir. 

Eko-Politik
Büyük Doğu-İbda’nın temel prensiplerinden biri de sermaye ve mülkiyette tedbirciliktir. Bu prensip senelerce servet düşmanlığı olarak anlaşılmış ve hayalperest olmakla itham edilmişti. Bugüne geldiğimizde, globalizm neticesinde sermayenin milliyeti olmayan bir düzene geçilmesiyle beraber, liberalizmin sermayeyi urlaştırmayı zenginlik addedişinden doğan anlayış da iflas etmiş bulunuyor. Servet sahiblerinden alınan vergiler üzerine kurgulan sosyal devlet anlayışı çökerken, bu sosyal refah ortamına dayanan düzenler de bir bir iflâs ediyor. Diğer taraftan, devletlerin masraflarının finansmanının yükü de bir asır sonra yeniden orta ve alt gelir sınıfının omuzlarına yüklenmiş oluyor. E tabiî senelerce milletlerine yegâne müşterek payda olarak bu sosyal refah ortamını sunan devletlerin birlikleri de çatırdamaya başlıyor. Grev ve isyanların artarak çoğalması ve bilhassa Avrupa’da bu işin evvelâ vandalizme, oradan da faşizm ile nazizmaya kadar evrilmesi mukadder. Çünkü müşterek payda olarak milletlerine teklif edebilecekleri mücerretleri yok. 

Bugün İngilizlerin Avrupa Birliği’nden çıkması, Amerika’nın dünyanın jandarmalığını bırakmaya başlamasının altında hep bu sebebler var. Fakat onların atladığı husus da şudur ki, bu gibi tedbirler almak suretiyle içinde bulundukları vaziyetten çıkmaları mümkün değildir. 

Hicrî 1440
Fay hatlarında meydana gelen birikim nihayetinde depremler doğuyorsa ve depremler nasıl ki geciktikleri takdirde birikim artıyor ve sonunda meydana gelen depremin şiddeti büyüyorsa, 1400’den itibaren geçen 40 yıllık zaman zarfı da benzer bir gerilime sebeb olmuştur. Bunun neticesinde sıkışan birikim illâ ki ortaya çıkacak ve bu gecikme dolayısıyla şiddeti de büyük olacak. 

İbda, rönesansını tamamlamış, bütün değerlere hak ettiği hakiki değerlerini atfetmiş, mevcut sıkıntılar ile prensiplerinin esasında birer zaruret olduğu açığa çıkmış bir şekilde, beklenen olarak o günün şafağında sabırla hâkimiyet çığırını gözlemektedir.

Baran Dergisi 625. Sayı