Türkiye’de devletin iç ihanet şebekelerine yönelik operasyonları başladığından beri memleketten kaçan soluğu Avrupa yahut Amerika’da alıyor. Mesele mülteciler olduğu vakit kapılarını sıkı sıkıya kapatan Avrupalılar, Anadolu’da kendi içinden çıktıkları milletin ruh köküne düşmanlık edenlereyse kucak açmakta bir beis görmüyor. Avrupa’nın bu tavrı aslında yeni de değil. Asırlardır bu topraklarda fitne çıkaran, hainlik eden her kim olmuşsa soluğu Avrupa’da almış, orada himaye görmüş ve desteklenmiştir. Anlaşılacağı üzere Avrupa da tarihî misyonunu yeniden üstleniyor.
 
Avrupa Birliği
Avrupa’da bir birlik meydana getirme fikri, 1400’lü yıllardan beri, bilhassa da İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet, yani Müslüman Türkler tarafından fethinden beri tarihçileri, filozofları, hukukçuları ve siyasetçileri meşgul etmiş mevzulardan biriydi. Devlet-i Aliyye’nin Birinci Dünya Savaşı ile beraber yıkılması ve hemen akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı ve bunun sonucunda kurulan iki kutuplu dünya düzeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan ağır hasarla çıkan ve bir güç olarak varlığını sürdürmek isteyen Avrupa’yı birleşmek zorunda bıraktı. 500 senelik rüya, Avrupa için nihayet gerçekleşmişti; fakat birliğin etrafında temerküz ettirileceği fikir olmayınca ve birleştirici maya olarak hormonlu-sunî sosyal refah benimsenince, meydana gelen ekonomik dalgalanmalar ve sosyal refahı tehdit eden unsurlar dağıtıcı rol oynadı.

Bir diğer tarafıyla da, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünyayı iki kutuplu şekillendiren şartlar ortadan kalktı; fakat taraflar hiyerarşilerini bozmaksızın ellerindeki tüm imkânı ve tecrübeyi Müslümanlara doğrulttular. Lâmı cimi bir kenara bırakalım: Tarih kitaplarında nefretle okuduğumuz Haçlı Seferleri’nin, daha üst versiyonunu, küfrü daha birleşmiş ve enstrümanları daha çeşitli vaziyette idrak ediyoruz. İslâm Âlemi’ni Mağrip’ten Ortaasya’ya, Afrika’dan Kafkasya’ya kadar baştan sonra nizamî ve gayr-ı nizamî savaş alanı hâline getiren Batı, bugün kendi menfaatinden, kendi hükümranlığı ve hâkimiyetinden başka bir konuda ihtilâfa düşmüş değildir. Buna mukabil, Batı’nın bu tavrı, görünen o ki kendi sonunu da hazırlamaktadır.

İmparatorluklar döneminden kalma Batılı sömürgecilik zihniyeti sona ermedi; fakat şekil değiştirdi. Bilhassa ikinci ve üçüncü dünya ülkesi diye anılan memleketlerde dayatılan demokrasi kılıflı sömürgecilikten kaynaklanan yoksulluğun, kapitalistlerin daha fazla pazar, daha fazla kârlılık adı altında değişime uğratması, teknoloji nimetlerinin buralara da ulaşması dengeleri değiştirdi. Modern sömürge devletlerin başında yer alan işbirlikçi idarecilerle milletler arasındaki aranın açılması, Kuzey Afrika’da Arab Baharı ile neticelendi. Halk ihtilâlleri silsilesi her ne kadar milletlerin senelerdir özlemini duydukları hürriyet ve refah ortamının doğmasıyla neticelenmiş olmasa da, dünyanın statükosunu altüst etmeye yetti.
Afganistan, Irak ve ardından Arab Baharı, 2008 ekonomik krizi, göç, mülteci krizi ve diğer meselelerde, geçen zaman içinde iyiden iyiye hantallaşan Batılı müesseseler, birbirleriyle olan anlaşmazlıklar da eklenince çözüm merci olamadılar. Krizler çözümsüz kaldıkça, yeni krizler doğurdu.

İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve sonrasında kurulan milletlerarası müesseseler, bu dönemde işlevini yitirdi. Adalet başta olmak üzere bu müesseseleri doğuran kavramların içi boşaldıkça, bir yandan işlevlerini bir yandan da meşruiyetlerini yitirdiler.

Arab Baharı ile beraber doğan mülteci sorunu, Avrupa’nın meydana getirdiği sunî refah ortamını şiddetle tehdit ederken, senelerdir Batılıların dillerine pelesenk ettiği hümanizm, özgürlük, eşitlik gibi mefhumların da birer yalan olduğunu açıkça ortaya çıkardı.

2008 senesinde meydana gelen ekonomik kriz her ne kadar A.B.D. kaynaklı olsa da, kapitalizm ve globalizm dolayısıyla faturanın büyüğü Avrupa’ya kesildi. Olmayan para ile oynanan kumara benzeyen kapitalist ekonomik sistemde, kasanın, yani A.B.D.’nin kaybeden olmayacağı açıktı; fakat Avrupa, böylesi büyük bir hesabın kendisine kesileceğini kestirememişti; fatura geldiğinde de ne yapacağını bir türlü bilemedi. Mahkûm pozisyona düştü.

Sermayeyi elinde tutan Siyonistlerin, Avrupa’ya art arda operasyon yaptıklarından bu sayfalarda daha önce de bahsetmiştik hatırlarsanız. Alman otomotiv devlerine kesilen cezalar, dışarıda yapılan üretimden elde edilen gelirin Avrupa bankalarına uğramaması gibi operasyonlar neticesinde, AB’nin sosyal refah ortamının tehdit altında olduğunu söylemiştik. Bu da kazın bir diğer ayağı olarak karşımızda duruyor.
 
Türkiye Avrupa Birliği Münasebetleri
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci, 1963 yılında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamasıyla başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanan süreçtir. 1999 yılında AB üyeleri tarafından aday olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başladı.

Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri 31 Temmuz 1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusu ile başlar. AET Bakanlar Konseyi’nin başvuruyu kabul etmesi sonrasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ankara Anlaşması ortaklık yaratan bir anlaşmadır. Bunu 1970 yılında imzalanan Karma Protokol izlemiştir. Türkiye’nin, sonradan Topluluk üyesi olan birçok ülkeden daha önce Topluluk ile ilişkilerini başlatmış olan bu iki önemli belge, o tarihlerden sonra ve 17 Aralık 2004 tarihli Avrupa Konseyi Sonuç Bildirgesi sonrasında halen devam etmekte olan süreçte Türkiye–AB ilişkilerinin hukuki dayanaklarındandır.

Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin üyeliği ne kadar yokuşa sürülüyorsa, Gümrük Birliği ise Türkiye’ye o kadar açıktı. Gümrük Birliği, ülkeler arasında herhangi bir gümrük vergisi veya tarifesi olmadan ticaret yapılması, üçüncü ülkelerden yapılan ithalatlara ortak bir dış tarife uygulanması ve ortak ticaret politikalarının uygulanması demektir.

1963 yılında Türkiye AET ile Ankara Anlaşması olarak bilinen bir Ortaklık Anlaşması imzaladı. Anlaşma, Türkiye’nin AB Ortak Pazarı’na, kurulacak bir gümrük birliği vasıtasıyla kademeli olarak katılımı için aşağıda belirtilen üç aşamayı öngörmekteydi:

Hazırlık aşaması (1964–1970),
Geçiş (1973–1995),
Nihai aşama (1996’dan tam ekonomik entegrasyona kadar).

1973 yılında hazırlık aşamasının sonuna gelindiğinde, iki taraf arasında gümrük vergilerinin kaldırılmasını amaçlayan bir Ek Protokol benimsendi. Bu protokole göre AB, Türk kökenli sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini geçiş döneminin en başından itibaren kaldırırken, Türkiye’nin AB sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini kaldırması kademeli olarak gerçekleşecekti. Türkiye’nin Gümrük Birliği’nin uygulamaya konmasını tamamlaması için 22 yıllık bir süre öngörülmüştü.

1995 yılında, geçiş döneminin tamamlanmasından sonra, Gümrük Birliği Kararı kabul edilerek Türkiye, AB sanayi mallarına uygulanan gümrük vergilerini kaldırdı. Karar 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girdi.
 
AB Uyum Yasaları ve Gümrük Birliği’nin Türkiye Açısından Maliyeti
Avrupa, savaşların ve acıların sona ermek bilmediği coğrafyanın uzağında kurmuş olduğu sunî refah ortamını muhafaza etmek için çeşitli yasalar üzerinden bir birliktelik tesis etti. Sonrasında üye olmak isteyenlere de kimilerini kendi klüblerine uygun hâle getirmek, kiminin ise üyeliğini mümkün kılmamak için uyum yasası diye dayattı. Türkiye’nin son beş senesi özelinde konuşalım... Askerî ve yargı bürokrasisi içine sızmış unsurların iki darbe girişimine maruz kalmış, 6-8 Ekim’de iç savaş denemesi gerçekleşmiş, güney sınırında yer alan hem Suriye ve hem de Irak’ta iç savaş kisvesi altında Üçüncü Dünya Savaşı yaşanan Türkiye, nasıl olacak da emniyet içindeki, sıkıntısız, gündeminde park ve bahçeleri çevreleyen çitlerin yüksekliğinin tartışıldığı Avrupa’nın kendi kurallarını benimsesin? Benimsese memleket elden gidecek, ki bu Avrupa’nın işine gelir. Benimsemese üyelik olmayacak, ki zaten AB’nin dayatma sebebi de aslında bu zaten.

Bir diğer taraftan Gümrük Birliği... Avrupa’nın Türkiye’yi ucuz iş gücü şeklinde görmesi dolayısıyla Türkiye ile yapmış olduğu anlaşma. Bizim Türkiye’de üretip Avrupa’ya ihraç ettiğimiz malların neredeyse tamamı yine Avrupalı şirketlerin Türkiye’deki yatırımlarında üretilmiş mallar. Elimizde kalan ise istihdam açığının düşmesi ve personele verilen ücret. Buna mukabil ithâl ettiğimiz mallar dolayısıyla gelişmeyen ve mevcut anlaşmalar muhafaza edildikçe de gelişmesi mümkün olmayan sanayi ve teknoloji... Avrupa’dan gümrüksüz giren ve çoğu zaten Türkiye’de üretilen mallar ile millî yatırımcı nasıl ve niçin rekabet etsin? Teknoloji ve bilim Türkiye’de niçin gelişsin? Yaparsın inşaatı, alırsın paranı... İnşaat için gerekli olan malzemeyi de zaten ya Avrupa’dan ithâl ediyorsun ya da iç piyasada Avrupa’nın içimizdeki uzantısı 3000 Aileden alıyorsun. Avrupa için nasılsa sıkıntı yok...

Ne yapmalı?
Süreç ortada. Avrupa’nın niyetinin de üzüm yemek olmadığı açık. Öyleyse onların zayıf karnına yönelmek, canlarını yakmak gerekmez mi? AB ile olan üyelik başvurusunun geri çekilmesi ve bunun tabiî neticesi olarak da Gümrük Birliği anlaşmasının fesh edilmesi... Avrupa’nın Can Dündar’a, FETÖ mensublarına, PKK’lılara ve diğer iç ihanet şebekelerine vermiş olduğu desteğin bedelini ödetme vakti gelmedi mi?

Salı günü düzenlenen HDP Grup Toplantısı'nı izlemek üzere Belçika Büyükelçisi Marc Trenteseau, Avusturya Büyükelçisi Klaus Wölfer ve AB ülkelerinden bazılarının Büyükelçilik görevlileriyle beraber 38 ülkeden temsilci geldi ve akılları sıra Türk hukukunu ve yargısını protesto ettiler. Aslında köpeği bağlıyorsun, sahibi çıkıp yaygarayı basıyor. Kim kimin iti aşikâr oluyor ve böylelikle milletimizin aklındaki soru işaretleri de giderilmiş oluyor. Bu bakımdan hayırlı da... Diğer taraftan büyükelçi ve büyükelçilik çalışanlarının Türk Dışişlerinden izin almaksızın böylesi toplantıları iştirak etmeleri esasında diplomatik skandal, rezalettir. Burası müstemleke mi ki, bunlar kafalarına göre Türkiye’nin iç meselelerine açıktan, meydan okurcasına taraf oluyorlar? Dışişleri Bakanlığı’nın süratli bir şekilde bu toplantıya katılan diplomatları “persona non grata” ilân etmesi ve ardından gereği yapılmadığı taktirde uçağa bindirip ülkesine göndermesi gerekiyor. Bağımsızlık lâfta olmuyor, gerekenin gerektiği şekilde yerine getirilmesi de şart.

Türkiye Avrupa Birliği ile beraber Gümrük Birliği’nden ayrılsın. Bize dünyada pazar mı yok? Hem lâf aramızda millî olarak zaten ne üretiyoruz ki? Biz bu anlaşmayı feshedelim ve ondan sonra izleyelim; 2008 ekonomik krizinden beri belini doğrultamamış olan Avrupa, o zaman ne yapacak bakalım. Hem böylelikle kendi millî ekonomimizi de inşa etmemiz için bir fırsat, bir imkân doğmuş olur.

Unutmadan, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 13. maddesi der ki; “Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.” Bize göre bu madde temel hak ve özgürlükleri, fert hürriyetini kısıtlayıcı bir maddedir. Devlet sınırları insanların serbestçe dolaşma ve oturma hakkına engel teşkil edemez, bu hürriyeti kısıtlayamaz. Suriye ve Iraklı mültecilerin nasıl ki içinde bulundukları insanlık dışı şartlardan kaçıp Türkiye’ye sığınma hakkı varsa, Avrupa’ya da vardır.

Yapılması gereken, dediğimiz gibi Avrupa Birliği üyelik başvurusunun geri çekilmesi, akabinde Gümrük Birliği’nin feshedilmesi ve diğer taraftan da artık mültecilerin Avrupa’ya giden yolunun açılmasıdır.

Bunlar yapılırsa emin olun ki, artık tedirgin olunacak siyasî yahut ekonomik bir Avrupa da kalmayacaktır.
Baran Dergisi 513. Sayı