Kafasına takke geçirmiş bir hoca, Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbarat teşkilâtı CIA, Cumhuriyet Halk Partisi, global para ve finans sistemi, o hocanın donunu koklayarak Nirvana’ya çıkan müritler, Batı meftunu Beyaz Türkler ve aslen “İran asıllı” bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Çok affedersiniz ama, ulan böyle teşkilât mı olur? Nasıl kadro ama değil mi? Senelerdir zihinlere çizilmiş imajlar açısından evet, mümkün olmayan bir kadro; fakat bu tipleri tanıyanlar açısından ise son derece tabiî bir saflaşma.
***
17-25 Aralık sürecinde, Amerikan istihbaratının Türkiye şubesi FETÖ’nün, İran’a yönelik ambargonun delinmesi gerekçesi ve yolsuzluk bahanesiyle gerçekleştirdiği yargı operasyonunu hatırlıyoruz. Hükümet bu saldırıyı o dönem bertaraf etmişti. Buna mukabil aradan geçen zaman zarfında FETÖ’cülerin elde ettikleri bilgi ve belgelerle beraber Amerika’ya sığınması ve Rıza Sarraf’ın bugün anlaşıldığı kadarıyla bir anlaşma dahilinde itirafçı olması dolayısıyla iş başka bir mecraya taşınmış oldu. Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın da tutuklu yargılandığı bu davada hakkında tutuklama kararı çıkartılan isimlerden biri de eski bakanlardan Zafer Çağlayan.
***
Bizim siyasetçi, gazeteci ve aydın takımı bir meseleyi ele alıp bütün hâlinde neyin ne olduğunu izah edemediği için, evvelâ suçlamanın ne olduğu, Amerika’nın böylesi bir suçlama ve ceza kesme hakkını hangi hukukî kılıfa uydurduğu ve ne gibi bir yaptırımı olduğuna bir bakalım.




Asıl Suçlama Ne?
Görevden alınan New York Savcısı Preet Bharara tarafından Rıza Sarraf’a ve sonra Bharara’nın selefi Joon H. Kim tarafından Hakan Atilla’ya iki önemli suçlama yöneltiliyor. Savcı, Amerikan yaptırımlarına göre “kara para” olarak kabul edilen İran petrol ve doğalgaz ticaretinden kaynaklanan para transferlerinin banka dolandırıcılığı olduğunu ve Amerikan finans kurumlarının yanıltılarak milyonlarca doların aklandığını, böylelikle hem İran ambargosunun hem de 1977 tarihli Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası’nın (IEEPA) ihlâl edildiğini iddia ediyor.
Savcı Bharara’nın yaptığı suçlamaların odağını teşkil eden para transferleri, Amerikan vatandaşı olmayan bir kişinin, ABD dışındaki bir ülkede, yine Amerikan sermayesi ile ilişkisi olmayan bir banka tarafından, Amerikan sermayesinin ortak olmadığı iki şirket arasındaki ticarî ve maddî ilişkileri oluşturmasına rağmen, bunun nasıl olup da Amerikan hukuku açısından bir davaya konu olabildiği sorusu ise, bu transferlerin bir bacağında “Amerikan dolarının kullanıldığı” iddiasıyla cevaplanıyor. Savcılık makamı, toplamda her bir davalı için 50 yıl hapis cezası istediği suçlamaları da, bu işlemlerde Amerikan dolarının kullanılmasına dayandırıyor.

Amerikan yaptırım rejimi kapsamında ilk defa ABD vatandaşı olmayan, ABD’de yaşamayan ve hiçbir ticarî ve maddî operasyonunu ABD’de veya ABD sermayeli bir şirket veya banka ile yapmayan, bağımsız bir ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşının dava edilebilmesi, yeni bir paradigma değişimi anlamına da geliyor.
Daha da ötesi, hem Sarraf’a hem de Atilla’ya karşı açılan davaların odağında IEEPA’ya aykırılık olması, suçlamaların nitelikli banka dolandırıcılığı veya kara para aklama gibi milletlerarası suç tanımlarıyla değil de, IEEPA ile ilişkilendirilmesi ise, ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor.

ABD ve Maddî Gücünü Kullandığı Diğer Vakıalar
Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası (IEEPA), Jimmy Carter’ın başkanlığı sırasında 1977’de yasalaşmıştı. Bu yasa, yabancı bir kaynaktan olağandışı ve alışılmadık bir tehdidi bertaraf etmek amacı ile ABD Başkanı’na millî acil durum ilânı yaptıktan sonra, ticareti düzenleme yetkisi veriyor. Daha önce de benzer yasalar ile ekonomik, malî düzenleme ve yaptırımlar gerçekleştirmiş olan ABD, 1973’ten sonra patlak veren Ortadoğu hadiselerine ve petrol krizine cevap olması amacıyla çıkardığı IEEPA Yasasıyla, Başkan’a, yabancı ülke vatandaşlarının ya da ABD’de yerleşik bazı yabancı uyrukluların yurtdışındaki varlıklarını dondurarak ya da “bloke” ederek ABD millî güvenlik çıkarlarını koruma yetkisi tanıyordu.

O tarihten itibaren sık sık başvurulan bu yasa ile hem baba George ve oğlu George W. Bush hem de Barack Obama yönetimleri, çeşitli ülke vatandaşları ile örneğin Muammer Kaddafi gibi devrik liderlerin ABD’nin hâkimiyet alanı içinde bulunan varlıklarına defalarca kez el koydu. Credit Suisse (İsviçre) veya Deutsche Bank (Almanya) gibi bankaların, IEEPA kapsamında gözlem altında tutulan kişi ve şirketlerle para sisteminde Amerikan millî çıkarlarıyla örtüşmeyen ticarî ve maddî işlemleri yüksek cezalar ile sınırlandırıldı veya engellendi.

2009’da benzer bir suçlamaya muhatap olan Credit Suisse, İran, Libya gibi IEEPA’nın yaptırım radarı altındaki ülke vatandaşlarının para transferlerine aracılığı nedeni ile 600 milyon dolara yakın bir ceza ödedi. Deutsche Bank ise benzer suçlamalar ile 2008’den itibaren Amerikan ve İngiliz makamlarına yaklaşık 10 milyar dolar civarında ceza ödemek zorunda kaldı. Bu cezalara konu olan para transferleri ABD dışında gerçekleşse de, hem Credit Suisse’in hem de Deutsche Bank’ın milletlerarası bankacılık operasyonlarının niteliği ve Amerika’da da temsil edilmesi nedeni ile ceza ödeme yükümlülüğü gerçekleşmek zorunda kaldı.

Kıta Avrupa’sının en büyük ekonomisi Almanya’nın amiral gemisi olarak da bilinen bankası Deutsche Bank’ın Amerikan para gücüne direnememesi, Almanya’nın para gücünün de sınırlarını belirlemesi açısından önemlidir. Keza Rusya’nın olabildiğince saldırgan politikalarının seyri, ekonomik zenginliğini önemli ölçüde dayandırdığı petrol ve doğal gaz gelirlerinin akıbeti ile de ilgilidir. Zira enerji fiyatlarının milletlerarası sistemde hâlen dolar üzerinden belirleniyor olması, Rusya’nın Amerikan politikalarına olan onayını da şekillendirecek ve bu seyir mahallî güvenlik dengelerini okumak isteyenler açısından önemli bir ölçüt olma keyfiyetini devam ettirecektir.

Ez cümle para gücü, Amerikan gücünün ana kaynağıdır. Amerika para üzerinden global hâkimiyetini sürdürmekte ve parayı, tıpkı askerî güç gibi adeta bir cezalandırma vasıtası olarak kullanmaktadır. Doların rezerv para birimi olarak tahtını koruması ve kurulu ekonomik sistemdeki bilhassa online dolar transferlerinin Amerika’nın bilgisi olacak şekilde tesis edilmiş olması, bu hakimiyetin dayanak noktalarını teşkil ediyor.

İran Ambargosu ve Türkiye
ABD, Türkiye’nin İran’ın ekonomik gelirlerini koruma şemsiyesi altına aldığı 2009’dan itibaren, Ankara’nın bağımsız dış politik hamlelerini zayıflatmak maksadıyla finansal zorlayıcı diplomasi araçlarını devreye sokmuştur. Bu müdahalelerin odağında bulunan Halkbank’a, 2009-2013 yılları arasında İran ambargosu nedeni ile yapılan küçük uyarılar, Amerikan para gücü araçları eliyle Türkiye’ye milletlerarası sistemdeki yerini hatırlatma amaçlı müdahaleler olarak yorumlanmıştı. Amerikan Hazine Bakanlığı’ndan yetkililer, bu uyarıları ilgili taraflara yüz yüze aktarmak için sayısız defa Türkiye’de Ali Babacan, Mehmet Şimşek ve bankaların üst yönetimleri ile hararetli toplantılar gerçekleştirdiler. Wikileaks’de yayınlanan toplantı notlarından da anlaşıldığı üzere, bu zaman zarfında Washington-Ankara hattında “para gücü” ekseninde aktörler arasında ciddi bir “uyumsuzluk” hâkim olmuştu. Ancak 17-25 Aralık 2013’ten sonra meydana gelen gelişmelerin tetiklediği gerilim, Türkiye-ABD ilişkilerindeki uyumsuzluğun yerini derin bir krize terk etmesine zemin hazırladı. Bu krizin yapıtaşlarının kurgusunda ise 24 Ocak 2014 tarihli Bankalar Yeminli Murakıbı ve halen FETÖ soruşturması kapsamında firari sanık olarak yargılanan Osman Zeki Canıtez’ın hazırladığı bilirkişi raporu dikkat çekiyor.

Kamuoyunda “yolsuzluk soruşturması” olarak bilinen 17/25 Aralık soruşturmaları sırasında “Komisyon oranlarının düşürülmesi, rüşvet ilişkisi ve sahte evrakla işlem yapılmasına göz yumulması gibi” suçlamalarla ilgili olarak talep edilen bilirkişi raporunda dikkati çeken ifadeler, hayli uzun bir dizi suçlama ve uyarıyı da içeren “Halbank’ın İran yaptırımları ile ilgili rolünün suç vasfının ve bu durumun yaratacağı olası etkilerin...” anlatıldığı bölümde dile getirilmiş.

İran’a yaptırımlar ve Halkbank’ın rolü ile ilgili olarak...” ifadesiyle başlayan söz konusu bölüm “…özellikle ABD’nin İran’a karşı yaptırım kararlarına muhalif işlemler gerçekleştirilmesini” bir suç olarak tanımlıyor. Murakıp Canıtez’ın raporun devamında dile getirdiği “...başta USD olmak üzere yabancı para işlemlerinin kısıtlanması, yurt dışındaki muhabir banka ilişkilerinin dondurulması...” gibi, 2009-2013 yılları arasında, ABD makamlarınca Türk bankalarına yapılan tehditler, adeta bir suç olarak tanımlanmış ve bu suçun önlenmemesi halinde Halkbank’ın ve dolayısı ile Türkiye’nin başına gelebilecekler sıralanmıştır.

Bu noktada birkaç hususa açıklık getirmek gerekiyor. ABD yaptırımlarına uyup uymama, ceza hukukunu değil, siyasi karar alıcıların bahse konu olan ülkeyle kurdukları dış siyaseti ilgilendirir. Ayrıca bankalar yeminli murakıbı, devletin temel dış siyasetini sorgulamak amacı ile değil, Bankacılık Kanunu’na veya Türk Ceza Kanunu’na aykırılık teşkil eden işlemleri tespit etmesi için görevlendirilmiştir. Üstelik bağımsız Türk Devleti’nin ne Bankalar Kanunu ne de Türk Ceza Kanunu’nda “ABD yaptırımlarına aykırılık” gibi bir suç tanımı yer almamaktadır.

Canıtez’in, 25 Aralık 2013 tarihli Başsavcılık talebiyle araştırması istenilen suçlamalara konu işlemler ile hiçbir alâkası olmadığı hâlde ABD yaptırımlarını referans alması hayli düşündürücü. Ama daha da ilginç olan, raporda İran’a yapılan petrol ve doğalgaz ödemelerine yönelik, Amerikan savcılarının yaptığına benzer biçimde “kara para” iması ve suçlamalarının bulunması...

Türkiye’ye Yönelik “Sistemik Yıkım” Planlanıyor
Halkbank konusu, popüler siyasî tartışmaların zaman zaman merkezinde yer alması nedeni ile hak ettiği gündemi ne yazık ki oluşturamadı. Oysa milletlerarası hukuk nezdinde edinilmesi İran açısından bir hak olan petrol ve doğalgaz gelirlerinin, milletlerarası sistemde ve BM kontrolünde finansal aracılığını üstlenen Halkbank’a, ABD tarafından yöneltilen baskı ve suçlamalar hukuksuzdu ve bu hukuksuzluğa siyasî yelpazenin tüm taraflarının birlikte direnmesi gerekiyordu.

Halkbank’a yöneltilmiş olan dikkatlerin sadece Rıza Sarraf ve birtakım siyasîler hakkındaki rüşvet, yolsuzluk gibi iddialar üzerine odaklanması, Türkiye’ye yönelmiş olduğu açık olan ekonomik ve finansal itibarsızlaştırma girişimlerini de perdeledi. Oysa süratle bu meselenin iç siyasetin kısır polemiklerinin girdabından çıkarılması gerekiyordu.

Artık mesele sadece Halkbank’ı değil, Halkbank üzerinden Türkiye’nin tüm finansal ve parasal ağını etkileyecek ve Türkiye’nin kaynak üretme kapasitesine derin bir darbe indirme potansiyeli taşıyan gelişmeleri tetikleyecek aşamaya gelmiştir. Bu aşama milletlerarası para ilişkileri uzmanlarının tabiriyle bir “sistemik yıkım” aşamasıdır.
Milletlerarası para ilişkileri literatüründe “sistemik yıkım”, aşamalı bir dizi zorlayıcı güç aracının sonuncusu olarak tanımlanır. ABD, II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren global finansal sistemin kurgusunu yapısal gücünün ona verdiği özerklik ve tesir derecesi nispetinde yapmıştı. Amerikan dolarının yüzyılı olarak da adlandırılacak olan 20. yüzyıl, para gücünün sınırlarını liberal politikalar ve globalleşme eliyle tüm dünyaya yayan ABD’ye, gücünü artırma olanağı sunmuştur. ABD’nin, 1956 Süveyş Krizi’nde İngiliz ve Fransız askerî varlığını bölgeden çıkarmak için kurguladığı kur manipülasyonu öylesine etkin olmuştur ki, İngiltere iflâsın eşiğine gelmiş ve 19. yüzyıldaki para gücünün son izleri de böylelikle silinmiştir.

Diğer yandan aynı dönemde merkeze bağımlı ülkelerin, liberalizm adı altında dayatılan bir takım para ve ekonomi politikaları ile direnç kapasiteleri olabildiğince zayıflatılmıştır. Global finans ve para sistemine bağımlı hâle getirilmiş Türkiye gibi ekonomiler de zamanın onlara sunduğu dönüşümden yaralanmak istedikleri ânda, Halkbank örneğinde olduğu gibi sistemik yıkım saldırılarına maruz kalmışlardır.

Bu senaryolara karşı ekonomisini olabildiğince korumayı başarmış ve ekonomik büyümenin olumlu etkisini öncelikle direnç kapasitesini artırmak için kullanmış olan Çin ise, maddî özerkliğini zamanla para gücüne dönüştürmeyi başarmıştır. Bu sebeble, asıl güç, başkasına uyguladığınız yaptırım gücü değil, başkasının sizi normal koşullarda kabul etmeyeceğiniz bir şeyi yaptırmaya zorlaması halinde ona direnebilme kapasitenizdir. Yoksa doların geçerli olduğu global ekonomik sistem içinde Çin’in para gücünün dahi Amerika karşısında bir yaptırım gücü yoktur.

Bugün Halkbank ve gelecekte belki de Ziraat Bankası üzerinden yapılacak bir sistemik saldırıya hem müesseseleşmiş zenginliklerimizi koruyarak hem de ekonomi ve para direnç kapasitemizi müesseseleştirerek ve devlet kapasitemizi güçlendirerek nasıl karşı koyabileceğimiz suâline süratle odaklanılması gerekir.

Amerika’nın para gücü, dolarize Panama ekonomisindeki trilyonlarca dolar büyüklüğündeki kara paranın soruşturulmasına gerek görmezken, menfaati icabı Türk ekonomisine sistemik saldırıda bulunabiliyor. Aslına bakacak olursak, seneler evvel işletilen sömürgeciliğin yeni bir yüzüyle karşı karşıya bulunuyoruz. Türkiye’nin sınırlı para ve finans özerkliği, dış politikasındaki bağımsızlaşma talebinin bedelini ağırlaştırıyor.

Finans ve maddî güç ilişkileri, milletlerarası sistemi şekillendirmesi ve tüm bunların tabiî bir uzantısı olarak mahallî ve global güvenlik paradigmalarını doğrudan etkilemesi nedeni ile odaklanılması gereken en temel alanlardır. Halkbank’a yapılan bu sistemik yıkım saldırısı, sadece bir bankaya yapılmış bir müdahale olarak değil, Türkiye’nin direnç kapasitesinin artırılması gerektiğine ilişkin acil ihtiyacı yeniden hatırlatması nedeniyle bir uyarı olarak da algılanmalıdır.

Siyasî irade çoğu zaman hataya düşebilir. Ancak asıl hata, millî menfaat şuurunu yitirmiş ortak millî iradeyi üretemeyen toplumdadır. “Millî finans güvenliği” konusu da zaman kaybetmeden ele alınması ve siyaset üstü bir konu olduğuna tüm toplumun inanması da yaşadığımız çağın yeni meselelerindendir. Yoksa CHP’nin yaptığı gibi Amerikan mahkemesinin önünde karargâh kurup ceza dilenmekle irade sahibi değil, köpek olunur.

Operasyonun Türkiye Ayağı
Amerikan istihbaratının Türkiye’deki âleti FETÖ 15 Temmuz’dan sonra tesirini yitirdiği için, bu operasyonun ülkemizdeki ayağını bu sefer bilhassa Beyaz Türkler ve onların siyasî partisi CHP üstlenmiş vaziyette.
Bunların müşterek özelliği, bön bir Batı hayranlığıdır. Her birinin illâ ki yurt dışında bir evi ve yatırımı vardır. Çocuklarından illâ ki biri yahut bir kaçı o topraklarda doğmuş ve yine Batı okullarında eğitim almışlardır. Anadolu’ya karşı bir aidiyet hissi duymazlar. Onlar için bu topraklar, hiçbir hukuk kaidesine uymalarına gerek kalmaksızın sömürdükleri çöplükleridir. Onların gözünde bu toprakların aslî sahibi olan Anadolu insanı ile hayvan arasında bir fark yoktur ve hatta çoğu kere gördüğümüz üzere süslü bir fino köpeği milletimizden daha değerli bile olabilir. Bu kimseler için Batı ne diyorsa o iyi, güzel ve doğrudur, geri kalan her şey tartışılabilir ama Batı’nın buyrukları mutlaktır. Din ise yalnızca gariban ve cahillerin inandığı bir kültürdür onlar nezdinde. İçeride meydana gelebilecek herhangi bir karışıklıkta, kapağı Yunan toprağına atmanın en kolay yolu olduğu için hemen hepsinin Ege bölgesinde bir evi ve mümkünse en yakın limanda her zaman hazır duran bir de yatı vardır. CHP, kurulduğu günden bu yana Batıcılığı dayatmak ve diğer taraftan da Batıcıların siyasî çıkarlarını geri kalan bütün milletten üstün tutmak gibi bir misyon benimsemiştir. Bugün de varlık sebebine son derece mutabık bir şekilde hareket etmektedir.
Türkiye’de, CIA, FETÖ, Beyaz Türk ve CHP’yi bir safta buluşturan saik de budur.
***
Amerika ile bir hesablaşmanın eşiğinde olduğumuzu defaatle dile getirdik. Aslına bakacak olursanız, bu iki devlet yahut iki milletin değil, senelerdir Doğuyu sömürge sahası hâline getirmiş olan Batı ile Doğu’nun, İslâm ile tek millet olan küfrün, iyiyle kötünün, güzelle çirkinin, doğruyla yanlışın hesablaşması olacak.

Bizim siyasîlerimizin iş ortaya irade koymak olduğundaki tutuklukları ve edilgenlikleri dolayısıyla öyle görünüyor ki, ABD tarihteki en büyük cezayı bize kesecek ve “sistemik yıkımı” elinden gelen bütün ambargolarla da destekleyecek. Bu kötü gibi gözüken manzaranın kanaatimizce müthiş bir iyiliği olacak: Dürtülmeden uyanmayan siyasîlerimizi ve bir kısım yetkililerimizi “muvazaa” uykusundan uyandıracak ve 15 Temmuz’dan sonra şaşkınlıkla pas geçilen, yüzyılın birikimi iç hesablaşmayı bir ân evvel gerçekleştirme imkanı doğacak. İç hesaplaşma deyince çok korkmayın: Bugün elinde para ve yetki bulunduran bütün Batıcıların elinden bunları zorla almak kast ettiğimiz… Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “zaten ellerindeki bütün para, bu halkın parası…”

Bu tıkanmış ve özünde Hak ve halk düşmanı rejim ile Türkiye daha fazla yol alamaz. Artık eskiden olduğu gibi  “yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek yaranmaya çalışan köpek pozisyonuna da dönülemeyeceğine göre, bize, vereceğimiz kavga kadar büyük ve derin yeni bir düzen gerekmektedir. Bu düzen de, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Adalet Mutlak’a başlıklı konferansında, buradan başlasın dediği Yeni Dünya Düzeni’nden başkası değildir.
 
 
* Bu yazıda, Finansal Güvenlik Stratejist’i Selva Tor’un, Aljazeera Türk için kaleme almış olduğu Parasal güç ve direnç: Halkbank’ın hatırlattıkları başlıklı yazıdan istifâde edilmiştir. 

Baran Dergisi 567. Sayı