(Açıklama: Bu yazı, daha evvel yayımlanan “Kadüse veya Ahenk Helezonunda Görünen Horoz” bağlamında kaleme alınmış olup, “Abdülhakîm Koltuğu” sembolünü bütün haşmetiyle ortaya çıkarmak gibi bir iddia taşımamaktadır.)

İBDA Mimarı, “Ölüm Odası B Yedi -Giriş-” isimli eserine, yâni, sanki “Mehdiyi Hamil 10 süvari” hadîsine “bilmeden bilme” çerçevesinde bir nazire yaparcasına, 10 cilt olarak tasarladığı eserinin ilk cildine, “Takdim”den hemen sonra, “Yevmiye: Koltukta Oturanın Tasarrufu” mevzûu ile başlar. Ardından “Kırmızı Koltuk” ve onun da ardından “Abdülhakîm Koltuğu” ile devam eder... Kanaatimce, bütün bir Büyük Doğu-İBDA külliyatı, mânâsını, değerini ve izahını “üst dil-üst mânâ” çerçevesinde mecaz veya metafor, diğer bir ifadeyle “hakikate köprü” mânâsını mündemiç “Abdülhakîm Koltuğu” sembolünde bulur. “Abdülhakîm Koltuğu”, “Kaptan Kusto Müslüman” ve “Derviş Muhammed” sembollerini de mündemiç olarak, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın “üst dil-üst mânâ” dilinin toplayıcı veya bütünleştiricisi keyfiyetini haiz bir sembol kavram olmakla birlikte, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan günümüze tüm insan ve toplum meselelerinin halli noktasında, tüm insanî verim şubeleri de dahil, tüm ezoterik kültürlerin inisiyasyon veya tradisyonlarında mündemiç “sembol dil” veya “mânâ dilleri”nin de toplayıcı veya bütünleştiricisi olarak, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda topyekûn insanlığın ortak dili veya mânâ dillerinin sembol kavramıdır, denilebilir. “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hakikatinin bizzat doğrulayıcısı olarak, bütün dillerin, dolayısıyla da bütün kültürlerin tek dil veya tek kültürden neş’et ettiğini gösteren ibda edici bir tavır ve eda söz konusudur. Söz konusu sembol, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda topyekûn varlığın “seyr-i sülûk”üne de işaret eder. Bu “seyr-i sülûk”ün genelde İslâm Tasavvufu, özelde ise Nakşibendiyye Tarikatının Halidiyye (İmam-ı Rabbanî Hazretleri ve Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri hattı üzerinden Efendi Hazretlerine ve oradan da Hazret-i İsa Aleyhisselâm bitişik bir noktaya kadar taşınan kol veya dal) üzerine bina edildiğini söylemeye gerek yoktur, sanırım. Nitekim İBDA Mimarı, “Nakşi sırrıdır kavgam!” der. 

Her şeyden evvel söylemek gerekir ki, “Ölüm Odası” kavramı, İBDA Mimarı’nın son eserinin bir ismi olmakla birlikte, aslında onun bütün bir hayatını şamil “seyr-i sülûk”üne de işaret eder. Denilebilir ki, İBDA Mimarı’nın şahsında “Ölüm Odası” kavramı, “Abdülhakîm Koltuğu” sembolü üzerinden tüm eserlerini şamildir. 1998 yılında yayımlanmış olan “Hırka-i Tecrîd –“Risâle-i Üçışık”- isimli eserine bir atıfla, “Telegram” özelinde “Ölüm Odası”na da bir işaret olarak, Kartal Cezaevindeki uygulamalara ilaveten Bolu Cevzaevi’ndeyken NYMPA ve MOUSE gibi kavramları kullanmaya başladığını belirtirken, aslında benzer uygulamaların mahiyetini resmeden uygulamalara çok önceden, meselâ 1993 yılından başlayarak tedricî bir şekilde muhatab olduğunu ima eder.(1) Bu da bütün bir hayatı boyunca onun “nefs terbiyesi veya tezkiyesi” işi üzerinde olduğunu ve kendi nefsiyle her daim kesintisiz bir “gölge boksu” yaptığını göstermektedir. Nitekim “Abdülhakîm Koltuğu”nun orta noktasındaki “delik”in sembol dil üzerinden “yuvarlak halka” veya “boşluk” mânâsına geldiğini ve bütün bir ömrünü bu boşluğu doldurmakla geçirdiğini dile getiren açıklamalara da yer vermektedir.

İBDA Mimarı, “Ölüm Odası”nda, “Yevmiye: Koltukta Oturanın Tasarrufu” başlığı altında, Üstadının Mürşidi, (Mürşidinin Mürşidi!), Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile Üstadı Necip Fazıl arasında cereyan eden bir tecrübeyi başa alır. Tasavvufun ferdî tecrübeye taalluk eden ve “zevken idrak”a mevzu bir ameliye veya disiplin olduğunu hatırlatırcasına, söz konusu tecrübede Üstadının kalben tasarrufu dileyişine de bir cevap olarak, Efendi Hazretleri’nin “tasarruf şiddeti”ni mevzu eder. Bu dileyişte şunu da görmek gerekiyor: “Velinin küçüğü büyüğü olmaz, lâkin en küçük Velî kalbten geçeni de bilir”, hakikati çerçevesinde söylersek, meselâ “Ölüm Odası”nın finalinde, “bâtının zâhire çıktığını” gösterir bir mahiyette, bu mevzuun “Telegram” mevzuuyla da doğrudan ilişkili olduğu görülür. Malûm olduğu üzere Telegram, “Zihin Kontrolü” üst başlığı altında, “düşünceyi okuma veya yönlendirme” ile de doğrudan ilişkilidir. Nasıl ki bir Velî, kalbten geçeni okumada mahirdir, aynı şekilde, “ilim mi, din mi?” sorusuna bir cevap olarak, “ilimdir!” diyenlerin elinde teknik-teknoloji üzerinden Telegram da, “zihin okuma”ya odaklanan bir keyfiyeti haizdir. Bu mevzu, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmenin ezelî ve ebedî kavgasına taalluk eden bir noktada, kıyamet öncesi büyük savaş mânâsına imtihan sırrına da delalet eder. Böyle bir imtihanın üstesinden gelebilmek için olsa gerektir, İBDA Mimarı, “zaman ve mekân hususiyeti” çerçevesinde, “Velîlik bir mecburiyettir”, der. Velîlik sırrının yuvalandığı yer, kalbteki siyah bir nokta hâlinde nokta-i suveyda’dır, denilebilir. Bu siyah nokta, “kendini bilen Rabbini de bilir!” hakikatine kapı aralayan, dolayısıyla da “Büyük Kapı” mânâsına “Ben sırrı”nı mündemiç “Abdülhakîm Koltuğu” ile de doğrudan ilişkili gözükmektedir. “Abdülhakîm Koltuğu” ile Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri arasındaki ilişki veya alakanın, mânâ ve suret ilişkisi çerçevesinde düşünüldüğünde, Arş ve “Arş altı Kürsî”, Kalb ve “Kalb içi nokta-i süveyda, (“Ben” veya “Ruh”)” üzerinden, “bâtının zâhire çıktığı” bir devirde yaşıyor olmamızla da doğrudan alakalı olarak, Büyük Doğu ve İBDA arasındaki alakayı da mündemiç olduğu görülür. Üstad Necip Fazıl’ın İBDA Mimarı’na söylediği, meâlen, “Hiçbir devir bu kadar boş olmamıştır” sözü üzerinden İBDA Mimarı’nın sıkça kullandığı “Bomboş Devir” tabiri aslında, “Abdülhakîm Koltuğu” üzerinden “İstikbâl İslâmındır” mânâsının Nakşilerde tecelli edeceğine dair bir işaret olarak algılanabilir. Nitekim “Yeni Devir’de Ben!” ifadesini de kendisi bu çerçevede değerlendirmektedir. 

“Arş, kâinatı kuşatan, Allah’ın istivagâhıdır.”(2)Mü’minin kalbi, Allah’ın Arşıdır, evidir. Kalb, Allah’ın evi olması hasebiyle, Kâbe ile de örtüşen bir mânâdadır. Hadîs-i kutsi ile sabit olduğu üzere, Allah, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruyorlar.Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, Allah’ın kalbteki nazar yeri FUAD olarak isimlendirilmiştir. İslâm Tasavvufunda bu, “Müşahedetullah”(3) makamı ile de doğrudan alakalıdır.(4) İslâm dışı çevrelerde, meselâ ezoterik kültürlerden devşirme “üçüncü göz” esprisi veya modern kültürde, özellikle de modern psikolojinin kendince mevzu ettiği “altıncı his” esprisinin hakikati de, İslâm Tasavvufundaki “Müşahedetullah” makamından çalıntıdır, denilebilir. Descartes’ın “ruh ve beden bir noktada buluşur, o da epifiz bezinde” sözü ile anlatmak istediği, “küllî” olana ulaşmak, diğer bir ifadeyle de “duru görü” veya “üçüncü göz”e sahib olmak mânâsı vardır. Hâlbuki bu mevzuun aslı veya hakikati, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmeye dair bir noktada, “küllî ruh”un tecelligâhı olan “nokta-i süveyda”nın aynı zamanda “Müşahedetullah” veya “kalb gözü” mânâsından mülhem, “nefs terbiyesi”ni gerçekleştirmek veya “kalb gözü”nün açılmasıdır. Yani hakikati müşahede etmek mânâsına “Allah’ın gören gözü, tutan eli, işiten kulağı olmak” makamına ermek! Bu mevzuyla ilgili olarak, Baran Dergisinde yayımlanan “Epifiz Bezi veya Gudde-i Sanavberi” isimli yazı dizisine müracaat edilebilir. Neyse. Allah’ın mutlak bilgisinin hasrında ve gayb âlemi bilgilerini mündemiç Ümmü’l Kitab ve Ledün İlmi arasındaki bağlantıya yataklık eden bu durum, Allah Resûlü’nün “Ümmiyyun Nebi” olmasıyla da doğrudan alakalıdır. Ümmü’l Kitab’tan Ümmiyyun Nebi’ye, Ümmiyyun Nebi’den Ümmet-i Muhammed’e ezelî ve ebedî seyir!..  Bu mevzuun ruhunu aydınlatan olması hasebiyle, İBDA Mimarı’nın alt başlığı “Erkek ve Kadın” olan “İnsan” isimli eserinin takdiminde Berzah-Köprü çerçevesinde söylediklerine dikkat kesilmek gerekiyor. “İnsanî hakikat” ve “tekâmül” bahsinde insanın varlıkla Allah arasında BERZAH-KÖPRÜ olduğunu söyledikten sonra İBDA Mimarı, bu mânânın başında, topyekûn insanlığa Allah Resûlü’nün BERZAH-KÖPRÜ olduğunu söyler ve ardından, nebîler ve derece derece insanlığın bundan pay sahibi olduğunu ima eder.(5)

“Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, “Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d Suresi, 28. Âyet). Bilindiği üzere Nakşilik, “hafî zikir veya gizli zikir” üzerine bina edilmiştir ve sadece Allah’ın rızası murad edilerek, dilsiz bir şekilde, (dil damağın üst kısmına yapıştırılarak nötr kılınır ve bu durum, berzah sırrıyla da doğrudan ilişkilidir), “Allah!” zikredilir.(6) Tam da bu noktada, “Hafi zikir veya Gizli zikir” ile Hazret-i İsa Aleyhisselâm ile alâkalı “Hafî Gayb”(7)arasında nasıl bir ilişki vardır?” sorusunu sormak gerekiyor. Bu sorunun cevabı, kalbteki “siyah nokta” veya “nokta-i süveyda”nın renginin siyah olması ile Hazret-i İsa Aleyhisselâm’da tecelli eden “Hafi Gayb”ın da renginin siyah olması arasında bir bağlantı olduğu dikkate alınarak cevaplandırılabilir. Bunun bu şekilde ele alınmasını gerektiren en önemli noktalardan biri, “İstikbâl İslamındır” mânâsının tecelli ettiği Mehdiyyet ile Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın ref edildiği güneş feleğinden yeryüzüne indirilecek olmasıdır. “Üstad Necip Fazıl’ın 1972 yılında yazdığı “Zehirle Pişmiş Aş” isimli şiirinde belirttiği, “Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir. Dilsizce, yalnız Allah demeye kimler gelir?” mânâsı, bu mevzuun ruhunu ele veriyor olması bakımından çok mühim olsa gerektir. “Soframıza açlığı besleyenler buyursun!” davetine “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden iştirak eden İBDA Mimarı, “Bize zehir yedirdiler, biz onu şifaya tahvil ettik” derken, aslında Allah’ın salih kullarına has ve hususi bir mizaç üzere olduğunu, has ismi çerçevesinde ise, “karayılan” mânâsı üzerinden kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs arasındaki kavgada taraflardan biri olduğunu göstermektedir. Mehdiyyet ve Deccaliyet ile de doğrudan ilişkili olan bu mevzuun bütün teferruatı “Ölüm Odası”nda mündemiçtir. Deccaliyetin en büyük taarruz silahı olan (Kıyamet silahı!) Telegram ve ona karşı “Büyük Cihad”a tekabül eden ve “yaşanmaya değer hayat”ın kavgasını vermek mânâsına nefs mücadelesi! Hayyat’ın “yılanlar”, hayat’ın ise “ratk ve fakt, ayırma ve bitiştirme” ve  “terzi”(8) (“İlk yazı yazan ve terzilik yapan Peygamber” İdris Aleyhisselâm ve kadüse sembolü, dolayısıyla da kadüse sembolünün tepe noktasındaki “yuvarlak halka”nın “levh-i mahfuz” mânâsı üzerinden Ledünnî ilmin kaynağı olan Ümmü’l Kitab’a bakan yönü ve bunun da “Abdülhakîm Koltuğu” ile doğrudan ilişkisi ve bu “halka”nın, Hint mistisizmde akaşa veya esîr(9) şeklinde isimlendirilmesi ve esîr kelimesinin ebced karşılığının ise Mirzabeyoğlu’na denk gelmesi çok dikkat çekicidir!) mânâları bir yana, yılandaki zehrin panzehirinin yine kendisinde olması, İBDA Mimarı’nın has ismi ve misyonuyla da doğrudan alakalı gözükmektedir. Ehl-i iman, diğer bir ifadeyle de ehl-i şeriat elini küfre değdirse oradan şeriat doğar! Tedaisi, mesih mânâsını mündemiç mesh ederek ölüleri dirilten Hazreti İsa Aleyhisselâm!

İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”ndan: “DEFİNE: 149: SAHN-Boşluk… (Heba: Boş… HA Harfi, Allah’ın “El-Ahir” ismine ve “Heba” mertebesine tevafuk eder… Da’va Cetveli’nde sayı değeri 20’dir ve Allah’ın “Hâdi-Hidayet veren” ismine işaret… 20 sayısı, “Kef” harfinin ebcedidir; Allah’ın “Şekür-Kendisine şükredilen” ismine ve “Kürsî” mertebesine işaret eder… Kürsî: Taht. Makam. Makarr, merkez zuhur, sarılan, boşalan. Kaide, mesned, bir meselenin kendisine dayandığı senet, delil. KOLTUK’un “x” yıldızı. Suyun, çeşme çeşme dağıldığı hazne. “Burada “Koltuk” lâfzı, aynen lûgatta geçendir… “Boşluk”, kendisi şekil olmadan “şekil-suret” veren “heba”, bunun misali tabiattaki su ve hava, bir “kuşatan basınç” ifâde ederken, “çevreden merkezi tesbit” diyelim, bu kara cevher üzerine düşen varlık nurundaki noktada mevcut bir mahiyettir de. Merkezdeki bu boşluk, nuru kendinin kılandır. Böylece, söz konusu “boşluk” tâbirinin, hem varlığı kuşatan, hem de “suret ve şekil” kabul eden ve onun niteliğinde bulunan oluşunu anlıyoruz; o bir acıktırandır…”(10) 

Üstad Necip Fazıl’ın, Mürşid’inden kalben tasarruf dileyişi neticesinde Efendi Hazretleri’nin tasarruf şiddeti Üstad’ın kalbini şekilden şekle sokarken, tam da bu noktada Üstad Necip Fazıl’ın söylediği, “acıyla lezzet bir arada” sözü bize, İBDA Mimarı’nın Telegram eşliğinde elde ettiği “Ölüm Odası” hikmetlerini de tedai ettirmektedir. Acı ve tatlı esprisi, ruh ve nefs hakikatinin kendisinde cem olduğu kalbin bizzat kendisini hatırlatan olması bir yana, acı ve tatlı, Rahman Suresi’nin 19. Ve 20. Âyetlerinde geçen ve bizzat İBDA Mimarı’nın misyonuna delalet eden iki denizin birbirine karışmaması ve aralarındaki perdenin berzah sırrına işaret etmesi ve bunun da, “Abdülhakîm Koltuğu”nun ortasındaki “delik”in berzah sırrıyla olan ilişkisine yol bulması çok manidardır. İki deniz, iki mermer ve iki mermer’in (“Eskişehir” ve “Bursa”) “Abdülhakîm Koltuğu” ile olan ilişkisi, rüya âleminden gelen müjdeler hâlinde, bizzat rüya sahibi İBDA Mimarı tarafından, “Ölüm Odası”nda derinliğine ve genişliğine doğru izah edilmiştir. 

“Her şeyin her şeyle alakası var”, sözü malumdur. Peki; “her şeyin her şeyle alakası var da nasıl var?” sorusuna nasıl bir cevap vermek gerekir? Bu soruyu soran ve sonrasında bütün ömrünü yine bu sorunun cevabına hasreden büyük muzdarib İBDA Mimarı, bence, “Büyük Muzdaribler” tarihinin en büyük muzdaribi olduğunu da gösterircesine, (Çile tacı!), “Abdülhakîm Koltuğu”nu merkeze alarak cevap vermiştir. Başlangıçta “İstikbâl İslamındır” mânâsı çerçevesinde Üstadının kendisine havale ettiği bir mevzuda, “Dünya Çapında Bir Hadise: Kaptan Kusto Müslüman” terkibi üzerinden elini değdirdiği hemen her şeyi “Kaptan Kusto Müslüman” ve “Derviş Muhammed” sembolleri üzerinden izah etmeyi tercih etmesine rağmen, daha sonra bu sembolleri getirip “Abdülhakîm Koltuğu”na bağlamış olması, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir noktadır. Merkezinde “Ben Kimim?” istifhamı olan İBDA dil ve diyalektiğinin “Kaptan Kusto Müslüman” ve “Derviş Muhammed” zâhirî, “Abdülhakîm Koltuğu” ise bâtınî yönünün toplayıcı sembolleridir dersek ne derece isabet etmiş oluruz, doğrusu bilemiyorum!

İBDA külliyatında sıkça tekrar edilen bir tekibi hüküm: “Şeriat zâhirî akıldır, Tasavvuf ise bâtınî şeriat.”(11)

Yukarıdaki terkibi hüküm bize, İBDA Mimarı’nın, meâlen, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” sözünü hatırlattı. Bu sözden anladığımız o dur ki, tatbikattan kaldırılan Şeriatın Tasavvuf buudunda muhafaza edilmesinin ardından, (Tasavvuf, dolayısıyla da Nakşiliğin cemiyet nizamı olarak belirmesi mânâsına, merkezinde Allah Resûlü olmak üzere, “Mağara Dostu”(12) Hazret-i Ebu Bekir R.A., “Mehdiyi Hamil 10 Süvarî” hadîsi ve 33. Halka esprisi çerçevesinde İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ne ve en nihayet “İstikbâl İslâmındır” mânâsının tecelli ettiği “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın zâhirde, diğer bir ifadeyle de yeni zaman ve mekânda görünüşe çıkması!) Başyücelik Devleti çerçevesinde belirli bir cemiyet nizamının Şeriat’ı hâkim kılma sürecine erişmesi! İBDA Mimarı’nın “Aksiyonlarını da bizden alıyorlar” sözü üzerinden hareketle denilebilir ki, yukarıdaki terkibi hüküm sadece müslümanlar için değil, kafirler için de geçerlidir. Nitekim teknik-teknoloji üzerinden elde edilen telegram teknolojisi, aslında bâtının zâhire çıktığının tersinden delillendiricisi veya izahıdır da. 

İBDA Mimarı, Üstad’ının tüm sözlerine hikmet gözüyle baktığını söylüyor. Tüm dünya irfan yemişlerini ise buna şahid kılıyor. Bu çerçeveden olarak;

“Abdülhakîm Koltuğu”, kuşa niyet çektirircesine bulunmuş veya çalakalem ortaya konmuş herhangi bir sembol değildir. İBDA Mimarı’nın bizzat şahsında tecelli eden mânânın hakikatini ifade eden olarak, has ve hususi bir çerçevede gündeme getirilmiş bir semboldür. Bu sembol, mücerred bir kavram olarak ortaya konmuş olmakla birlikte, aslında “kelâm ve mânâ toplayıcılığı”nın şahikasında görünen bir semboldür. Kadim kültürlerde yer alan, meselâ eski Mısır kültür ve medeniyetinde kullanılan kadim bir sembol olarak Ankh veya eski Yunan kültür ve medeniyetinde kullanılan Kadüse sembolünde olduğu gibi müşahhas bir çerçevede değil de neden kelâmî bir çerçevede ortaya konmuştur sorusunun cevabı, bence, İslâmî bir hassasiyetin gereği olarak, ve elbette, kelâmın ruhla bağlantısını gösteren olarak, fetişizm gibi bir putperestlik geleneğini ortadan kaldırmak ve mevzuyu imanî bir boyuta taşımaktır. “Ölüm Odası”ndan takib edelim:

“ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun ortasındaki yuvarlak: Sıfır, boş, he-ebced değeri 5’tir… Kürsî-Koltuk’taki, şedir kelimesinden, “şed etmek”, yâni “bağlamak, akt, hareket, beste etmek, rabt” mânâları; HE harfinin, Allah’ın “Bais-Elçi gönderen” ismine ve “Levh-i Mahfuz”a işareti, gönderilenin ve kader sırrının, kalb mertebesi ve âleminde, Allah’ın Zât âlemi’nin imzasıdır, tab’ıdır…HE-HA-HI. “En büyük ebcedle”: 1822: ABDÜLHAKÎM Koltuk’u… O âlemin tab’ı olan bulunduğumuz âlemin fiil, hareket ve oluşları ise, ona bağlı… HE-HA-HI: 613= 1612: DERVİŞ Muhammed. (En başta, Mürşidi Allah olan Sevgili Resûlü)… HE: Allah’ın “El-Bais” ismi, Levh-i Mahfuz… HI: Allah’ın HAKÎM ismi, “şekil, suret”… HA: Allah’ın “El-Ahir” ismi, heba… HAKÎM: Varlığın hakikatini muttasıf. Allah’ın “Herşeyi yerli yerince eden” ismi… Her mevzuun “x”i kendine; “bilinir ama görülmez, görülür ama bilinmez” hakikati, bilme ve görmenin ve birbirinin yerine geçebilir mânâları hakkında lâfızda oyalanmadan, kasdın Allah ve Sevgilisi hakkında oluşunu hatırlarsanız, ikinci VAHİD’in birinciye bağlılığında kolayca anlaşılabilir bir netice ortaya çıkar. Bu kıyasla; ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun “x yıldızı-görünürün bilinmezinden parlayan”ın tab’ıdır madde dünyasının “x”i. Bâtınî hayatın idrakı ve yaşayışı içinde olanların, “Hakkı idrak’a” kadar hisselerince açık bu hakikat, fizik ilminde eşyayı istismar –kullanma– amacı üzerinde yükselen bir ilim olma çerçevesinde bir kayıd, KUANTUM Fiziği’nde, –“Atomaltı parçacıklar dünyası fiziği”–, BÜYÜK BİRLEŞİM MESELESİ adı altında bir ele alınandır; teorem, yani “böyle bir dava var” diye, henüz “kurgu-teori” olmamış… Bizim kendi dünya görüşümüzün hasrına alarak ve hasrında işaretlediğimiz bu mesele, onlarda “kabli-peşin fikir” olarak alınanın “fiziğe yamanması” amaçlı bir doğrulayıcılık niyetinde görünüyor. Bilerek bilmeyerek işaretlenen “kablî fikir” bir ihtiyacı gösterirken, neticede ucu nereye bağlanacağı meçhul bir açıklıkta kalacaktır; “bildikçe bilinmesi gereken”in ortaya çıkması hakikati önünde çarpılmak üzere… O TEOREM: Büyük Birleşim nasıl anlaşılmalı? BÜYÜK Patlama’nın ilk anlarında âlem, oldukça simetrikti; bütün kuvvetler eşit büyüklükteydi. Bu süre boyunca temel parçacıklar, girift bir iç simetri sayesinde birbirlerinin aynadaki görüntüleri gibiydiler; ancak aradan saniyenin “?” parçası bir süre geçtikten sonra, Kâinat’ın sıcaklığı düştü, böylece simetri bozuldu. Elektro-zayıf kuvvet, renk kuvvetinden, hadron kütleleri de lepton kütlelerinden ayrılmaya başladı; bundan önce, tek bir enerji ve tek bir kütle vardı. (Kozmik Kubbe)… BÜYÜK BİRLEŞİM, daha temel bir simetri arayışına dayanmaktadır. Kuarklar, yani daha önce “temel parça” diye bilinen “atomaltı parçalar”ın en temel unsurları ve Elektro-zayıf kuvvetin (enerjinin) “Standart Model”inin simetrileri -“birleşik bir simetri” sunulmalıdır. Bu yeni simetrinin daha büyük simetri grublarını gerekli kıldığı ortaya çıkmıştır. En basiti, Fransızca SU (5) diye adlandırılmaktadır. Fizikçiler, SU (5) veya ona yakın bir şeyin BÜYÜK BİRLEŞİM’in simetrisi olması gereğine inanmaktadırlar. Bu kabul edildiğinde, onunla birlikte yeni kuvvet (enerji) parçacıkları kümesi fikri ortaya gelmektedir. Renk enerjisinin sekiz gulvonuna ve elektro-zayıf kuvvetin dört taşıyıcısına ilâveten, tabiatın enerjilerini taşıyan ve x parçacıkları diye adlandırılan 12 yeni ölçüm bozonları varlık kazanmaktadırlar. (Yâni bunlar, “sadece düşüncede” olan bozonlar.) Böylece bütün bunlar bir şemada birleşmiş olacaktır… BİR Not: “Kâinat, su üzerine kurulmuştur ve Allah su üzerine Arş’ı istiva etmiştir!”… Arş, kâinatı kuşatan, Allah’ın istivagâhıdır. Allah’ın ilmi kâinatı kuşatmıştır ve yere göğe sığmaz Allah, bu sıfatla mü’min kulunun kalbine sığar; ebedî sürecek bir meçhulde “İnsanî Hakikat”… Hayat-ilim-nur; Allah’ın “hayat” sıfatı suya işlemiştir, su tabiat âleminin hayat verenidir –malûm–, hem “ilim ve nurla” aynı sırada “hayat” için bir sembol, hem de “heba-şekil veren ve kendi şekil olmayan”dan misâline uygun olandır. Hava gibi… Allah’ın her isminde her ismi bulunmasına nazaran, “Allah’ın ismi ve mertebe” bahsinde geçen bütün mertebelerde bu hakikatin bulunuşuna dikkat. “Heba-boşluk”, bu izâh çerçevesinde ne “Budist boşluk”, ne de Kuantum Fiziği’ndeki boşluk ile, Kâinat’ın tab’ olduğu mânâsıyla da aynı değildir. Bu hususta hatırlayacağınız hakikat, onlarla sadece lâfız birliğine dair: “Boşluk bir kuvve olmakla birlikte, ona varlık da diyemeyiz; varlıktan maddeyi anlıyorsak, o hiçbir ölçülüp biçilebilire gelmeme anlamında müşahhas değildir!”… Kuantum Fiziği ve Budizm, onu şöyle tarif ediyor: “Onu hiçlik olarak adlandırmak da aynı ölçüde yanlıştır. En iyisi tariflerden uzak durmaktır. Her şeyin temeli odur!”… BİR Not: Kuantum, “belirli miktar” demek… Kuantitas: Aralık, arası, iki nesne arası, “fücre-suyun aktığı yer”, ortalık, “vasat-orta yer”, “esnalık-vakit, ara, parlaklık”, “beyn-aralık, ahir, ayrılık; insanın sonradan olması da hatırda”, “Mabeyn-Has Oda”, “Miyan-Pişme kıvamı”, “Hılâl-Dostluk”, “Bud-Varlık”, “Fetret-Zayıflık, tembellik”… Miktar: Kemm. Küçük. Kemmiyet. Çokluk, kesret. “Çend-Kaç tâne? Ne kadar? Birkaç. Bir müddet. Biraz”. “Çendan-Gerçi. Pek o kadar. Ehemmiyetsiz”. “Sâmân-Rahmet. Servet. Dinçlik. Düzen, tertib”… Kuantum fiziğinin kemmiyette küçükler dünyası ile ilgisi çerçevesinde, “Miktar Teorisi-İhtimâller dünyası” mânâsına bakarken, Türkçe MİKTAR karşılığını SÂMÂN’dan başa düşünürseniz, cüsse kıymeti olmayacak kadar küçüklüklerde saklı kıymetin, büyük cüsselerde temel bir zenginlik olduğu mânâsı ortaya çıkar. Eşyanın, –maddenin– elden kaymaya başladığı yerlerdeki değer… Eğer MİKTAR kavramının içi, –bu bir ön fikir olsun–, bahsi geçen fizik buudunda doldurulursa, ona –yerine– Türkçe bir isim olur… SON olarak, “Asfer”-Kızıl. Sarı. Bomboş şey: 371: Alemgir-Bütün âleme yayılan, âlemi zapteden. Nüfuz… UD-İ Hindî-“Kust otu neviinden kokulu bir nebat”: 150: MEHDÎ Muhammed.”(13)
 

Dipnotlar 
1-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B yedi “Giriş”, İBDA Yayınlar, İstanbul 2012, sh. 9.
2-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-cem-ul-cem-muradi-istenene-birakan-131-h604.html
3-Müşahede: Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek… Muayene, kontrol… Çoğulu Müşahedat: Gözle görülen şeyler… Görüşler… Keşifle seyredilenler… Mücerret his ile katiyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler. 
4-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-bu-gece-155-h3384.html
5-Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, “Erkek ve Kadın”, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2018, sh. 9.
6-“Hicret sırasında Allah Sevgilisi ile “Sıddık” ünvanlı Hazret-i Ebubekir’in sığındığı mağaranın ismi, sonradan Hazret-i Ebubekir’in nâmı olmuştur. Allah Sevgilisi’nin O’na sessiz zikir talim ederek bâtın yolunu açtığı bu mağara, “Yar-ı Gar: Dostluk Mağarası” diye anılmaya başlamıştır; sonradan”. (http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-bu-gece-155-h3384.html)
7-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-cem-ul-cem-muradi-istenene-birakan-131-h604.html
8-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-bu-gece-155-h3384.html
9-“TE harfi, Allah’ın “Kabid-Sıkıcı, kısıcı” ismine Esir mertebesine ve Ay menzillerinden “Kalb”e işaret eder…” (http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-cem-ul-cem-muradi-istenene-birakan-131-h604.html)
10-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-cem-ul-cem-muradi-istenene-birakan-131-h604.html
11-"Yakub Aleyhisselâm, İshak Aleyhisselâm’ın oğlu ve Yusuf Aleyhisselâm da O’nun oğludur. O’nda tecelli eden mânâ, “Ruhî”… Ruh, din ile ilgili; biri, halk arasında muteber, tâbi olunması gereken malûm din, diğeri “Şeriat zâhiri akıldır, Tarikat ise batınî şeriat” hakikatinde görüldüğü üzere, kulun amelleri neticesinde Allah indinde makbul olan din; yol. Bu yol, erenlerini ve bağlılarını bağlar… “İslâm, kalbin yoludur” ölçüsü… Ve: “Allah; ruhu, dilediğinden kullarına verir”… Yine, ehl-i kalb’in senedi bir âyet: “Biz Meryem’in oğlu İsâ’yı, geçen Peygamberler’e halef kıldık ve O’na İncil’i verdik. O’na uyanların kalblerinde şefkat ve merhameti ve üzerlerine farz kılmadığımız hâlde, ancak Allah rızasını diledikleri için kendileri tarafından tatbik edilen Rahbaniyeti yarattık. Halbuki onlar, bu hükümlere riayet etmediler. Böyle olunca onlardan imân edenlere karşılıklarını verdik. Çokları ise, yoldan çıkmış fasıklardır… Yakub Aleyhisselâm’ın bir ismi de, İsrail’dir. Kendisinden sonra gelen oğulları, Benî İsrail diye anılır. Bunlardan biri, malûm mel’un, Yehuda’dır; Yahudi soyu.” (Salih Mirzabeyoğlu)
12-“Yâr-ı Gar-Hazreti Ebubekir'in, Allah Sevgilisi'nden sessiz zikri tâlim ettiği mağara!” (http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-goz-kapagi-ilm-i-ledun-117-h440.html)
13-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-cem-ul-cem-muradi-istenene-birakan-131-h604.html



Baran Dergisi 650. Sayı