Etimolojik ve Epistemolojik Açıdan Kuyruk Sokumu
Kemik: Anatomi ilminde, insanın ve omurgalı hayvanların çatısını oluşturan türlü biçimdeki sert organların genel adıdır.
Kuyruk kemiği: Biyoloji ilminde, omurganın alt ucunda bulunan, kuyruk sokumu kemiği ile eklemlenen, önden arkaya doğru yassı ve üçgen biçimindeki kemiktir.
Kuyruk sokumu kemiği: Anatomi ilminde, insanda omurganın alt ucunun bitim yeri kuyruk sokumu olarak isimlendirilmiştir. Omurganın bitiminde ve beş kuyruk omurunun kaynaşmasından oluşan üçgen biçimindeki kemik ise kuyruk sokumu kemiği olarak isimlendirilmiştir.
Türkçe lûgatte, “kuyruk” veya “kuyruk sokumu” paldım veya pöçük, “kuyruk sokumu kemiği” ise pöç kelimeleriyle karşılanmıştır. Kıç kelimesi de yine Türkçe lûgatte, kuyruk sokumu bölgesi hakkında kullanılan bir kelimedir.
Kıç: Kuyruk sokumu bölgesi, kaba et, popo, makat. Arka bölümde olan… Bacak, ayak.
Kuyruk sokumu, Arapça lûgatte us’us ve acb kelimeleriyle karşılanmıştır. Kuyruk ise zeneb kelimesiyle.
Us’us: (320): Kuyruk sokumu...
Zeneb: (752): Kuyruk.
Zenb: (752): Suç, günah, kabahat… Tedaisi, hatası sebebiyle dünyaya sürgün edilen insan!
Acb: (75): Kuyruk sokumu. “Us’us” denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik… Acb-üz-zeneb diye Hadis i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.
Said-i Nursi Hazretleri: “Tahkike göre, nebatatın tohumları gibi, “Acb-üz-zeneb” tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşvü nema ile teşekkül eder.”
Fâni hayatın son bulduğu yerden ebedî hayatın başlangıcına dair bir işaret!
Acb-üz-zeneb: Ölümden sonra dirilişin tohumu sayılan madde… Kuyruk sokumunda bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre.(1)
Âyet Meâli: “De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.” (Yasin Sûresi: 79)
Âyet Meâli: “Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O’dur. Bu, O’nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde olan en üstün sıfatlar O’nundur. O, güçlüdür, Hakim’dir.” (Rum Sûresi: 27)
Acb-üz-zeneb: Ucb-üz-zeneb…
Ucb: (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek… Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli… Yabancı kadın taifesiyle oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan…
Not: Ucb kelimesinin “yabancı kadın” mânâsı, kadının “fikir” olduğu ön kabulünden hareketle “yabancı fikir”, dolayısıyla da diyalektik olarak dışarıda bırakılması gereken bir fikir olarak okunması mümkündür. Bu da ucb, yani kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi hallerin nefyedilmesi anlamına gelir. Bu arada şunu da söylemeyelim ki, Büyük Doğu-İBDA külliyatında diyalektik, meâlen, kendi zıddını dışarıda bırakmanın düzeni olarak tarif edilir. Yine Büyük Doğu-İBDA külliyatında kadın, fikir ile örtüşen bir mânâda kullanılmaktadır.
Diğer taraftan, Eski Yunan’da Felsefe, evin hanımına, yani Penelope’ye benzetilmiştir.(2) Yine eski Yunan’da, Batı medeniyetinin fikir dünyasını oluşturan üç büyük kafa adamından biri olan Sokrates, “devlet ana” düşüncesinden mülhem olsa gerek, devletin sevk ve idaresini “ebelik sanatı” olarak değerlendirmiştir. Nitekim Eflatun’un Theaetetus adlı eserinde Sokrates, kendini, kafalardaki düşünceleri doğurtan bir tür “akıl ebesi” olarak resmeder.(3) Ucb’un acb ile örtüşen mânâsından hareketle, acb-üz-zeneb’in ikinci yaratılışa mevzu olması, diğer bir ifadeyle de, bir nevi “kendinden zuhur”a yataklık etmesi manidardır. “Kendi küllerinden doğmak” ve “Her ölüm aynı zamanda bir doğumdur” sözlerini hatırlatan durumlar. “Ol!” emrine muhataplık ve “kendinden zuhur” esprisi! Fikir, zikir, emir, doğum, yaratılış, oluş, hareket, inşa, başlangıç vs. hepsi bir arada!
Not: Dünyada üç anneden bahsedilebilir. Çocuğunu dünyaya getiren anne, tabiat ana ve devlet ana!
Hadîs meâli: Cennet annelerin ayakları altındadır.” (Nesâî, Cihad, 6).
Yukarıdaki hadîs-i şerif, hiç şüphe yok ki, çocuk sahibi anneler için söylenmiştir. “Tabiat ana” ve “devlet ana” mevzuunda, tedai babında söyleyeceklerimize gelince, o da şu: Dünya ile örtüşen bir mânâda kullanılan “tabiat ana” aslında insan tabiatı, dolayısıyla da insan fıtratı ile doğrudan ilişkilidir. “Her çocuk İslâm fıtratı üzere dünyaya gelir.” Buna göre, masum ve cennetlik olan bir çocuğun fıtraten cenneti örten bir noktada olduğu, büyüdükçe veya akıl baliğ oldukça, diğer bir ifadeyle de İslâm ile şereflendikçe ve hayatını da buna göre tanzim ettikçe, başlangıç noktasından uzaklaşmasına rağmen tekrardan cennetlik olmaya doğru yol alması… “Devlet ana” mevzuunda ise şu şekil bir kanaat dile getirilebilir. Muhakkak ki İslâm her şart altında yaşanabilir bir dindir. Fakat hangi şart altında nasıl yaşanacağı ölçülere tâbidir. Meselâ Dar’ül-İslâm’da İslâm’ın nasıl yaşanacağı ile Dar’ül-Harp’te nasıl yaşanacağı belli başlı ölçülere tâbidir. Aslolan Dar’ül-İslâm olduğuna göre, ortaya şu şekil bir manzara çıkar ki, o da şu: “İslâm devletsiz yaşanmaz!” Niçin ille de Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin çerçevesini çizdiği Başyücelik Devleti’nin hayata hâkim kılınması gerektiğini bir de bu çerçeveden süzünüz. Cenneti kazanmak isteyen önce kendisini hayata kavuşturan bir “devlet ana”ya sahib olur, ondan sonra da bu “devlet ana”nın bir dediğini iki etmez! Devlete tâbi olmak demek, Halife’ye tabi olmak mânâsını mündemiçtir. “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadîs-i şerifine kanaatimizce bir de böyle bir pencereden bakılması icâb eder.
Acb kelimesi ile ucb kelimesi arasındaki yakın ilişkiye yukarıda değinildi. Burada ucb (ucub) kelimesinin “kibir, gurur”, “kendini beğenmişlik” ve “ameline, yaptıkları işe güvenmek” mânâlarına birazcık olsun dikkat çekmek istiyoruz. Daha doğrusu, söz konusu mânâlar üzerinden psiko-sosyal muhtevalı bir beden dili okuması yapmak istiyoruz.
İlkin çağımızın yaygın hastalıklarından olan genelde bel ve kuyruk sokumu ağrıları, özelde ise bel fıtığı hastalığı üzerinden birkaç bir şey söylemek gerekir. Bilindiği üzere, bel fıtığı, çağımızın en müzmin hastalıklarındandır. Fıtık hastalığına yakalanmış olanlar, meselâ, bir siyasî parti kuracak olsa, kuvvetle muhtemel tek başına iktidar olabilecek bir oy potansiyeline sahibdirler. Bir tek sorunları olabilir, o da; kimin başkan olacağının bilinememesi. Çünkü en çok kimin bel ağrısı çektiği henüz tespit edilebilmiş değil… İşin esprisi bir yana, söz konusu hastalık bizce, ferd ve cemiyet planında, “ferde ve umuma gelen bela” çerçevesinde, Allah’tan uzak düşmenin bir tür belası olarak okunabilir. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, “Şeriat hükümlerinin alenen çiğnendiği yerde orada bulunan Müslümanlar, gücü nisbetince el, dil ve kalben buğz ölçülerine uygun hareket etmezlerse, Allah oraya seller, yangınlar, zelzeleler şeklinde türlü belalar yağdırır. Allah’ın şanındandır ki bela umuma gelir”, meâlindeki sözleri hatırımızda! Evet; söz konusu hastalık, yani fıtık hastalığı ruhu öteleyen ve aklı ise önceleyen, diğer bir ifadeyle de aklına, dolayısıyla da kendine veya ameline güvenen insanlar topluluğuna bir tür ilahî ihtar niteliğindedir. Diğer taraftan, söz konusu hastalık, derinden, en derinden, aklı ötelemek ve ruhu öncelemek isteyen, diğer bir ifadeyle de fıtrata uygun yaşamayı içten içe taleb eden bir duyuşun da “acı” bir habercisi/müjdecisi olabilir. Hasta-haste, lûgatte istemek demektir. Bu çerçeveden bakıldığında denilebilir ki, fıtık, hayatın gayesine ram olan ve varoluşun hakikatini yakalamak isteyen sahici insan soyunun duçar olduğu bir tür hastalıktır. Başka türlü söyleyelim, çağımızın hastalığı olarak temayüz eden fıtık, Allaha ulaştıracak bir sistem veya düzenin taleb edicisi veya müjdeleyicisi, daha doğru bir ifadeyle bunun gerekliliğini (Bütün Fikrin Gerekliliği) ihtar edici bir keyfiyeti haizdir.
Başka açıdan bir okuma yapmak gerekirse, o da şu: Yukarıda ucb kelimesinin lûgat mânâlarını verdik. Bu çerçeveden olarak;
Azamet, Arapça lûgatte büyüklük demektir. Istılahta ise; Allah’ın büyüklüğü ve kibirliliği mânâsınadır.
Arapça lûgatte, kibriya: Azamet. Cenab-ı Allah’ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
Hadîs-i kudsî, meâlen: “Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehennem’e atarım, hiç acımam.” (Berîka)
“Kibriyâ sıfatı Allah’a mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allah yanında kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allah katında kıymeti olmaz.” (Muhammed Hâdimî)
Bir İslâm büyüğünün kendisine “çok kibirli” olduğu isnadı yapılıyor ve onun verdiği güzel cevap: “Bizimkisi kibir değil, kibriyadır.” Şah-ı Nakşibendî Hazretleri de buna benzer bir sözle, şahıslarında tecelli eden mânânın ve ondan sadır olan kibriyanın Allah’ın büyüklüğüne işaret ettiğini haber vermişlerdir. Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın dışa karşı, yani İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını da buradan süzünüz. Bu çerçeveden olarak, ehl-i küfrün her daim hor görülmesi gerektiğini, yoldan gider iken dahi karşılaşılan bir kâfirin hemen yolun kenarına itilmesi gerektiğini, bundan maksadın da tez elden Müslüman olması ümidiyle yapılması gerektiğini ihtar eden İmam-ı Rabbani Hazretleri hatırda!
Bilindiği üzere, ellerin arkadan veya önden kelepçelenmesi adlî ve hassaten siyasî suçlulara mahsus uygulanan bir tür cezalandırma şeklidir. Normal şartlarda ise, yani serbest bir şekilde, veyahut da keyfi olarak ellerin arkadan birleştirilmesi efeliğe, ağalığa, büyüklük veya kibirliliğe delalet eder iken, ellerin önden birleştirilmesi argoda pısırıklığa, normalde ise emir erliğe, el-pençe divan duruş veya boynu büküklüğe delalet eder. Namazda ise ellerin önde, göbek altında (berzah!) birleştirilmesi Allah’ın huzurunda oluşun bir ifadesi veya sembolü olmakla birlikte, bir yönüyle her işin başı olan Besmeleye, diğer bir yönüyle de nefsin kurban edilmesine işaret eder.
Not: Göbek ve kuyruk sokumu arası karın bölgesi olup, berzaha remzdir… “Bağırsaklar, zararlıyı atıp, faydalıyı tutan”…  “Batn, mide- Bâtın, Berzah.”(4)
Normal şartlar altında ellerin arkadan birleştirilmesinin görüntüsü bir hükümranlık veya kudretlilik ifadesi olarak devlet erkânı, hassaten askerî erkâna yakışan bir durumdur. Çünkü “devletin eli” mahiyetindeki askerî erkân, Şer’i ölçülerin tatbikinden mes’ul kimseler olarak, bâtında nefsin fedasına karşılık zâhirde bedenin fedasını önceleyen bir çerçevededir. Bu durumun isabetli ve de yakışıklı olmasının temel sebebi, mensubu olunan devletin, yani çekirdeğinde ferd (Halife-İnsan) olan toplumun en üst kuruluşu olması ve söz konusu kuruluşun başında ise, bütün bir toplumu temsil makamında olan Halife-İnsan, yani ferd-i asılın Hakikat-i Ferdiyye olan Allah Resûlü’ne varis olmasından kaynaklanmaktadır. Bu da, Müslüman bir ferdin Allah’ın yeryüzündeki Halifesi olmasının bir ifadesi hâlinde, bâtında Allah’ın huzurunda el-pençe divan durulmasını gerektirirken (nefs terbiyesi), zahirde ise, serhad boylarında konuşlandırılan, diğer bir ifadeyle de küffar karşısında boy göstermesi gereken “devletin kudretli eli” olarak (beden terbiyesi) askerin ellerinin arkadan dolaştırılarak birleştirilmesini gerektirmektedir. Çükü, kâfire karşı Müslüman bir ferdin gösterdiği kibir, Allah rızası için verilmiş bir sadakadır. Aynı kibrin Müslüman bir ferde gösterilmesi ise mânâyı zedeler. Çünkü büyüğe büyüklük taslanmaz. Diğer bir ifadeyle de, bir Müslüman diğer bir Müslümanı hor ve hakir görmez, göremez çünkü her bir Müslüman potansiyel olarak Allah’ın yeryüzündeki Halifesi’dir. “Mümine karşı merhametli, kâfire karşı ise sert” olunması gerektiğine dair Mutlak Ölçü hatırlanmalı! İBDA Mimarı’nın, “Birbirinizi seviniz!” ihtarı veya tavsiyesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Acb: (75): Aceb.
Aceb: (75): Taaccüb, şaşma, hayret… Garib, hoş, lâtif ve nadir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli.
A’ceb: (76): Çok acâyib. Pek tuhaf olan.
Acîb: (85): Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey.
Acib: (76): Hayret veren. Şaşılacak şey.
Acîbe: (90): Aşılmış surette olmayan. Çok harika. Acîb ve garib, hayret verici, şaşılacak şey.
A’cube: (87): U’cube.
Acm: (113): (C: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve… Kuyruk dibi… Isırmak.
Acür: (279): Kuyruk.
Acür: (273): Yoğunluk, semizlik, besililik… Yoğun… Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak.
Acib : (76): Kûn…
İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimize göre, “Allah, bir kelime olan “kün” emri ile ve her tür cismanîlikten münezzeh bir surette bütün mahlûkatı yoktan varlığa çıkarmıştır.”(4)
“Boşnak dilinde, Korijen- Kök, menşe, asıl, başlangıç noktası. “Topyekün varlık, Allah Sevgilisi’nin yüzü suyu hürmetine yaratıldı; ve Adem Aleyhisselâm’dan başlayarak, bütün Peygamberler O’nun etrafında, O’na kadar O’nu müjdeleyen!”: 374: D’lo Busuro Madco- Süryanice, “Mutlak Fikir”. Bütün bir Peygamberler’de tecelli eden…”(5)
 
Dipnotlar
1)http://www.luggat.com/392/acb
2)Çiğdem Dürüşken, Antikçağ Felsefesi, Alfa, İstanbul, 2013, sh.63.
3)http://www.academia.edu/30833313/Sokrates’in Erilliği: Eril Felsefe-Dişil Ebelik
4)S.M., Ölüm Odası, Baran, 27 Ekim-2 Kasım 2016, sh. 18.
5)http://www.barandergisi.net/dil-ve-dunya-gorusu-makale,1648.html
 
 
Baran Dergisi 545. Sayı