Ümit ve Korku Ekseninde Berzahtan Taşan Mânâ:
Ahid Sandığı veya Tabut-u Sekîne (2)

Allah Resûlü, birçok hadîsinde sanduka ve onu bulacak olan Hz. Mehdî Aleyhisselâm hakkında bilgiler vermiş ve bunu Müslümanlara müjdelemiştir.

Allah Resûlü tarafından bildirilen hadîslere göre sandık Taberiye gölü yakınlarındadır. Ahir zamanda Hz. Mehdî Aleyhisselâm tarafından bulunup, -aynı Talût’un hükümranlığının belgesi gibi- O’nun hükümranlığının bir sembolü olacaktır.

Hadîs meâli: “Hz. Mehdî, Tabut-u Sekîne’yi Taberiye gölünden çıkaracak.” (Ikdı’d Dürer, sf.51-a)

Hadîs meâli: “Ona Hz. Mehdî denilmesinin nedeni, gizli olan bir şeyin yolunu göstermesidir. Antakya denilen bir yerden Tabut’u (kutsal emanetler sandığını) ortaya çıkaracaktır.” (Suyuti, el- Havi li’l Feteva, II. 82) 

Hadîs meâli: “Ona Hz. Mehdî denilmesinin nedeni, Şam’da bulunan dağlardan birine yönelmesidir. Oradan (gerçek) Tevrat kitaplarını çıkaracak, Yahudilere karşı delil getirecektir.” (Suyuti, el-Havi li’l Feteva, II. 81)

Hadîslerde geçen ve “Taberiye gölündedir” şeklinde belirtilen yer İslâm âlimlerince, bir benzetmeye işaret kabul edilmektedir. Taberiye, Şam’a yakın bir yerdedir ve Şam, ahir zaman hadîslerindeki anlatımlarda uzak bir yer, Mekke ve Medine’ye uzak olan anlamını da taşır. Bu benzetme, Taberiye için de söz konusudur. Hatta buradan yola çıkan bazı yorumcu ve araştırmacılar sandığın, Kudüs’te, Mekke’de, Taberiye’de, Hatay’da olabileceğine dikkat çeker ve ek olarak İstanbul’a da işaret ederler.(1)

İstanbul, dünyanın merkezi, daha doğrusu Payitahtı! Bunun biricik sebebi, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık ediyor olmasındandır. İstanbul, böyle bir istidadı bünyesinde taşımaktadır. Osmanlı Devleti, dolayısıyla da Hilafet’in de merkezi olması hasebiyle İstanbul, bütün dikkatleri haklı olarak üzerine çekmektedir. İkinci bin yılın yenileyicisi, Hazret-i Ömer (R.A) soyundan ve “Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi” lakabı ile bilinen ve Müceddidiye kolunun piri İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden (d. 1564- ö. 1624) sonra, Osmanî, yani Hazret-i Osman (R.A) soyundan, Nakşibendi Tarikatının en önemli müceddidi ve Hâlidiyye kolunun piri olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretleri’nin (d. 1778- ö. 1826 ) İstanbul’un Süleymaniye semtine gelmesi ve sonrasında, Allah Resûlü’nün soyundan, “Üç Işık” sırrının mâliki Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin (d. 1860- ö. 1943) Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’a (Nisan 1919) yönlendirilerek Eyüp Gümüşsuyu’nda, İdris-i Bitlis Tepesi’ndeki Kaşgarî Dergâhı’nda konuşlandırılması bir yana, bizzat Efendi Hazretleri’nin söylediği, “İstanbul’da kim ne ararsa bulur. İyiyi de bulur, kötüyü de” meâlindeki sözü ile birlikte, bizzat Efendi Hazretleri’nin rahle-i tedrisinden geçmiş biri olarak, Büyük Doğu fikriyatının plan, program ve projesine tekabül eden “İdeolacya Örgüsü” isimli şaheserin sahibi Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın (d. 1904- ö. 1983) “İstanbul” isimli şiirinde “O manayı bul da bul! / İlle İstanbul’da bul!” sözü tüm dünya Müslümanlarına, özellikle de Türkiye’deki Müslümanlara çok şey söylemeli!

Bu arada hemen şunu da belirtmekte fayda vardır. Efendi Hazretleri tarafından Üstad Necip Fazıl’ın Marmara Denizi’nde seyreden bir geminin içinden çekilip alınması bir yana, yukarıdaki paragrafta yer alan özel isim, sıfat ve mekânların sembolik açılımlarına dair uzun soluklu bir tahlil fevkalade güzel olurdu. Ama bu yazının muhtevası buna müsait değildir. Gerçi yazı dizimiz boyunca bu tür mevzulara ara ara değinilmiştir.

Evet; “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden bir zaman dilimine girildiği çok açıktır. Bilindiği üzere, İslâm korku ve ümit arasında bir yerde (berzah!) yaşamayı öğütlüyor, müjdeliyor… Korku ve ümit, aydınlık ve karanlık mânâsı üzerinden ruh ve beden düalitesini kendinde cem eden “küllî ruh” mânâsını vermekle birlikte, zâhir ve bâtın ilmi mânâsına Şeriat ve Tasavvuf üzerinden de iki denizin birleşmesine mâni su perdesi misâlinde olduğu gibi, “berzah” mânâsını vermektedir. Tedaisi, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin şeriat ve tasavvufu birleştiren mânâsına “sıla” lakabı, İBDA Mimarı’nın “Ebu Süleyman: Horoz” lakablı Halid bin Velid Hazretleri’nin nesebinden oluşu ve doğu ve batıyı birleştiren olarak, diğer bir ifadeyle de “Batı Tefekkürünü İslâm Tasavvuf karşısında hesaba çeken olarak”, Rahman Sûresi’nin 19. Ve 20. Âyetlerinden mülhem “berzah” ve “kaptan kusto” keyfiyetinde görünüşü!

Âyet meâli: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefslerine zulmetmiş kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Öyleyse azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve Ona teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz.” (Zümer, 39/53-54)

Hadîs meâli: “Hiç kimsenin ameli, kendisini cennete götürmez. Beni de. Rabbimin rahmeti olmasa ben de cennete giremem.”(2)

Ahd-i atik sandukası veya Tabut-u sekîne, diğer bir ifadeyle de “Saklı sandık”!..

“Sözlükte “sakin olmak, durmak; susmak” mânasındaki sükûn kökünden türeyen sekîne “ağır başlılık, vakar, rahmet, güven, kişiyi teskin eden şey” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “skn” md.). Râgıb el-İsfahânî kelimeye “müminin kalbini teskin eden ve ona güven veren melek, şehvete meyletmekten alıkoyan akıl, korkunun yok olması durumu” anlamlarını vermiştir. (Tedaisi, İBDA Mimarı’nın “Velilik bir mecburiyettir” sözü üzerinden “nefs terbiyesi” mânâsını veren “ölmeden ölmek” hakikati bir yana, imanın en derin noktasında yer alan “Allah için sevmek ve Allah için buğz” hakikati de bir yana, “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, takva sahibi olmanın asgari şartı, Allah’tan çok korkmaktır. Bu korkudur ki, Allah’tan başka her şeye karşı müminin kalbinde sükünet hâsıl olur.)… Sekîne Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e, müminlere ve İsrâiloğulları’na atıfla altı âyette geçmektedir. Bunların beşinde Allah’ın Resûl-i Ekrem ile müminlerin üzerine ya da kalplerine huzur indirdiği ve onları -meleklerden oluşan- ordularla ve zaferle desteklediği belirtilmekte (et-Tevbe 9/26, 40; el-Feth 48/4, 18, 26), birinde ise İsrâiloğulları’na ait sandığın içinde kendileri için rablerinden bir sekînenin, ayrıca Mûsâ ve Hârûn hânedanlarından bir kalıntının bulunduğuna işaret edilmektedir (el-Bakara 2/248). Sekîne hadîslerde yine Hz. Peygamber ve müminlerle bağlantılı olarak yer almaktadır (Buhârî, “Cumʿa”, 18, “Cihâd”, 34; Müslim, “Ẕikir”, 39, “Cihâd”, 125; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 19).(3) 

“Tefsirlerde yer alan yorumlarda kelimenin “teskin etme ve güven oluşturma” mânasına vurgu yapılmış; kalbe inen sükûnet, gönül rahatlığı, güven duygusu, sabır, vakar, müminlerin sükûn bulmalarını ve iman etmelerini sağlamak ya da imanlarını arttırmak için Allah’tan gelen yardım ve rahmet biçiminde açıklanmıştır. Bilhassa müminlerle bağlantılı âyetler söz konusu olduğunda (et-Tevbe 9/26; el-Feth 48/4) şiddetli üzüntü ve korkudan sonra melekler vasıtasıyla veya başka yollarla kalplerin sükûn ve itminan bulması (Mâtürîdî, VI, 323), din konusunda sebat ve hidayete sevkeden basîret (Taberî, XIII, 88), Rabbin hükmü karşısında kalbin itminana ulaşması, beşerî faaliyetin bütünüyle silinmesi, gaybdan hâsıl olan şeylere itiraz etmeden gönlün rıza göstermesi (Kuşeyrî, II, 19) tarzında izahlar yapılmıştır. Tasavvuf geleneğinde kelimeye yaygın anlamının dışında “ilham, mârifet, yakîn, nur” mânaları atfedilmiştir (Çift, XV/2 [2006], s. 201-205).”(4) 

“Âyetlerde Allah’ın müminler üzerine sekînesini indirmesi bazen genel bağlamda kullanılmış (et-Tevbe 9/26), inkârcıların kalplerine yerleştirdikleri Câhiliye taassubuna karşılık Allah’ın peygamber ve müminlerin kalplerine sekînesini indirerek onların takvâya yönelmelerini sağladığı ifade edilmiştir (el-Feth 48/26). Bununla müminlerin kuvvetlenip kalplerinde irade ve cesaretin hâsıl olması, müşriklerin ise korku ile güçsüzleşmesi kastedilmiştir (Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, IV, 101; ayrıca bk. HAMİYET). Bazen de bu kavramla Resûl-i Ekrem’in Ebû Bekir ile birlikte kendisini öldürmek isteyen müşriklerden uzaklaşarak Mekke dışındaki bir mağaraya sığınmasına (et-Tevbe 9/40), Mekke’ye girmeleri engellenen Hz. Peygamber’le ashabının Hudeybiye’de Kureyş’e karşı savaşmamak üzere biat etmeleri ve barış antlaşması yapmalarına, ayrıca Hayber’in müminler tarafından fethine (el-Feth 48/18) atıf yapılmıştır. İlk örnekte sekînenin kime râci olduğu konusunda tefsirlerde farklı görüşler mevcuttur. Bir görüş, Resûl-i Ekrem’in Allah’tan başkasından korkmayacağı ve Allah’ın kendisine daima yardımcı olduğunu bildiği, dolayısıyla sekînenin Hz. Peygamber’in yanından hiç eksik olmadığı gerçeğinden hareketle âyette geçen sekînenin Ebû Bekir’in üzerine indiği ve bu şekilde onun kalbinin Resûlullah’la ilgili korku ve üzüntüden huzur ve sükûn bulduğu yönündedir. Sekînenin Hz. Peygamber’in üzerine indiğini kabul edenlere göre ise bundan maksat, peşlerindeki müşriklerin görmediği bir orduyla veya çeşitli hüccetler ve burhanlarla Resûlullah’ın desteklenerek sekînenin yenilenmesidir (Mâtürîdî, VI, 364; Fahreddin er-Râzî, XVI, 65-66; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, II, 373).”(5) 

Not: Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde bir değerlendirmek yapacak olursak, o da şu: Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm’ın “daire sırrı” çerçevesinde Hazret-i Ebu Bekir (R.A) ile yakın ilgisi bir yana, Hazret-i Ebu Bekir (R.A)’ın “Hafi zikir- Gizli zikir” üzere olan Nakşibendiyye Tarikatı’nın menşeinde yer alıyor olması hakikati dikkate alındığında, İBDA Mimarı’nın “Nakşi sırrıdır kavgam” sözünün mânâsı daha bir derinden hissedilmiş olur. Nakşibendiyye Tarikatı’nın temel düsturu hâlinde sadece ve sadece Allah’ın rızasını taleb ediyor olması ve bunu da kalb hakikati, yani “nokta-i süveyda-siyah nokta” üzerinden yapıyor olması,(6) “Tabut-u sekîne”nin açık adresine açık bir işaret olarak kabul edilebilir. Evet; dünden bugüne Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin Mimarları karşısında rejim güçleri ve dahi topyekûn küffarın korku dolu duruşunu asla yabana atmamak kaydu şartıyla, “İstikbâl İslâmındır” mânâsına yataklık eden Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda “Tabut-u sekîne” mânâsını mündemiçtir. İBDA Mimarı’nın ademe (yokluğa) mahkum edilmesi, yani üzerine bir ömür sükût külü dökülmesi, tıpkı telegram işkencesinde olduğu gibi, diğer bir ifadeyle de “fikir çilesi tacı” mânâsına nefse veya ruha vurulan pranga veya çarmıha gerdirme misâlinde olduğu gibi, onun şahsında tecelli eden hakikatin tersinden delillendiricisidir. Bu mevzu, “Tabut-u sekîne” mânâsı üzerinden yeni bir değerlendirmeye tâbi tutulsa yeridir. İBDA Mimarı’nın yaşadığı cehennem hayatı bize göstermiştir ki, aslında o, “Nakşi sırrıdır kavgam” sözüne olan sadakatini gözler önüne serdi ve aynı zamanda, “dilsiz ve kelimesiz” bir şekilde Allah’ı zikretmenin şahikasına taalluk eden “Hafi zikir-Gizli zikir”in gereğini yerine getirdi. “Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın ibadetiyle değil, sabrıyla imtihan edileceği” hakikatini de yine bu çerçevede değerlendirmek icab eder. Fikrî yakınlıktan uzak bir şekilde fizikî yakınlıkta kalan çevresine, belki de zerre-i miskal tahammülü hak etmemesine rağmen azimet gereği gösterdiği tahammül, aslında onun ibadetinin bir gereğiydi. Üstadı veya Bilgesinin, “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” istifhamına karşı “Ben Kimim?” istifhamıyla cevap veren İBDA Mimarı, kendisini Allah’tan başka hiç kimsenin azat edemeyeceğini de bilerek ve isteyerek, çile dolu bir hayat yaşadı ve onu, yani hayatını hitama erdirerek berzah âlemine göçtü! Hareket sınırlığından kurtulmuş olarak, his ve hayâl dünyasında bizim mahiyetini bilmediğimiz bir hürriyet buudunda yaşamaya devam ediyor! Yaşadığı cehennem hayatı üzerinden sorulan bir soruya verdiği cevab, mevzumuz açısından çok manidardır: “Bir tek defa bile Allah’a sitem etmedim. Kusuru hep kendimde buldum.”(7) Bu da bize göstermektedir ki, “İstikbâl İslâmındır” mânâsına yataklık eden bir misyon üzere olduğunu ve bu misyonun hem yükleyicisi ve hem de icracısının bizzat Allah ve Resûlü olduğunu, bundan dolayı da, tüm olup bitenlerin, yani yaşadığı çile dolu hayatın “sabırla imtihan” çerçevesinde cereyan ettiğini de biliyordu. Tedaisi, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a giydirilen “Çile tacı” ve Üstad Necip Fazıl’ın “Çile” isimli şiir kitabının kalbi mahiyetindeki “Çile” şiirinde geçen aydınlatıcı mısralar: “Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,/ Fikir çilesinden büyük işkence.”

 “Ahid sandığı” veya “Tabut-u sekîne” üzerindeyiz… “İsrâiloğulları ile bağlantılı kullanılan sekîne konusunda ise (el-Bakara 2/248) farklı açıklamalara yer verilmiştir. İlgili âyete göre Allah, peygamberi (Şimuel / İsmail) aracılığı ile İsrâiloğulları’na kendilerine kral seçtiği Tâlût’un hükümranlığının delili olarak düşmanın eline geçen kutsal sandığın kendilerine geri geleceğini müjdelemiştir. Bu sandık bir rivayete göre Allah tarafından Hz. Âdem’e indirilmiş, daha sonra Hz. Ya’kûb’a ve İsrâiloğulları’na ulaşmıştır; diğer bir rivayete göre ise Hz. Mûsâ ile yapılan ahidden itibaren İsrâiloğulları’nın sahip olduğu bir sandıktır. İsrâiloğulları savaşa gidecekleri zaman din adamları bu sandığı önden taşır, kendileri de arkadan takip ederdi; sandık yanlarında olduğunda daima düşmanlarına galip gelirlerdi. Ancak Allah, emirlerine isyan edip peygamberlerine karşı gelmeleri üzerine birçok defa sandığın düşmanın eline geçmesine izin vermiş, fakat her defasında tekrar İsrâiloğulları’na döndürmüş, son defada ise sandık bir daha geri döndürülmemiştir. Buna göre âyette İsrâiloğulları’nın Amâlika kavmine yenilip sandığın Câlût ile (Golyat) adamları tarafından ele geçirilmesine atıf yapılmaktadır. Sandığı bir müddet yanlarında tutan kavim başlarına çeşitli belâların gelmesi üzerine sandığın kendilerine uğursuzluk getirdiğini anlamış, onu iki öküzün sırtına yükleyip İsrâiloğulları’na geri göndermiştir. Bir görüşe göre bu, Tâlût’un (Saul) kral seçilmesinden önce vuku bulmuş bir hadise olup sandığın geri dönmesi İsrâiloğulları’nın, düşmanlarıyla savaşırken kendilerine önderlik yapması için peygamberlerinden bir kral isteyip daha sonra Tâlût’un hükümdarlığına muhalefet etmeleri ve bu konuda delil istemeleri üzerine Şimuel (İsmail) peygamberin beyanının teyidi olmaktadır: “Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir” (el-Bakara 2/247; krş. I. Samuel, 8-10; bk. Taberî, II, 607-608; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, II, 247).”(8)

Not: Hilafetin emareleri arasında “Kutsal emanetler”in olduğu malumdur. Bilindiği üzere, İslâm dünyasının liderliği mânâsını mündemiç Hilafetin en bariz delili olan “Kutsal Emanetler”, Anadolu’da birliği sağlayan ve devleti bir dünya devleti haline getiren Dokuzuncu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri (d. 10 Ekim 1470- ö. 22 Eylül 1520) tarafından İstanbul’a getirilmiştir (6 Temmuz 1517). Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin Suriye ve Mısır seferi sonrası İstanbul’a taşıdığı “Hilafet mührü” ve ardından “Kutsal emanetler”in de İstanbul’a taşınmasıyla birlikte, “İlâhî yardım”a mazhar güç ve kuvvetin nerede toplandığını göstermesi açısından mühimdir. Osmanlı Devleti’nin yapmış olduğu tüm savaşlarda (cihad) “Kutsal emanetler” üzerinden azami ölçüde yararlanma hassasiyeti, yukarıdaki bilgiler ışığında çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu mânâdan olarak, Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ben İttihad-ı İslâm Davasında Yavuz Selim’e biat etmişim!” sözünü hatırlamadan geçmek olmaz. Buradan hareketle denilebilir ki, “Kutsal emanetler” çerçevesinden bakıldığında, Allah Resûlü’nden sonra en büyük “Kutsal emanet”, topyekûn zaman ve mekânın sahibi olan Allah’ın bir vaadi olarak, Müslümanlara müjdelenen “İstikbâl İslâm’ındır” mutlak müjdesidir. Emaneti yüklenme iradesi ve istidadı gösteren Büyük Doğu ve İBDA Mimarları, nesh edilmiş olan “Ahid sandığı”nın mânâsını ortaya çıkarmak dâhil, “Tabut-u sekine”nin de müjdecisi olmuşlardır. Doğru söylemek gerekirse, günümüz dünyasında İsrail’in “Kutsal emanet” olarak gördüğü “Ahid sandığı”na niçin kavuşmak istediğini anlamakta zorlanmıyoruz. “Ahid sandığı” olmadan çıkılacak bir savaşın kazanılamayacağı endişesi tüm Yahudileri sarmıştır. İsrail’in “Arz-ı Mevud” hayâlini bu denli çetrefilli kılan yegâne şey, “Ahid sandığı”na olan uzaklıktır. Gıdım gıdım ilerlemesini de buna bağlamak lazımdır. Deccal’in mücessem hâli olan İsrail, “Ahid sandığı”nı ele geçirebilseydi eğer, bütün dünyaya aleni olarak meydan okumayı kendisine en büyük kutsal vazife edinecekti. Ama bu hiçbir zaman olmayacaktır çünkü, söz konusu “sandık” bilinen bir sandık olmaktan çoktan çıkmıştır. Velev ki ele geçirdiği düşünülsün, onunla yola çıkılacak hiçbir savaş kazanılamayacaktır çünkü o “sandık”, tek kelimeyle “Hükümsüzdür!” Nasıl ki “Arz-ı mevud: Vaad edilmiş topraklar” hükmü, Allah Resûlü’nün dünyayı şereflendirmesiyle birlikte “Vaad edilmiş zaman” hükmü üzerinden “İstikbâl İslâm’ındır” mânâsı içerisinde “hükümsüz” hâle getirildiyse, aynı şekilde, “Ahd-i atik” veya “Ahid sandığı” da “hükümsüz” bir hâle getirilmiştir. Bulunsa dahi, -ki bulunacak ve onu bulacak olan da yine Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm olacaktır-, içindekilerle birlikte sadece bir sandık olarak bulunacak ve yine kim bilir, sadece bazı nasiplilerin imana gelmesi ve Allah Resûlü’nün şeriatine uymaları için bariz bir delil olarak anlam kazanacaktır.

Son söz: Anadolu topraklarından fışkıran mânâ, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi olduğuna göre, yeni zaman ve mekânda yaşayan Müslümanlara düşen en büyük görev, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemini bir “Tabut-u sekîne” olarak kabul etmek ve bunun gereğini yerine getirmekten ibarettir. Büyük Doğu-İBDA sancağının açıldığı bir yerde, -ki bu sancak, “Başyücelik Devleti” mânâsınadır-, düşmanla gerçekleştirilen hiçbir savaşın kaybedilmeyeceği aşikârdır. En doğrusunu Allah bilir!
 
Dipnotlar
1-http://kayipahidsandigi.blogspot.com/2010/05/
2-https://sorularlaislamiyet.com/ben-kulumun-zanni-uzereyim-beni-nasil-tanirsa-oyle-muamele-ederim-kudsi-hadisini-aciklar-misiniz-ve
3-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine
4-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine
5-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine
6-(İlâhî ente maksûdî) demek, “Yâ Rabbi, benim hedefim, muradım, maksûdum sensin!” demek… (ve rıdàke matlûbî) demek, “Yâ Rabbi, benim bütün taleb ettiğim, istediğim şey, senin rızana ermek; sen benden razı ol diye, onu istiyorum!” demek… Yâni, birincisi ma’rifetullaha işaret ediyor, “Ben ma’rifetullaha sahib olmak istiyorum, Allah’ın arif kulu olmak istiyorum!” demek; ikincisi de, “Allah’ın rızasına, rızâ-i ilâhiye ermek istiyorum!” demek… Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN (Rh.A)
7-https://www.milligazete.com.tr/haber/898911/salih-mirzabeyoglu-rusen-cakira-neler-anlatti
8-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine


Baran Dergisi 645. Sayı