Aslında hayatın her sahasında bir sanat olarak uygulanması zarurî olan siyaset, umumiyetle devlet işlerini düzenleme ve yönetme sanatı olarak anlaşılmaktadır. Cümlemizin ilk kısmından bakıldığında umumî bir mânanın daraltılması çok doğru olmasa da, siyaset tabirinin devlet işlerine hasrı artık genel kabul görmüş bir vaziyet. Bizim de tabiri bu mânada yazımız içinde kullanmamızın bir mahzuru yok.

Yönetmek ve idare etmek, bir tecrübeye sahip olmak ve ilm-i siyasete vakıf olmaktan geçer. Bugün hiç kuşkusuz İslâm dünyasında en uzun soluklu devlet tecrübesine sahip olan, Türklerdir. 

Tarih boyunca siyaset sanatını en ince noktalarına kadar hesab ederek işleten devletlerden biri de herkesin bildiği üzere İngiltere’dir. İngiliz devlet yöneticilerinin siyaseti bizim son yüz yıllık yöneticilerimize mukabil ne kadar doğru anladığını takdir etmek lazım. Lakin İngiliz dünya siyasetinin çıkış noktası fazilet ve hakikat değil de bilakis kâr ve tahrip olduğundan, eninde sonunda hezimetle neticelenmesi mukadder. İngiliz siyasetinde Yahudi nüfuzunun ziyadesiyle etkin olduğunu bir not olarak eklemekte de fayda var.

İngilizlerin Ortadoğu, bizim ise Büyük Doğu coğrafyası olarak addettiğimiz Müslümanların yaşadığı topraklar tarihin her döneminde medeniyetlerin çekişme sahası olmuştur. Bugün de gerek iktisadî zenginlik bakımından ve gerekse de, kimine göre maddiyattan daha önemli olan, inanç veçhesinden mühim bu topraklar satranç tahtası konumundadır. Yüz küsur yıl evvel İngilizlerin başını çektiği emperyalistler tarafından dizayn edilen yapılar, bugün emperyalistlerin asıl düşmanı olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat’e var güçleriyle saldırıyorlar. Bugün bölgede yaşanan hadiseleri, bir asır evvel yapılmış tasarımın revizyonu olarak görmek lazım.

Şimdi geçmişte yapılan bu dizayna bir göz atalım;

Asırlar boyunca İslâm coğrafyasında egemen olan Osmanlı Devleti, bünyesinde birçok etnik yapıyı barındırmasına mukabil ümmet bilincini yaşattı. İslâm milletinin devleti olarak, idare ile toplum arasındaki köprüyü kurdu ve meşruiyetini bu şekilde sağladı. Osmanlı, İslâm’ın sancaktarlığını yapmanın yanı sıra Müslümanların üstünlüğünü de Batı’ya kabul ettirmişti. Batı, Müslümanlar karşısındaki yenilgilerini zafere çevirmek için canla başla uğraşırken, Müslümanların oldukları yerde sayması ise hadiselerin terse dönmesine sebep oldu. Pörsüme beraberinde idare ruhunun kaybolmasını, o da yine beraberinde idare sanatının ortadan kalkmasını getirdi. İdare sanatından anlaşılan, şark kurnazlığından ve ayak oyunlarından ibaret kaldı. Bu eşiklerle beraber ortaya çıkan fikrî boşluk derinleşti. Bu boşluğu emperyalistlerin ülke içerisinden ve dışarısından tatbik ettikleri siyaset doldurdu. Emperyalistler, paramparça etmek suretiyle Müslümanları tahakküm altına alabileceklerini gayet iyi bilmekteydiler. Bunun için ise Ehl-i Sünnet çizgisinin baltalanması şarttı. 19. yüzyılda İngilizlerin, bilhassa Arap dünyasının entelektüel birikim merkezlerinden biri olma iddiasındaki Mısır’da ve siyasî otorite boşluğunun olduğu Arabistan'ın Necd bölgesinde yapmış oldukları toplum mühendislikleri Abdülhamid Han’a kadar anlaşılamamıştır. İngilizlerin bu hamlelerini fark eden Abdülhamid Han, bu projeleri boşa çıkarma yönünde siyaset üretmiş, ama neticede yavaşlatmaktan başka bir şey yapamamıştır.

19. yüzyılda bu topraklarda zuhur eden fikirlerin bir kısmı İngilizler tarafından desteklenmiştir. Bunların en önemlileri Arabistan’da Vahhabîlik ve Mısır’da Reformizm kisveli Pan-Arabizm’dir. 

Vahhabilik, Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin “dini içinden zedeleyen kâfir” diye bahsettiği İbn-i Teymiyye’ye dayanmaktadır. İbn-i Teymiyye’nin de kökünü İbn-i Sebe’den aldığını Üstad Necip Fazıl vesilesiyle biliyoruz. Bugün Ehl-i Sünnet vel Cemaat’e saldıranların neredeyse tümünün beslendiği kaynak burasıdır. İbn-i Teymiyye’yi bu açıdan bir turnusol kâğıdı gibi görmek gerekir. Bir mü’minin İbn-i Teymiyye’ye bakışı, İslâm’a bakışı hakkında bize ipuçları verir. Teymiyye, İslâm’ın derinliğini göz ardı ederek yüzeysel olarak düşünmüş ve İslâm'a kuru akılcılığı-pozitivizmi getirmiştir. Belki de koyu Müslüman olduğunu zanneden ilk “materyalist” İbni Teymiyye'dir. İslâm’ın Bâtın yönünü dışlamış ve dolayısıyla zahirini de anlayamamıştır. 

Vahhabilik 18. yüzyılda Muhammed bin Abdülvehhab'ın İbn-i Teymiyye’den esinlenerek Selefiyye akımını benimsemesiyle kurulmuştur. Vahhabilik içe doğru bir reform hareketidir. Ehl-i Sünnet Müslümanlar arasında taban bulup Ehl-i Sünnet’i tekfir ederek yeni bir din oluşturma yoluna giden bir bedevî hareketidir Vahhabilik... Vahhabiliğin yayılması ise Suud kabilesinin lideri Abdülaziz bin Muhammed bin Suud’un, Muhammed bin Abdülvehhab’ın fikirlerini benimsemesiyle başlar. Dört hak mezhebi kabul etmemeleri, tasavvufu, icmâ ve kıyası reddetmeleri, ehl-i tarik Müslümanları tekfir etmeleri ve üstüne kanlarını ve mallarını helal görmeleri başlıca dikkat çeken fikirleridir. Abdülaziz bin Muhammed bin Suud’un, Muhammed bin Abdülvehhab’ın kızıyla evlenmesi neticesinde bu mezhebin idaresi, Suud ailesine geçmiştir. Suud ailesi hakkında en dikkat çekici bilgi ise Yahudi dönmesi olmalarıdır. Vahhabilik adında yeni bir bedevi dininin İslâm kisvesi altında peyda olması ve bunun Yahudi kökenli bir kabile tarafından desteklenmesi İngilizlerin dikkatini çekmiştir. İngilizler, Türklerin İslâm anlayışının yanlış olduğu ve Arapların daha doğru bir İslâm anlayışına sahip bulunduğu propagandası yaparak Müslümanları ayrıştırmayı hedeflediler. 

Diğer taraftan Arap milliyetçiliğine dayalı Pan-Arabist düşünce de desteklenmiştir. Arabistan ve Mısır’da filizlenen fikirlerle İslâm birliğini parçalama hedefi gözetilmiştir. Çünkü Osmanlı Sünnîliğin temsilcisidir ve emperyalizme karşı duracak yapı Sünnîliktir. Dinî açıdan Arabistan’da Vahhabilik, siyasî açıdan Mısır’da Reformizm görüntülü Pan-Arabizm emperyalistler tarafından finanse edilmiştir. Suud ailesinin ve Mısır’da türeyen reformistlerin İngiliz ajanlarıyla olan münasebetleri ortadadır. Şii kökenli Cemaleddin Afgani’nin Blunt isimli bir İngiliz ajanı ile olan yakın arkadaşlığı bunun en somut örneğidir. Afganî’nin kitapları İngilizler tarafından bastırılarak dağıtılmış, sapık fikirleri yayılmıştır.

Bugünlerde gençlerin, keskin duruşları sebebiyle Vahhabiliğe sempati duyması açısından Suud ailesi ve Vahhabilik üzerinde daha fazla durmak gerekiyor… Bu fikir akımı ve İbn-i Teymiyye’den beslenen popüler hocaların fetvaları sebebiyle gençler mezhepsizliğe kaymaktadır. Vahhabilik, tıpkı Şia gibi Müslümanlar arasında fitnenin yayılmasına sebep olan kollardan birisidir. En büyük tehlikelerden birisi ise bu akımdan etkilenen ve fikirlerini benimsemeye başlayan gençlerin tıpkı bu akımdan etkilenmelerine sebep olan hocalar gibi kendilerini Ehl-i Sünnet çizgisine bağlı olarak göstermesidir. Diğer taraftan bu akımın baş müsebbiblerinden Suud ailesinin Yahudi kökenli olması ve Üstad Necip Fazıl’ın Yahudi’yi tarif ederken kullandığı “İnsanlık tarihinde, evvelâ kendi öz dinini çürütmekle işe başlayarak, ruhî ve millî bütün vahdetleri yıkmaya memur bir rol oynamıştır. Yahudiyi, her şeyden evvel böyle tanımak ve onu ilk mâzisinden, peygamberlerinden, nisbet iddia ettiği dininin hakikatinden tecrit ederek, müstakil bir ruh ve kavim vâkıası bilmek lâzım.” cümleleri ile Vahhabiliğin ortaya çıkışı ve Suud’un gelişimi müthiş bir paralellik göstermektedir.

Bugün bir emperyalizm projesi olan Reformizm, İslâm aleminin içine atılmış bir fitne odağı olarak varlığını sürdürmekte, elinde tuttuğu maddî imkanlarla Müslümanların imanını, yine emperyalistler lehine ifsad etme vazifesini icra etmektedirler. Fikren mahkum olsalar da, çok ses çıkarmak ve önlerine çok mikrofon uzatılması sayesinde “varlarmış” gibi görünüyorlar. Şeytan oldukça, böyleleri de olacaktır.
 

Faruk Hanedar - Baran Dergisi 408. Sayısı