Şia’da Takiyye
Şeyh Müfid, takiyye kavramını; “Din ve dünya işlerinde bir zarar gelmesi endişesi hasıl olursa, insanın hakkı gizlemesi, inancını saklaması ve muhaliflere belli etmemesi” olarak tanımlar. Burada dikkat edilirse Şeyh Müfid kendisinden takiyye yapılacak kişileri muhalifler diye tanımlamaktadır. Muhaliflerden kasıt ise Gayrimüslimler değildir. Gayrimüslimler muhalifler vurgusu içinde yer almakla beraber burada asıl kastedilen kesim, tüm muhalifler ve bahusus Ehli Sünet’tir; bu da Şia hadis külliyatına ve konuyu ele alan fıkıh ve usulü fıkıh kaynaklarına bakıldığında açıkça görülmektedir.

Ayetullah Humeyni ise takiyyeyi; “insanın kanını, malını ve ırzını yahut başkasının mal ve ırzını koruması için vakanın aksine bir hüküm vermesi, şeriata muhalif amelde bulunması” olarak tanımlar. Buna da ilginç bir örnek verir. Şia’ya göre abdest alınırken el dirseklerden aşağıya doğru yıkanır, ayaklara da mesh edilir. Sünnilerde ise, el parmaklardan dirseklere doğru yıkanır, ayaklar da yıkanır. Ayetullah Humeyni eğer kişi Sünnilerin arasında ise, Şia’ya göre abdest alması onu yahut başka bir Müslümanı tehlikeye sokacaksa takiyye yaparak Sünnilere göre abdest alır ve kendisini tehlikeden korur, fetvasını vermektedir.

Şia hadis külliyatında takiyyenin dinin bir rüknü olduğunu belirten çok sayıda rivayet mevcuttur. Mesela, İmam Sadık’tan nakledilen; “Eğer takiyyeyi terk eden kişinin hükmü, namazı terk eden kişinin hükmü gibidir dersem, doğru söylemiş olurum” hadisi ile İmam Sadık’tan rivayet edilen: “Takiyye yapmayanın dini yoktur” mealindeki hadis. Ayetullah Humeyni bu meyanda şunları söyler: “Takiyye korkudan dolayı olabileceği gibi muhaliflerin sevgi ve sempatisini kazanmak için de yapılır. Batıl devlette hak devletin zuhur etmesine kadar takiyye yapılır. Takiyyeyi halktan insanlar, mezhep imamları, masum imamlar ve Hz. Peygamber (s.a.v) de yapar.” Humeyni’nin bu sözleriyle takiyyeyi masum kabul edilen İmamlar’ın ve daha da ötesi Hz. Peygamber (s.a.v)’in de yaptığını ileri sürmesi önemlidir. Bu da ona ait şahsi bir yorum değil, fırkasının genel kabulüdür.

Şia’ya göre takiyye; ister yöneticiler ister halk olsun, İslâm’a inanmayan kâfirlere yapıldığı gibi Ehli Sünnet’in sultanlarına, yöneticilerine, fakihlerine, kadılarına, avamına karşı da yapılır. Mesela, yönetici Ehli Sünnet inancına muvafık bir fetva verse, Hanefi mezhebinin bir görüşünü dayatsa, takiyye yapılır. Takiyye yapılırken dikkat edilmesi gereken husus, Şia’nın hak gördüğü İslâm yorumuna zarar vermemesi şartıdır. Ayetullah Humeyni’ye göre; Hakkı, batıl devlette gizlemek vaciptir ve bunun faydası ise siyasî, dinî cihete racidir. Ali b. Hüseyin’e nisbet edilen bir rivayette; “Allah mümin kulunun dünya ve ahirette bütün günahlarını bağışlar ve onu temizler, ancak iki günahı bundan müstesnadır; takiyyeyi terk etmesi ve ihvanın hukukunu zayi etmesi” söylemektedir.

Hadis kaynakları Ebu Abdullah’ın, (Altıncı İmam Cafer b. Muhammedin es Sadık, ö.148 H./765 M.); “İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar” (Kısas 54) ayetinin tefsirinde, “sabretmelerinden ötürü”nün mânâsı takiyye üzerine sabretmeleridir.” Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar”dan kasıt ise iyilik takiyyedir, kötülük de kendini ifşadır.” diye aktarırlar. Şia’nın vasıfları sadedinde de İmam Sadık’a nisbet ettikleri bir rivayette, onun; “Takiyye yapmayan Ali’nin şiasından değildir” dediği nakledilmiştir. İmam Sadık’a atfedilen; “Dinin onda dokuzu takiyyedir, takiyyesi olmayanın dini yoktur. Nebiz ve meshler üzerine mesh hariç takiyye her şeyde vardır.” sözüyle yine ondan nakledilen; “Takiyye benim dinimdendir ve ecdadımın dinindendir, takiyyesi olmayanın imanı da yoktur” vb. sözler Şia’da takiyyenin inanç ve amel olarak yerini göstermesi bakımından önemlidir.

Rivayete gör Musa b. Cafer (İmam Kazım diye bilinen 7. İmam, ö.183 H./799 M.) adamın birisine; “Eğer sana dünyada temenni hakkı verilseydi ne temenni ederdin?” diye sordu. Adam da; “dinimde takiyye ile rızıklandırılmayı ve ihvanımın hukukunu eda etmeyi temenni ederdim” cevabını verdi. Bunun üzerine imam; “Ne güzel cevap verdin” dedi ve adama bin dirhem verilmesini emretti. İmam Ali bin Muhammed el Hadi’ye (onuncu İmam, ö. 254 H. /868 M.) insan-ı kâmilin kim olduğu soruldu. O da: “Takiyye ile en çok amel eden ve ihvanının hukukunu yerine getirendir” dedi.

Bu bağlamda İmamlardan takiyyeyi emreden, teşvik eden rivayetler hayli fazladır. İmamlar’ın sözleri Şia’da bağlayıcı dini naslar olduğu hatırda tutulursa, bu sözlerin dinî bağlayıcılığı açıktır. Bu sebeple takiyye konusu , “Takiyyeye İhtimam Göstermenin Vacip Oluşu ve İhvanın Hukukunu Yerine Getirme Babı” diye usul kitaplarında bile geniş olarak yerini almıştır. Şia’nın önde gelen imamlarından İbn Babaveyh; “Takiyye vaciptir, el-Kaim (beklenen mehdi) çıkana kadar takiyyeyi kaldırmak caiz değildir. Kim ki, Mehdi zuhur etmeden takiyyeyi terk ederse, muhakkak ki Allah’ın dininden ve İmamiye diniden çıkmış olur. Böylece Allah’a, Resulüne ve İmamlar’a muhalefet etmiş olur.” diye fetva vererek meselenin arizî değil asli olduğunu vurgulamaktadır.

İmamet İnancı ve Takiyye İlişkisi
İmamiye Şia’sında iman etmenin esaslarından olan imamet/velayet inancıyla takiyye prensibi arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bağ bize göre, takiyyenin Kur’an’ın vazettiği sınırların ötesine geçip bugünkü Şia fıkhında olduğu gibi genişletip sistemleşmesinde yukarıda izah edilenler kadar belki de daha fazla önemli gözükmektedir. Bunun anlaşılması için Şia’ya göre imamet inancının mânâsını özetle izah edip takiyye inancıyla bağını açıklamak gerekmektedir.

Şia’ya göre Allah (c.c) “On iki İmamı” Hz Muhammed’den (s.a.v) sonra sırasıyla Müslümanların dinî ve siyasî liderleri kıldı. Bu tayin Hz. Peygamber’in (s.a.v) içtihadı ve şahsi tasarrufuna göre değil Allah’ın (c.c) iradesiyle belirlenmiş. O da insanlara bunu tebliğ etmiştir. Günah işlemeyen, ismet sıfatına sahip olan imamları inkâr edenler mümin kabul edilmezler. Onlar meleklerden vahiy alma vasfına, helal ve haram tayin etme yetkisine sahiptirler. Allame Tebatabaî, Allah Resûlü’nün (s.a.v) ve İmamlardan birisinin ağzından çıkan sözün Kur’an ayetleri gibi bağlayıcı olduğunu söyler. İran İslam devriminin ruhanî lideri Ayetullah Humeyni, Şia imamların makamını şöyle izah eder: “İmamın öyle yüksek bir derecesi ve tekvini yetkisi vardır ki; bu kâinatın bütün zerreleri onların tasarrufu altındadır. İmamlar öyle bir makamdalardır ki, o makama ne mukarreb melekler ne de elçi olarak gönderilmiş bir nebi ulaşamaz.”
Şia’ya göre, Hz. Peygamber (s.a.v) hayattayken başta ashabı olmak üzere ümmetini imamlara itaate çağırmıştır. Bunu da Veda Haccından sonra Mekke ve Medine arasında Gadir’i Hum denilen mevkide kalabalık bir sahabe topluluğunun önünde yapmıştır. Kuleyni, Hz. Peygamber’in (s.a.v) Gadir’i Hum’da tebliğ ettiği en son farzın, Hz. Ali’nin (r.a) velayeti olduğunu, orada hazır olanların hazır olmayanlara bu hükmü ulaştırmasını emrettiğini söyler. Bu bağlamda Kuleyni’nin rivayetlerinden birisi de şudur; “Allah, Ali’nin velayetini emretti ve; Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir; Onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekatı verirler .” (Maide:5/55) ayetini gönderdi ve ulü’l emr’in velayetini farz kıldı. İnsanlar bunun ne demek olduğunu anlamadılar. Allah (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v)’e insanlara namaz, zekât, oruç ve haccı açıklamasını emrettiği gibi velayeti de açıklamasını emretti. Bu talimat Allah tarafından gelince, Hz. Peygamber (s.a.v)’in gönlü daraldı ve insanların onu yalanlamasından, bu emri reddetmesinden korktu. Bunun üzerine Rabbine müracaat eden Hz. Peygamber (s.a.v)’e Allah (c.c); “Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kâfirler topluluğunu rehberlik etmez.” (Maide:5/67) ayetini indirdi.

Bu emre istinaden Hz. Peygamber Gadir’i Hum gününde Ali’nin velayetini ilan etti. İnsanları cemaat namazına çağırdı ve hazır olanların hazır olmayanlara bu hükmü tebliğ etmelerini emretti. Böylece farzlardan biri diğerinin peşinden indi. Velayet de farzların sonuncusudur. Arkasından Allah (c.c); “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım.” (Maide:5/3) ayetini inzal etti. Velayet inancı Şia inanç sisteminde yerini böyle aldığında, ismet sıfatına sahip oldukları kabul edilen imamların onlara nisbet edilen nice söz ve Allah (c.c); “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım.” (Maide:5/3) ayetini inzal etti. Velayet inancı, Şia inanç sisteminde yerini böyle aldığında, ismet sıfatına sahip oldukları kabul edilen imamların onlara nisbet edilen nice söz ve amellerini, duruşlarını, onlardan rivayet edilen birbiriyle zıt hadisleri izah etmek imkânsız hale gelmektedir. Tutarlı izahı mümkün olmayan bu tarz tasarrufları izah edebilmek için takiyye fıkhının sınırları genişletilmiştir. Şöyle ki, Şia’ya göre; Hz. Ali (r.a) yukarıda anlatılanlar çerçevesinde kendisinin ilahi nasla tayin edilmiş imam olduğunu biliyor ve öyle inanıyordu. Allah tarafından korunmuş olması sebebiyle de günah işlemezdi.

Ancak tarihî hakikatlerin ortaya koyduğu gibi Hz. Ali (r.a) halife seçilen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a (r. anhum) sırasıyla beyat etmiştir. Kendisini imam tayin etmiş ilahi hükme rağmen bunu nasıl yapabilmiştir? Oysa Şia’ya göre bu üç halife Allah’ın açık hükmüne isyan edip hakikati gizlediklerinden dolayı onlara beyat etmemesi, açık bir mücadele içerisinde olması gerekirdi. Yine kendisine karşı (haşa) komplo kuran bu üç halifeye karşı ne muhabbet beslemeli, ne de onları tebcil etmeliydi. Oysa tarihî hakikatler bunun aksini söylemektedir. Mesela Şia kaynaklarının da kabul ettiği üzere Hz. Ali (r.a) üç erkek çocuğunun isimlerini Ebu Bekir, Ömer ve Osman koymuştur. Hz. Ali’nin (r.a) bu üç çocuğu ağabeyleri Hz. Hüseyin’le (r.a) beraber Kerbela’da şehit düşmüşlerdir.

Yine Şia inancına göre ikinci masum imam olan Hz. Hasan (r.a) çocuklarından birinin adını Ebu Bekir, diğerinin adını Ömer koymuştur. Bunlar da amcaları Hz. Hüseyin’le birlikte Kerbela’da şehit düşmüşlerdir. İmamların çocuklarına halifelerin isimlerini koyması bir sevgi, saygı ve vefanın ifadesidir. Hz. Ali (r.a) ile halifeler arsında muhabbet ve ihtirama işaret eden bir başka önemli gösterge de Hz. Ali’nin (r.a) kızı Ümmü Gülsüm’ü (r.anha) Hz. Ömer’le (r.a) evlendirmesidir.

Not: Yazımızı yazarken dikkatle takip ettiğimiz Akit Gazetesi yazarı ve Ebubekir Sifil’in önderliğinde Dar’ül Hikme oluşumunun içinde yer alan Serdar Demirel’in “TAKİYYE (Şia Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks/Rıhle Yayınları)” eserinden faydalanılmıştır. Kendisine bu ve bu minval üzere yapacağı çalışmaları için Allah’tan başarılı olması temennisiyle.

Baran Dergisi 518. Sayı