Hani beylik bir laf vardır ya, “çağımız bilgi çağı” diye... Aslında çağımız bilginin iğdiş ve kötü emellere kurban edildiği bir çağ… “Her şeye sahtesinin musallat olduğu” hakikati mucibince, aşırı derecede çokluğundan dolayı bütün bu bilgi karmaşası içinde “hakiki bilgiye” ulaşmanın güç olduğu bir çağ... Bilginin bu şekilde ayağa düşürülmesinden kelime-kavramlar da nasibini almış ve anlamca çok zengin ve bir o kadar ulviyete sahip birçok terim ayağa düşürülmüş, ulvî mânâlar süflî keyfiyetlere gark edilerek asliyetlerini yitirmiş, aslî olan ulvî mânâların belirttiği keyfiyetler de böylece hayatımızın tüm şubelerinden silinip gitmiştir. Bütün bunların tabiî sonucu hâlinde, düşüncenin en temel malzemesi kelimelerin içinin boşalmasıyla fikir de ayağa düşmüştür. Batı, Rönesans sonrası çıkardığı “Ansiklopediciler” vasıtasıyla kelime ve kavramları kendi imbiğinden geçirip insanlığa sunmuş ve tüm insanlığı zihnen ele geçirmeyi başarmıştır. Bu sebebten düşmana karşı olurken onun dili, anlayışı ve fikriyle karşı olmak gibi bir garabetin içine düşülmüş ve düşülmektedir. “Yeni bir dünya görüşü, yeni bir dil demek” esprisinin sırrı da burada gizli olsa gerek. Batı bu zihinleri ele geçirme operasyonunun önünde engel teşkil edebilecek tüm lügatları da bir şekilde yok etmiş veya kendi ajanları sayesinde yok ettirmeyi bilmiştir. Bizdeki “Harf İnkılabı” denen operasyon bunun en bariz örneklerinden biridir. Burada Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tilki Günlüğü” isimli muazzam eserinin öneminin farklı bir kulvarda bir kere daha belli olduğunu ve İsrail’deki bir üniversitede ilmen incelemeye alındığını hatırlatmak isteriz. Dikkat edilsin farklı bir kulvarda diyoruz. Yoksa Tilki Günlüğü yalnızca bir lügat değildir!
Bu minvalde benim bahsetmek istediğim konu, teknolojik aletlerin bir kısmına verilen ve tekniğin putlaştığını ispat eden  “akıllılık” sıfatı ve bunun “android” denen bir yazılım diliyle yakınlık kurdurulup ayağa düşürülmesi... Yine bu bağlamda insana has çok çok önemli bir özelliğin bir “alet”e atfedilmesi… Belki abarttığımı düşüneceksiniz, fakat yukarı da belirttik ya mânâ bir yerden sonra ulviyetini süfliyete terketmekte ve o ulvilik hayatımızdan silinip gitmekte diye. İşte onun için önemsiz görünen bu husus, ilerleyen yıllarda “aklın” çok basit ve birkaç kodla oluşturulabilecek bir “yazılım” olduğu zannını doğurma potansiyelini taşımaktadır. Günümüz biyolojisinde insan, hayvan sınıfına dâhil edilirken insana hiçbir şekilde iş bırakmayan ve yine insanı neredeyse “gereksiz” kılıp hantallaştıran teknolojinin hızlı ilerlemesiyle yakın gelecekte insan önemini yitirecek ve robot sınıfından sayılacağından korkuyorum açıkçası. Zaten şimdiden DNA tabanlı bilgisayarların çalışmalarına başlanmış ve medyada “şu kadar yıl sonra şu işi robotlar yapacak” cinsinden haberler arzı endam etmektedir. Fakat ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ruhî bir varlık olan insan keyfiyetinde bir alet yapamayacaklar. Ama insanı bir “alet” derekesine indirebilirler mi, o konuda şüphelerim var…
Akıl ruha bağlı bir keyfiyet belirtir. Ruhun bir uzvudur. Ve biz İbda Hikemiyatından öğrendiğimiz veçhile aklın hakikatini bir mihraka “bağlı akıl”da buluruz. İnsanlık tarihi, akıl aletini bir merkeze bağlayamayan, o yüzden de aklı putlaştıran, bu yolda birçok kazanım elde etmesine rağmen sonuca varamayan fikir adamlarıyla doludur. Farkedildiyse hemen her mevzuda olduğu gibi yine dönüp dolaşıp “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hakikatine geliyoruz. Nitekim o peygamberler ki aklın hakikatini belirtmiş ve bağlanıp nispet kurulması gereken yeri öğretmişlerdir. İmam-ı Gazali Hazretleri “Aklı gerdim, kopacak derecede gerdim ve gördüm ki, sonu yokluktur. Peygamberin ruhaniyetine sığındım ve kurtuldum.” Hz. Ebubekir (RA) “İdrakin aczini idrak idrakin kendisidir.”   diyerek aklın nihai noktasını ve hakikatini belirtmişler ve aklın gaye değil, vasıta oluşuna dikkat çekmişlerdir. Bir Batılı, Henri Bergson ise “İşte aklın atacağı en son adım kendi aczini ve hiçliğini anlamasıdır.” demek suretiyle Batılıların bu hususta Müslümanların 1000 küsur yıl önce geldiği noktaya eriştiklerini göstermektedir. Dikkat ediliyorsa biz aklı reddetmiyor, bilakis onu son raddeye kadar kullanıyor ve ait olduğu yere koyuyoruz. İbda Mimarı’ndan: “Aklın hakkını verip kopacak kadar gerdikten ve muhatabını derdest edip defterini dürdükten sonra nefsine dönen ve ‘ben haklı olduğumu nereden bileyim?’ diyen şüphe haysiyetine ve üstün nefs muhasebesine dikkat ediniz!..  İmanı da zayıf inkarı da zayıf köpek soyundan insanın anlamadığı bu dil, inkarın da inkarına varmış ve orada yine imanı bulmuş üstün keyfiyet olmak bir yana, gerçek imanın cümle kapısıdır!..”
Gelelim şimdi bu aklın atfedildiği akıllı teknolojilere. Bir cihaza akıllı denmesinin sebebi, onun ebatlarıyla mukayese edildiğinde çok büyük işler yapabilmesinden kaynaklanıyor aslında. PDA olarak adlandırılan telefon görünümlü bu cep bilgisayarları, çeşitli yazılım özelliklerini içinde barındırmaktadır. Bu özellikler GPS, Wi-fi, 3G, navigasyon ve türlü uygulamaları çalıştırması ve internette daha iyi gezinmeyi sağlaması gibi özelliklerdir. Şimdi bir cihazın bunları yapabiliyor olması onu “akıllı” olarak adlandırmaya yeter mi? Bu sefer dönüp sorulur: “Sen, sendeki aklı kullanarak akıllı bir şey imal ettiğini söylüyorsun. Öyleyse sendeki ne?” diye. Akıllıdan ziyade kabiliyetli veya fonksiyonel denmesi daha uygun olmaz mıydı? Böylece akıl ayağa düşmez ve teknolojiye kurban edilmezdi. Bizce bu teknolojiyi akıllı diyerek adlandıran bu şahısla “Fezayı dolaştım, Allah diye bir şeye rastlamadım.”  diyen astronotun psikolojisi aynı. Nasıl ki o astronot yapmış olduğu işin büyüklüğünün verdiği sarhoşlukla bunu diyorsa, bu teknolojiye bu ismi veren de küçücük alete birçok özellik sığdırmak gibi büyük bir işin vermiş olduğu sarhoşlukla bunu yapmıştır.
Üstad Necip Fazıl’ın “oyuncak” tabirine bu kadar uyan bir alet bugüne kadar icad edilmemişti. Neredeyse dünyanın yarısını kendisine esir etmiş vaziyetteki bu yetişkin oyuncağı, belki kendisi akıllı değil ama, kendisini icad edip pazarlayanların nasıl bir şeytanî akla sahip olduklarını ispatlıyor. İnsanları hafızasızlaştıran, bilgi bombardımanına maruz bırakarak bilgisizleştiren, dünyadan koparıp yalnızlaştıran bu alet, manevî bir atom bombası hüviyetindedir ve kontrol altına alınmazsa, insanlığı büyük bir felaket beklemektedir.
Bunun içindir ki zaman kaybetmeden kendi Rönesansımızı yapmalı, bu Rönesansın öncüsü aydınları yetiştirmeli ve tekniğin ne olduğunu, neye vasıta olduğunu en mükemmel haliyle tüm dünyaya göstermeliyiz!
“Siz; 21. Asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olmayacağı patlamaya belki 21. asırda şahit olacaksınız.” (Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s.15-16)

Baran Dergisi 459. Sayı