Selâm ile…

Hayat mücadeleden ibarettir. Fertten başlayarak topluma, oradan da fert ve toplumun meydana getirdiği müesseselerin tesisine ve dahî o müesseselerin inşaından sonra devamlılığını sağlamak aşamasına kadar bu mücadeleye şahitlik ederiz. Keza toplumların meydana getirdiği en geniş içtimaî müessese olan devletler, bu mücadelenin en temel aktörleridir. Tarih boyunca devletin ne olduğuna ve iktidarın kaynağının nereye dayandığına dair birçok fikir beyan edilmiş olmasına mukabil, biz nisbet ettiğimiz fikir dolayısıyla biliyoruz ki, devlet, bir mefkûre çerçevesinde içtimâî hayatın en girift noktalarına kadar nüfuz ederek ahengi tesis eden en kapsamlı oluşumdur; ahlâkın en yüksek halidir.
Mevzu bahis unsurlar çerçevesinde bugün memleketimizin içinde bulunduğu ahvâle göz attığımızda, Türk devletinin hiç de bir mefkûreyi merkeze alarak icraat yapan bir müessese olmadığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. “Türkiye Cumhuriyeti” dediğimizde, mordernizmin idealsizleştirme operasyonuna muhatap olarak kaypak bir zemine bina edilen ve tebasını/vatandaşını da bu yokluğa mahkûm eden bir müessese manzarası beliriveriyor. Devletin mefkûresi olmayınca, zincir misali birbirine sıkı sıkıya bağlı idealist kadrolar oluşturulamayacağı da malûm. Dolayısıyla içte ve dışta kendisine karşı girişilen muhtelif operasyonlara karşı, bilanço hesabı tutan ve günü kurtarmak adına ticarî taktikler yapan bir şirketten öte bir tavır sergilenemez. Şirket mantığıyla devlet yönetilemez. Yönetilmeye kalkışılırsa, Siyonistler “Fetö” vasıtasıyla operasyon çekerken “şu paraleli temizleyelim de sonrasını düşünürüz”, Ruslar ve Amerikalılar PYD-PKK vasıtasıyla seni köşeye sıkıştırırken “terörü bir çözelim de her şey güllük gülistanlık olsun” gibi kendi kendini avutmaktan ibaret günübirlik çözümlerle, gayesiz bir şekilde kuyruğunu kovalayan kedi misali etrafında döner durursun.

Tıpkı fertler gibi devletler de bir ideal/mefkûre sahibi olmaksızın yol almaya çalışırsa, zamanın girdabında döne döne kafası karışmış bir vaziyette, cevabı son derece basit problemleri çözmek için bile didinir durur. Bu meseleyi 492. sayımızın kapağımıza taşıdık ve “Devletin Kafası Karışık! İdealsiz devlet mi olur?” manşetini attık. Kapak mevzumuzu, Ömer Emre Akcebe, “Devlet mi Yoksa Hizmet Sektöründe Faaliyet Gösteren Şirket mi?” başlıklı yazısında işledi.
Fatih Turplu, “Görmemek İçin En Küçük Şart Nedir?” başlıklı yazısında görmezden gelerek tenkidin önünü kapayan ve böylece münekkid boşluğundan faydalanarak kendisine hayat sahası oluşturan hasis tiplerden bahsediyor.
Kâzım Albay, “İman-Sanat İlişkisi”ni işlediği yazısında iman ve sanatın özünde bir olduğunu belirtiyor.

Çakal Carlos (Salim Muhammed), Batı’nın geçtiğimiz hafta vefat eden “tarihin gördüğü en büyük boksör”ü nasıl istismar ettiğini işliyor. Yazısının başlığı “Düşmanın Muhammed Ali İstismarı”…
Bu hafta Hadis Âlimi Nedim Urhan Hoca ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Urhan, “Gençlere Ehli Sünneti Öğretemedik” diyor.

Kubilay Akın Gürel, “Sosyal Robotik ve Çağımız” başlıklı yazısında robotların hayatımızda son derece aktif olmasını öngören robotik anlayışından bahsediyor.

Baran Demir, “İtikad Her Oluşun Şartıdır” başlıklı yazısıyla dergimizde…

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun kâinatı farklı bir şekilde ele aldığı Ölüm Odası B-Yedi’nin 317. bölümünün alt başlığı “Ağır Yük Taşıyan Gemi”…

 Abdullah Kiracı, “vakıf” müessesesi üzerine kaleme aldığı yazı dizisine “Para Vakıfları (Evkaf-ı Nukûd)” meselesini işleyerek devam ediyor.

Sezâi Kırlangıç, “Yürüyen Büyük Doğu Sempozyumu” hakkında kaleme aldığı yazısının başlığı “Yürüyen Genç Adam”…

Ramazan-ı Şerif’in 12. günü vuku bulan Şanlı Bedr Gazası, Hicrî takvime göre bu haftaya isabet ediyor. Dolayısıyla Üstad Necib Fazıl’ın “Çöle İnen Nur” eserindeki “Bedr Gazası” bahsinin bir bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.

Dergimizde ayrıca sizler için derleyip yorumladığımız haberleri de bulabileceksiniz. Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…

İntikam hissiniz dâim olsun…