Batı’nın ihtirasları uğruna iki dünya savaşıyla dünyanın kan gölüne döndürüldüğü, akabinde iki kutuplu dünya düzeni masalıyla milletlerin uyutulduğu ve son demlerinde ise yeni bir Amerikan yüzyılının başlayacağı söylenen 20. yüzyılın tüm paradigmaları çöktü. Buna mukabil köhnemiş dünya düzeninin müesseseleri hâlâ ayakta tutulmaya çalışılıyor. Bu müesseselerin en başında gelenlerden biri ise hiç şüphesiz NATO.

İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde yeni bir dünya düzeni ortaya çıktı. Soğuk Savaş olarak adlandırılan bu yeni sistemde ABD’nin başını çektiği Batı bloku ile SSCB’nin liderlik ettiği Doğu bloku arasında ideolojik bir çekişme olduğu masalı yarım yüzyıl boyunca insanlara anlatıldı durdu. Bu çerçevede bir takım müesseseler zuhur etti. Bunların en ehemmiyetlileri Batı blokunda NATO, Doğu blokunda Varşova Paktı ve her iki blokun da katılımıyla kurulan Birleşmiş Milletlerdir. Bu hafta kapağımızda, Türkiye’nin de bir parçası olmasından ve tıpkı diğerleri gibi miadını doldurmuş olmasından mülhem NATO’yu işliyoruz.

4 Nisan 1949’da, 12 üyeyle kurulan Kuzey Atlantik Anlaşma Örgütü (NATO), hâli hazırda 26 üyeye sahiptir ve Batıcı temeller üzerine inşâ edilen Türkiye de Soğuk Savaş sürecinde, kuruluş ilkelerine bağlı olarak Batı’dan yana tavır alıp 1952’de örgüte üye olmuştur. NATO’nun sözde amacı, başta Varşova Paktı olmak üzere dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı örgütün üyesi bulunan devletlerin güvenliğini temin olmasına karşın, özde amacı örgüte üye olan devletleri birer Amerikan çiftliğine dönüştürmektir. Başta Türkiye olmak üzere, NATO üyesi devletler oluşturulan Sovyet paranoyasına karşı Amerikan çiftliğine dönüşmeyi yeğlemiştir. Örgüt üyesi devletlerde kurulan gladio tipi yapılanmalar bu misyonun icracısı askerî üsler de emir-komuta merkezleri olmuştur. Bu sayede devletlere pranga vurulurken Amerikan menfaatleri adına projeler bu üslerde tezgâhlanmıştır. Bunun en bariz misali Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilen darbeler ve siyasetin rotasıdır. Hülasa NATO, küresel sömürge sisteminin jandarmasıdır.

1991’de SSCB’nin dağılmasıyla Varşova Paktı lağvedilmiş, varlığını zıddına dayandıran NATO’nun da sürdürülebilirliği için ortada bir düşman kalmamıştır. O zaman mevcut 18 devleti bir arada tutma aracı olan Komünizm tehdidi ortadan kalkmıştır. Buna rağmen NATO, lağvolmadığı gibi genişlemesini sürdürmüş, eski doğu bloku ülkelerinin birçoğunu da bünyesine almıştır. 1991’den itibaren NATO yeni bir düşman arayışına girişmiş, düşman rengini 1992 yılında “kırmızı”dan “yeşil”e çevirmiştir. Bu NATO’nun resmi deklarasyonudur. Akabinde dökülen Müslüman kanları da gayet güzel anlatmıştır ne demek istediğini NATO yetkililerinin.

Amerikan hâkimiyetiyle geçeceği iddia edilen yeni bir yüzyılın hemen başında (11.09.2001) gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarıyla bu hâkimiyetin de masaldan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Buna mukabil hem Batı’da, hem de Doğu’da NATO’nun meşruiyeti tartışılmaya başlanmıştır. Çünkü bugün, güç dengeleri bakımından dünya 20. Yüzyılın dünyası değildir; ne Batı o dönemdeki kadar global sisteme hâkim ve güçlü, ne de başta İslâm dünyası olmak üzere, Rusya, Çin ve diğer devletler, Batı’nın inşa edeceği yeni bir dünya düzenine razı…

Nitekim bunun farkına varan Batı’nın 2010’lu yıllar itibariyle yeni bir Rusya korkusu çerçevesinde Soğuk Savaş iklimini yeniden inşa çabası bunun ispatı kabilindedir. Rusya’ya ambargo uygulanması, sözde Rus tehdidine karşı Doğu Avrupa ülkelerine asker yığılması bu maksada matuf atılan adımlardır ve Batı’nın 11 Eylül 2001 tarihiyle elinden alınan global hâkimiyeti yeniden kazanma çabasının ürünleridir.

Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Batı gücünü dünyaya tekrar hâkim olamayacak şekilde kaybetmiştir ve köhnemiş dünya düzeninin tüm müesseseleri gibi NATO da miadını doldurmuştur.