İslâm cemiyet dinidir. Zira din, dünya hayatını tanzim için indirilmiştir. Allah’ın kâinatı yaratıp ilgisiz kalması düşünülemeyeceği gibi kitaplar ve peygamberler eliyle, yarattıklarına doğru yolu göstermiştir. 

Yaşadığımız çağda, devletine kavuşmuş bir İslâm toplumu yoktur. Ancak halkı Müslüman, rejimi ise farklı devletler vardır. Mesela Türkiye’de rejim modernist-kapitalist yapıda olup, hükümet ve halk ise muhafazakâr ve Müslüman karakterdedir. Samimi ve öncü bir kesim tarafından İslâm toplumu arzulanmakta, ancak buna ulaşmanın sancılı yollarında bulunulmamaktadır. Samimi Müslümanlar bu yolda ilerlerken bazıları da içeriden veya dışarıdan bu yolu bozucu rol oynamaktadır. 

Şunu varsayalım ki; İslâm toplumu kuru kalabalık olmayıp, iş ve şahıslarda tek tek tezahür eden “topluluk hakikati” ruhudur. “Topluluk hakikati”nin cemaat ifadesine bürünmesi için rejim, ahlâk, adalet, paylaşım vs. mevzularını ahenkli bir bütün içinde izah eden bir toplum projesine (ideolojiye) ihtiyaç olduğu açıktır. Tatbike dair bir projemiz olacak ki, bir toplum inşa edelim, yepyeni bir nizam kuralım.

Yaşadığı zaman diliminde “topluluk hakikati”ni tecelli ettirmek her Müslümana vazifedir. Bu hususta haberleşme, şuurlanma ve örgütlenme içine girmek icap eder. Aynı ideal ve gaye etrafında siyasî, içtimaî, fikrî bir birliktelik sağlanmalıdır. “Birleşelim, Müslümanlar birlik olsun!” diye kuru kuru birlik edebiyatından ziyade birleşecek fikrî çatının ve “teşkilat, kadro ve lider”in işaretlenmesi önem arz eder. İslâm toplumu olma arzu ve irademizin icraata dökülmesi için fikrimizi, usul ve metodumuzu ortaya koymalıyız ki, üzerinde müzakere olsun, mutabakat sağlansın. Birleşeceğimiz fikir ve esaslar ortaya konmadan ve çağımızda İslâmcı mücadelenin stratejisi tespit edilmeden birlik sağlanamaz. Dilek ve temennilerden öte, işin gerçekleşmesine dair adımların atılması daha faydalıdır. Bizler bu hususta teklifimizi (BD-İBDA) ortaya koymuş, bu işin “nasıl” ve “niçin”ini işaretlemiş bulunuyoruz. Gayesizlik ve hedefsizlikten de kurtulmuş oluyoruz.

Fikirsiz, nizamsız, inzibatsız, projesiz başıboş gidenlerin çeşit çeşit sapkın fikirlere, türlü türlü siyasî açmazlara düştüklerini görmekteyiz. Büyük Doğu-İBDA’nın tutarlı çizgisinden uzaklaşanların İrancı, selefici, liberal, muhafazakâr zikzaklarda vakit geçirdikleri, ne dünkü ne bugünkü hallerine muhasebeleri olmadıklarına şahit olmaktayız. Bütün bu kafa karışıklıklarının sebebi; tüm ifade eden tutarlı bir dünya görüşlerinin olmaması ve bir toplum oluşturabilmenin asgarî şartlarına kafa yormamalarıdır. Nerede kaldı inkılapçı bir çizgiye sahip olunsun, İslâm toplumu temsil edilsin? 

İslâm inkılabı tasası çekmeyen ve ikili ilişkileri ve ahbap çavuşluğu önemseyenler, keyfine göre bir ortam ve lider buldular mı peşine takılıp gidiyorlar. İslâm davası yürümüyor ama herkes kendi cemaatinin sayısıyla övünüyor. Mühim olan saman yığını kalabalığı değildir. Böyle amaçsız ve alan-veren memnun ilişkiler ile İslâm cemaati olmaz, İslâm toplumu inşa edilemez. Dostlar alışverişte görsün cinsinden ve İslâmcılık oynayarak İslâm davası yürümez. Mühim olan saman yığını kalabalığı değil, keyfiyetli müminler topluluğudur. Her biri birbirini seven ve etrafını iman ateşiyle yakan, otomobil/zatıyla hareketli bir kadronun öncülüğündeki İslâm topluluğunun özlemini çekmekteyiz. 
İnsan ve toplum ideali bakımından neyin gerekli ve neyin gereksiz olduğu bilinmeli, içteki bölünmelere ve dıştaki saldırılara karşı tavır alınmalı ve tezlerimiz, fikir, delil ve ispatıyla ortaya konmalı ki, nasıl yol alacağımızı bilelim. Doğru ve yanlışımızı da muhasebe etme imkânımız doğsun. İslâm devleti idealinin plan programı olmadan, hedef-vasıta ilişkileri belirlenmeden yol alınabilir mi?

Her fırka kendinin doğru yolda olduğunu zanneder. Ancak “doğru yerde ve doğru insanlarla beraber miyim?” diye kendimizi muhasebe etmek, iman ve istikamet üzerinde bulunulup bulunulmadığını sorgulamak zorundayız. Zira herkes imanından ve amelinden sorumludur. Akıl ve kalp kiraya verilemez. Bunun için İBDA’da “kendinden zuhur diyalektiği” vardır. Fertlerin iradeli ve şuurlu katılımı istenirken katılan da kendini bulur ve geliştirir. İBDA, kelime manasında da görüldüğü üzere, pür sanat denilen estetik zuhurdur. Keyfiyetli bir topluluk oluşturmayı amaçlar. Tribün kalabalığı ile müminler topluluğu arasındaki fark gibi… Şahısların yetişme alanı da ilim ve cihad sahaları olup ayrıca her alanda dayanışma ve estetik de buna eşlik eder. 

İslâm’ın ilk “topluluk hakikati” Allah Resûlü’nün yoğurduğu sahabe neslidir. Bizim de tek örnek alacağımız İslâm toplumu, “Saadet Devri” denen Sahabîler topluluğudur. Zaman üstü örnek ümmet kadrosudur onlar.

Sahabîlerin Allah Resûlü’ne bakışı, O’na nisbetle hâdiseyi ölçülendirişi ve cemaat oluşu, bize örnektir. Onlarda fikri içselleştirme o boyutlarda idi ki, bir ayeti tatbik etmeden sonraki ayete geçmezlerdi. Pazarlıksız bir imân içinde ölçülerde fani olmuşlar ve tatbik ederken de “ölçülendirme ölçüleri”ni koymuşlardır. Sahabîlerin hepsinin müctehid olması onların en üst ve ileri örnek nesil olmasına işarettir. Onlar şeriatı toplulaştıracak ve toplum olarak uygulayacak bir anlayış, kavrayış ve kanaat sahibi olmuşlardır. Yemen’e vali olarak giden Muaz bin Cebel’in, Kur’an ve Sünnet’te bulamadığı meselede “ictihad ederim” diye cevap vermesinden Allah Resûlü memnuniyetini izhar etmişlerdir. Ferd ve kadro olarak Sahabînin hakikatine nüfuz etmek, üstün örnek vasfıyla Sahabîleri anlamak olur. Sahabîlerin kahramanlık hikâyelerini dinlemek herkese kolay geliyor ancak onların Allah Resûlü’nün emirlerini nasıl topluluk hâlinde tecelli ettirdiğini ve örnek ümmet kadrosu olduğunu incelememiz daha ehemmiyetlidir.

Sahabîlerden sonra Tâbîler nesli, ondan sonra Tâbîlerin Tâbîleri nesli ve üçüncü asırdaki müctehid imamlar “topluluk hakikati”ni tecelli ettirenlerdir. Bütün bu İslâm nesillerinin ortaya koydukları İslâm’a muhatap anlayıştır. Hepsi çağında sistemli anlayışı ve tatbikini icra etmişlerdir. Ondan sonra da gelenek hâlinde bu sürmüş daha ziyade sultanların ve ulemanın öncülüğünde yürümüştür. Tâ ki Osmanlı’nın son dönemlerine kadar toplum bir vahdet içinde yürümüştür. Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile İslâm’ın ruh kökü kurutulmak ve cemiyetten silinmek istenmiştir. Gelenekle tamamen bağ koptuğu için Üstad Necip Fazıl her şeye sıfırdan başlar gibi ilk nesil Sahabîleri örnek alan bir fikir sistemi kurmuş ve peşinden yepyeni bir nesil yetiştirmenin destansı gayretine girmiştir. Bayrağı devralan Salih Mirzabeyoğlu ise ideolocyadan hareketle ihtilal-inkılâbın şafağını getirmiştir. Burada dikkat edilecek husus,  Necip Fazıl’ın misyonunun öncekilerden farklı olarak, Batı karşısında İslâmcı hareketin fikirde ve fiilde yeniden temel ve istinadını kurmasıdır. Müslüman münevver olup Necip Fazıl’dan beslenmeyen yoktur. Salih Mirzabeyoğlu ise İslâmcı hareketi sistemleştirmiş ve aynı zamanda ideolocyanın “niçin?” ayağını yerine getirmiştir.

Dava gediğine konmuş olup (temel kurulmuş) bütün manzumesiyle sapsağlam ortadadır. Hiçbir şer gücünün bozamayacağı berraklıktadır. Toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu’yu yerleştirmek ve İslâm toplumunu kurmak meselesi ise, iç ve dış şartların bizi buna davet etmesi ve adeta mecbur bırakması ile önümüzde durmaktadır.  BD-İBDA’nın örnek mücadele geçmişi de yeni kadro adaylarına ilham verecek niteliktedir.
Her şeyden önce her Müslüman’ın ideolojik-siyasî şuur sahibi olması gerekiyor ki, dost ve düşman kutuplarını işaretlesin, duracağı safı belirlesin... Aksi hâlde İslâm’ın faydasını bilemez ve siyasî duruşuyla yanlış yerde bulunur. Eşya ve hâdiseleri de yanlış değerlendirir. Öyle ki sevinecek şeye üzülür, üzülecek şeye sevinir.

Çağındaki dost ve düşman kutuplarını işaretlendiren, hedeflendiren, istikametlendiren bir sistemli düşünce gereklidir. Mesela İran’a nasıl bakmalı? Suriye ve Ortadoğu meselesi... Partileri nasıl değerlendirmeli? Toplum dokusu nasıl işlenmeli? Baş nefret kutbu ile baş muhabbet kutbu hangileridir? Bütün bu suallerin cevapları sistem şuuruna erdikten sonra kolaydır!

İslâm toplumu olmanın şartlarından biri de iktisadî dayanışmadır. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” ölçüsünün gerçek tatbiki gerekir. Buna göre de iktisadî bir nizam gerekir. Başyücelik Devleti’nin ilkelerinden biri, “Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik”tir. Adalet ve eşitlik ilkesi, iktisadî ilişkilere kadar yansımalıdır. Helal kazanç yanında zekât şartı ve faiz yasağı vardır. Bütün kurumlar birbirini desteklemelidir. İktisad, ahlâkî bütüne bağlı alt sistemdir ve ihmâl edilemez!

İş ve zaman ölçümüzün olması gerekiyor. Allah’ın bizi yaratış gayesi ile zamanını bütünleyecek anlayışa ermek. Kuşanmamız gereken üst anlayıştan (İslâm’a muhatap anlayış) insan ve toplum meselelerine sarkılacak ve çözümler bulunacaktır. Buna evi, işi, okulu, tüm cemiyet ilişkileri dâhildir. 

Çağından mesul Müslüman, iş ve aksiyondaki önceliklerini tesbit edecek, davanın ihtiyaç duyduğu bir branş alanını kendine seçecek, çalışkan ve üretken olacaktır. Bunun için fikriyatına nisbetle iş ve zaman ölçülerine sahip olmalıdır. Kendinden zuhur ve İslâm’a muhatap anlayışla bunu yapar. Nefs tezkiyesi de içinde olarak İslâm toplumu olmanın şartı buralardadır. 

Ne yaptığını bilen ve sistem şuuruyla hareket eden, sistemi de yürüten “yeni nizam-yeni insan”a aday olan Müslüman’dan bahsediyoruz. Mevcut modern-kapitalist düzenin kirlerinden uzaklaşmanın ve onunla mücadele etmenin ve kendi nizamını kurmanın yolu yordamını bilmeliyiz. Sadece eleştiride kalmamak, şikâyet edip durmamak için bir dünya görüşüne nisbetle iş ve zaman ölçülerini billurlaştırmak gerekiyor. İslâmcı mücadelenin neresindeyiz, İslâm toplumu kurmanın şartları nelerdir? İdeolocya ve siyasetin, ideolocya ve ihtilalin ilişkisi nedir? Bunları bilmek zorundayız... Biz yapılacak olanları söylüyoruz. İtiraz eden varsa daha iyi ve daha doğrusunu getirmelidir. Yolu ve yordamı hatırlatıyoruz; niyeti ve telaşı olanlara, menzile varmak isteyenlere... 

Baran Dergisi 632. Sayı
21.02.2019