Yemek, içmek, barınmak gibi ihtiyaçlar nasıl ki insanın fizikî ihtiyaçlarıysa, inanmak da insanın tıpkı bu saydıklarımız kadar ehemmiyetli metafizik ihtiyacıdır. Bu ruhî ihtiyacın tatmin edilmediği toplumlarda maddî ihtiyaçlara yönelim artmakta ve maddî olanın ruhî ihtiyacı tatmin edememesi sonucu hayvanî insiyakları da aşan sapkınlaşma söz konusu olmaktadır.

Dünya çapında belli bir zümrenin kendi menfaati istikametinde işlemek üzere inşâ etmeye kalktığı nizâm, müteâl ve metafizik olanın hayattan tecrit edilmesine dayanıyordu. Çünkü, metafizik, kurallarını insanların belirleyemeyeceği bir alandır. Immanuel Kant’ın eserlerinde görüyoruz; “Mutlak Fikir” ışığıyla aydınlatılmadığı takdirde en üstün aklın bile ancak onun ne olmadığını izaha yeltenebildiği bir plan burası. İnsanı aşkın olan... Bizim nazarımızdan bakacak olursak da, bütünüyle Emr ve Zat Âleminin kendisine has, zaman ve mekândan berî, dolayısıyla aklın idrak çerçevesine sığmayan, ihata edemediği, kuşatamadığı bir saha.

Batı adamı bütün beşerî değer ve müesseseler ile insanlığın ruh muvazenesini altüst ederken, insanlığın metafizik ihtiyacını da maddî terakki ve hayvanî insiyakları ön plana taşıyacağı bir anlayış ile ikâme edebileceğini zannetti. Teknik planındaki terakkinin birkaç asır süren baş döndürücü sürati, bu terakki esnasında ortaya çıkan cicili bicili ürünler ile atom bombası gibi gerçek kuvvet ve kudret sahibine bigâne kalmış, akılları delirtecek çapta korkunç heyulalar, bir kaç asır boyunca insanlığı hakikaten de oyalamasını bildi. Tıpkı küçük bir çocuğun yeme ihtiyacını bir kenara bıraktıran yeni oyuncak alâkası gibi bir manzara. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, tahliye olduğu gece TVNET kanalına vermiş olduğu röportajda, teknikte meydana gelen bu terakki ile alâkalı ne düşünüldüğü sorulduğunda, hatırlarsanız şöyle demişti; “Yunancada teknik kelimesi oyuncak mânâsına gelir.” İnsanoğlu bir kaç asırdır önüne konan bu oyuncakla oynadı ve artık sıkıldı, peki şimdi ne olacak?

Hakikate Musallat Sahte

Bunlardan niçin bahsediyoruz? Batı, kendi elindeki oyuncakla yalnız kendi milletlerini oyalamadı. İnsanın metafizik ihtiyacına cevab veren din ve başta da kendi kurmuş olduğu sathî düzene karşı tehdit olarak gördüğü İslâm’ı ortadan kaldırmak için yeni yeni rejimler imâl ve ihraç etti. Bir dinin inananlarınca hakikaten yaşanması için o dinin bütün müesseseleriyle müesses olması şartına karşılık, bu rejimler vesilesiyle dinler ferdîleştirilmeye ve böylelikle de insanoğlunun yemek içmek kadar tabiî olan inanma ihtiyacı marjinalleştirilmeye çalışıldı. 

İnsanların metafizik arayışının İslâm gibi hakiki ve mutlak bir mihrak tarafından karşılanmasını kendi düzenlerine karşı tehdit olarak görenler, bu akışın debisini kontrol altında tutmak için yüzlerce tahliye kanalı inşâ ettiler. Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar sapkın yüzlerce din ve tarikatin türemesinin sebeblerinden biri de budur. Türkiye özelinde konuşacak olursak, Anadolu’da hakiki bir İslâm ihtilâli ve inkılabının önünü almakta Kemalizme dayanan ceberut devlet anlayışının işlevsiz kaldığını gördüklerinden beri FETÖ, mezhebsizlik, kaynakçılık ve Adnan Oktar’a kadar geniş bir yelpazede sahtelikler ürettiler. Böylelikle bir yandan hakiki olana perde olacak, diğer taraftan da bu topraklarda yaşayan Müslümanları ferdî plana mahkûm edip, cemiyet planında kendi sistemlerine entegre edebileceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi zaten böylesi bir gayeye matuf teşkil ettirildiği için bu vaziyeti yalnız izlemedi, aynı zamanda destekledi de. Ta ki bu tahliye kanallarından biri olan FETÖ, askerî darbe yapmak suretiyle devleti de ele geçirmeye kalkıncaya kadar. İşte ip orada koptu. Ve hemen ardından bu sahte ve işbirlikçi kanallara yönelik olarak, devletin bekâsı için bir bir operasyonlar düzenlenmeye başlandı. 

FETÖ’nün darbe girişimiyle başlayan süreç, bugün Türkiye’de faaliyet gösteren tarikat ve cemaatlerin nasıl denetlenmesi gerektiği sorununu gündeme taşımış oldu. 

Devrim Kanunları Kaldırılsın

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda çıkartılan ve 1982 Anayasa’sının güvencesi altına alınan devrim kanunları, FETÖ’nün teşebbüs ettiği darbe girişimiyle esasta aynı gayeye matuftur. Her ikisi de Anadolu’dan beklenen hakiki bir İslâm inkılâbının önünü kesmek ve böylelikle de dışarıdaki muktedirlerin kendi menfaatlerine dayanan dünya hâkimiyetlerini muhafaza etme gayesi taşımaktadır. Ve ikisinin de müşterek olduğu bir diğer husus ise başarısız olduklarıdır. Ne FETÖ Türkiye’yi ele geçirebildi, ne de devrim kanunlarının milletimizin kahir ekserisi üzerinde bir tesiri oldu. Fakat devrim kanunları sayesinde resmî planda açılan boşluktan FETÖ ve benzerleri türedi. Hattâ İstiklâl Mahkemeleri döneminde bu topraklarda yaşayan hakiki tarikat ve cemaat ehline verilen cezalar sayesinde FETÖ gibilerin yetişmesine uygun bir iklim meydana getirildiğini de söyleyebiliriz. 

Bu kadar sahtelik bu topraklardan türediğine göre, hakiki olanın da bu topraklarda olduğu muhakkak. Öyle ya, hakikisinin olmadığı yerde onun sahtesi nasıl türesin? Arasına sahte altın karıştı diye bir torba mücevheri çöpe atamayacağımıza göre, bugün Türkiye için lâzım gelen, bunları kontrol edecek ve hakiki olan ile sahtesini birbirinden ayıracak miyarın konulmasıdır.
Lâfı eğip bükmeye lüzum yok. Bugün Türkiye, doğru yol Ehl-i Sünnet’in son kalesiyse bunun arkasında yatan saik, Nakşî sırrının Anadolu topraklarına perçinlenmiş olmasıdır. Bir asırdır içeriden
ve dışarıdan gerçekleştirilen her türlü saldırıya karşı milletimizi hâlen bir arada tutan ve giderek pekleştiren sır budur. Dolayısıyla bugün toptancı bir yaklaşımla bütün tarikat ve cemaatleri hedef almak diye bir durum söz konusu olamaz. Bununla beraber FETÖ ve benzeri ne kadar hakikate musallat sahtelik varsa bunların da temizlenmesi gerektiği açıktır. 
Devrim Kanunlarından biri olan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, deve kuşu misâli devletin kafasını kuma gömmesine benziyor. Kanun dolayısıyla devlet, yokmuş gibi davrandığı tarikat ve cemaatlere sırtını dönerken, doğan boşlukta sahte ihanet şebekeleri türüyor. Öyleyse artık devrim kanunlarının tamamının kaldırılması ve devletin bu oluşumları denetlemesinin önünün açılması, bununla beraber devletin de bu denetlemeyi yapabilecek şekilde düzenlenmesi gerekiyor.

Meclis-i Meşayih Kurulsun

Tarih, bugün karşımıza çıkan bir çok meselenin o dönem şartları içinde çözülmüş misâlleriyle dolu olduğu için kıymetlidir. Bugün Türkiye’de yaşanan sıkıntının bir benzeri Osmanlı döneminde de yaşanmış ve Meclis-i Meşayih adlı bir müessese kurularak sorunun çözümüne gidilmiştir. 

Meşayih, tekkeleri denetlemek ve idarî işlerine bakmak üzere 1866 senesinde Şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan müessesedir. 

Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıla kadar tarikatları denetleyen ve tekkelerin idarî işleriyle uğraşan bir müessese bulunmuyordu. Zira tarikatlerin kendileri bu denetimi sağlıyordu. Teşkilâtlanmalarında belli ölçüde bağımsız olan tekkeler, 19. yüzyılın ortalarına doğru bürokraside meydana gelen merkeziyetçi harekete paralel olarak devlet denetimine alınmaya başlanmıştır. Tekkeleri denetim altına almak için başlayan ilk çalışmalar III. Selim zamanında yapılmıştır. İstanbul’daki bazı tekke şeyhlerinin İstanbul kadılığına yaptığı şikâyet üzerine, sapkın inanışlara sahib olan tarikat mensublarının durumlarının teftiş edilerek devlete bildirilmesi ve bu tür davranışlara sahib kimselere tekke açtırılmaması için bazı şeyhler görevlendirilmişti. Fakat görevli şeyhlerin yetkilerini aşan davranışları üzerine 1793 senesinin Ağustos ayında çıkartılan bir fermanla bunların sayısı üç kişiyle sınırlandırılmıştı. Tekke vakıflarını Evkâf-ı Hümâyun Nezareti (Padişahlar ve hanedan tarafından kurulan vakıf müesseselerinin idaresinden mes'ûl teşkilât)’nin denetimine veren 1812 tarihli bir fermanla Osmanlı eyaletlerinde aynı tarikate bağlı bütün tekkeler, tarikatin İstanbul asitânesi merkez kabul edilerek buraya bağlanmıştır. Yine bu fermanla meşihatı boşalan bir tekkeye şeyh tayininde tevcihin şeyhülislamlığa arzedilmesi ve taşradaki tekkelere şeyh tayinlerinde merkez tekkenin görüşünün alınması usulü getirilmiştir. 

Bugün de Cumhurbaşkanlığı sistemi içinde Meşayih Meclisi gibi bir müessese tesis edilip, Türkiye’deki tarikat ve cemaatlerin denetlenmesi rahatlıkla sağlanabilir. Tabiî böylesi bir hamlenin yapılması için ilgili anayasa maddelerinin değiştirilmesi gerekiyor. Türkiye’de bu konudan şikâyet eden Ak Parti, MHP ve HDP bir araya gelecek olsa, toplam vekil sayıları 400’ü aştığı için anayasa değişikliği yapabiliyorlar. Anayasadaki aynı kanun dolayısıyla Cemevinin hukukî statüsünde sıkıntı yaşandığı için CHP’nin de böylesi bir Anayasa değişikliğine destek olması muhtemel görünüyor. 
***
İnsanların inanma ihtiyacının önüne geçilemez. Geçilmeye çalışıldığı takdirdeyse FETÖ gibi sapkın anlayışların zuhuruna zemin hazırlanmış olur ve bunun bedelini de 15 Temmuz’da olduğu gibi bütün millet öder. Devlete düşen, milletine uygun bir anlayışı kuşanmak ve devletten ziyade milletin bekâsına odaklanmaktır. Milletin bekâsı korunursa zaten devletin bekâsı teminat altına alınmış olacaktır.
***
Geçtiğimiz hafta A Haber kanalında yayınlanan Necib Fazıl belgeseline konu olan bir konferansında, Üstad’ın dediği gibi:
- “Adeta böyle soğuktan elini hohlayan biri gibi, bir cumhuriye buz tabakasıydı her taraf. Hohlaya, hohlaya buzu erittik. Şimdi çamur oldu her yer geçebilirsen geç. Yok bilmem, hangi bilmem dernek yok tasavvufu inkâr eder, mezhebleri inkâra kadar gider. Yok orada bilmem neciler, burada meciler, orada bucular, burada şucular. Bu işin büyük telif hakkı bizdedir ve silindir gibi geçeceğiz üzerlerinden. Ayıptır! Küfre avans vermemek lâzımdır.” 

Devrim kanunları bir ân evvel kaldırılmalı ve milletimizin dinî hakikatlerine musallat sahteliklerin temizlenmesinin önü açılmalı. Bununla beraber diğer her türlü hakikate musallat olan, dış mihrakların istismar sahası hâline dönmüş her sahtelikle de aynı hassasiyetle mücadele edilmeli ki, bu topraklardan yeni ihanet şebekelerinin türemesinin önü peşinen alınmış olsun.
Biz bir yandan içte olmak, diğer taraftan dışımızda kalanların oluşuna numunelik teşkil edecek nizâmı inşâ etmekle memuruz. 

Baran Dergisi 602. Sayı