Amerika ile Türkiye arasındaki çatışmada, sürekli olarak zarar gören tarafın Türkiye olmaması için, Anadolu’nun sırtında bir çıban gibi duran Amerikan üslerinin kapatılması birinci önceliktir. Kürecik ve İncilik Üssü başta olmak üzere bütün Amerikan üsleri kapatılmalı ve personeli ülkelerine gönderilmelidir. Yine Amerika’nın Türkiye’de bulunan CIA ve sair istihbarat ofisleri de kapatılmalı, personeli de ülkelerine gönderilmelidir. Bu personeli gönderirken, koltukaltlarına birer kutu lokum sıkıştırmak da yakışıklı olacaktır.

Amerika ve Avrupa tarafından fonlanan bütün STK, düşünce kuruluşu, dernek ve birliklerin kapısına kilit vurulmalıdır.

NATO üslerindeki Türk çalışanların tamamı hakkında soruşturma başlatılmalı, ajanlık yapanlar elden kaçırılmadan şiddetle cezalandırılmalıdır.

Milletlerarası hukuk ve diplomasi sonuna kadar istismar edilmelidir. Gerek diğer ülkelerle kurulacak münasebetler gerekse milletlerarası hukukun Türkiye’ye tanıdığı bütün hakların sonuna kadar peşine düşülmelidir. Misâl vermek gerekirse, Amerika ve Birleşik Krallık, Irak işgalinin hata olduğunu ve orada zannedilenin aksine kitle imha silahlarının bulunmadığını açıkladı. Mademki ABD, Irak’ı yanlışlıkla işgâl etti, o zaman bu işgâlin Türkiye ekonomisine olan zararını da karşılaması gerekmez mi? Yanlışlıkla işgâl ettiklerini kendileri itiraf ediyorlar. Böylesi bir yargılama, hangi milletlerarası mahkemenin konusu ise oraya dava açılması icab etmez mi? Karar müsbet çıkar, menfi çıkar; hiç önemli değil. En kötü ihtimâlle, milletlerarası kamu hukukunun büyük bir palavradan ibaret olduğunun resmen ifşâ olmasına vesile olur.

Amerika ve Yahudi devleti adına Türkiye’yi tehdit eden PKK-PYD oluşumu, Suriye’nin kuzeyinden kazınmalıdır.

Bürokrasinin Amerika’ya değil de Allah’a iman edenlerle şereflendirilerek, ihtilâlci bir hüviyete kavuşturulması bir diğer meseledir. Mamacı, korkak, kaypak, yalancı kadrolarla savaşa falan girilmez.

Böylesi bir süreçte propaganda faaliyetinde önemli rol oynayacak, milletimizin psikolojisini şekillendirecek olan medya da ciğeri beş para etmez dalkavuklardan arındırılmalıdır. Herkesin bildiği bir meselede bile yalan söylemekten yüzü kızarmayan, kraldan çok kralcı, namus dahil hiçbir kriteri olmayan medya, sadece nefreti körükler.

Bir diğer mesele de ihaneti bedava olmaktan çıkartmaktır. Bugün Türkiye Cumhuriyetine ihanet eden hainler yurt dışında krallar gibi yaşarken, içerideki hainlerin ihanet etmesi nasıl önlenebilir? Ne zaman ki Türkiye bir devlet gibi davranmaya başlar ve bu hainler dünyanın neresinde olursa olsun açıktan yahut üstü kapalı şekilde cezalandırılmaya başlarsa, işte o zaman ihanet bedava olmaktan çıkar ve düşman da, kendisiyle müşterek zihniyette bile olsa, burada kendisine işbirlikçi bulamaz. 

Rejim, Türkiye Cumhuriyeti’ne ayak bağı olan bir diğer meseledir. İktidarların yalnızca belediyecilik (yol, su, köprü, tünel vs.) faaliyetinde bulunmasına müsaade eden, buna karşılık esas (yargı, eğitim, odalar, sermaye vs.) meselelere el atıldığında rejime müdahale ediliyor diye vaveylanın koparıldığı mevcut rejimin kökten değişmesi şarttır. Bu rejim, meselelerin çözümsüzlüğe mahkûm edilmesi üzerine kurgulanmıştır ve Türkiye’nin ayağında böylesi bir prangayla bu kavgayı vermesi mümkün değildir.

Yeni rejimle beraber Erdoğan’ın şahsı etrafında temerküz eden birliğin, bir mefkûre etrafına taşınması gibi bir şart da doğmaktadır. Ötelerin ötesindeki hedeflere fertlerden ziyade fikir ile varılır. Bu sebeble Türkiye kökten bir rejim değişikliğine gitmeli ve milletimizi, ulvî bir mefkûre etrafında buluşturarak, belli olan hedefe, hedef olan sistemin vasıtalığında, istikbâl yükünü tek bir kişinin sırtına yüklemeden, riskleri en düşük seviyeye indirerek, sistemli bir şekilde vardırılmalıdır. Bu mefkûrenin ne olduğu ise 15 Temmuz gecesi kendisini son derece açık bir şekilde hissettirmiştir.  

Ve tabiî ki tüm bu hamleleri birbiriyle iltisaklandırarak verimli kılacak olan mihrakın tesbiti ve sisteminin tatbiki.
***
Üzerimize doğru son derece büyük bir dalga kabarıyor ve bugün Türkiye’nin bir karar vermesi gerekiyor; ya bu dalganın üstüne binip bir sörfçü gibi hareket ederek dalganın enerjisini ulvî “oluş”umuza vesile kılacağız, yahut dalganın altında kalıp yok olacağız. Zannedilenin aksine her türlü pazarlık, anlaşma, taviz ve saire Türkiye için üçüncü bir seçenek değil, ikinci seçeneğin türevlerinden ibarettir ve sonu hüsrandır.


Ömer Emre Akcebe - “Sarraf Davası Sadece Başlangıç”