14 Temmuz günü, yani FETÖ Örgütü son darbe hazırlıklarını tamamlamış ve geri sayımı başlatmışken Ankara’da kimi Türk görevliler, Rusya’dan gelen yetkililer ile özel bir toplantı yapıyordu. Toplantı, özelde düşürülen Rus uçağı ve genelde ise Suriye meselelerinden dolayı krize giren Rus-Türk ilişkilerinin normalleştirilmesi için yapılan ve birkaç aydır süren toplantılardan birisiydi. 15 Temmuz günü bir dizi toplantı daha gerçekleşti. İddialara göre, gelen Rus heyeti o gün Türkiye’de bir darbe kalkışması olacağı yönünde Cumhurbaşkanı’nı uyarmaya çalışmış, ancak ulaşamamıştı. Bunun üzerine heyetten bazı kişiler Melih Gökçek’le görüşmüş, darbeyi haber vermişlerdi; ama darbenin önüne geçememişlerdi.

Bu hadisede Rusların darbeyi haber verme teşebbüsleri, hele Gökçek ile görüşmeleri, kanaatimizce darbeyi engellemekten ziyade, darbenin karşısında, Türk halkının yanında oldukları mesajını vermekti. Yoksa Rus devletinin Erdoğan’a ulaşamaması düşünülemez bile. Zaten önceden haber verdikleri söyleniyor; haddizatında hükümetin de bir yıldır böyle bir darbe teşebbüsünü beklediği de iddia ediliyor.

Rusların darbe girişiminde Erdoğan’ın yanında pozisyon aldıkları, darbenin hemen öncesinde Dugin’le ve sonrasında Putin’in Erdoğan’ı arayan ilk lider olmasıyla son derece anlaşılır hale gelmiş durumda. Ruslar da elbette ABD’nin birkaç yıldır Erdoğan’ı devirmeye uğraştığını biliyorlardı. ABD’nin kendilerine biçtiği rolü tıpkı Türkiye gibi kabul etmeyen Rusya’nın, Türkiye’de ABD’nin şekillendirdiği bir düzen olmasına taraftar olması beklenemezdi. Yani Rusya’nın, Türkiye taraftarı olmaktan ziyade, ABD ve Batı karşıtı bir pozisyonda bulunmasının darbe ve sonrası süreçteki siyasetinde etkili olduğunu söylemek lazım…

ABD ve NATO’nun adım adım Ortadoğu’yu işgal edip son olarak Ukrayna ve Suriye’ye de el atmasından ciddi rahatsızlık duyan Putin ve ekibinin Türkiye ile yakınlaşmaya çalışması çok gizli değil. Fakat her seferinde ya iç yahut dış kaynaklı problemler çıkartılarak bu ilişki baltalanıyor; eski adıyla “mavi akım” projesi gibi ticârî açıdan astronomik kazançlar sağlayacak yatırımların, bölgeyi istikrarsızlaştırılarak baltalanması buna bir örnek…

Elbette, Türkiye ile Rusya’nın yakınlaşmasının başka mühim sebebleri de var. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Rusya devlet başkanı Putin de Erdoğan gibi ABD tarafından istenmiyor. Daha doğrusu ABD, karşısında kontrol edilemez bir güç odağı istemiyor. Rusların, ellerinde Sovyet döneminden kalan nükleer silahlarla ABD’nin gözünü korkuttuğu açık… O yüzden Rusya’nın ister istemez dünya dengelerinde belli bir yeri olduğunu kabulleniyor, ancak bunu bir noktada tutmak istiyor. Rusların kendi kurdukları denklemde üzerlerine düşen rolü oynamasını istiyor. Ruslar, denkleme girmeye karşı değiller ancak bu denklemde “yer gösterilen” değil, “yer gösterici” olma arzusundalar.

Bu durum ve diğer siyasî ve ticarî gelişmeler, ister istemez Rusya ve Türkiye’yi, bu iki ezeli düşmanı birlikte hareket etmeye, amiyane tabirle kader birliğine itiyor. Her gelişmenin yepyeni bir çehreyle kendini gösterdiği “ahir zamanda”, “küresel ihtilal çağı”nda bu birliktelik mecburiyeti bizi şaşırtmıyor.

15 Temmuz Darbesi’ndeki ABD dahlini herkes biliyor, sadece “resmen” dile getirilmiyor; ama ABD ve Türkiye arasındaki ilişkiler büyük tahribata uğramış vaziyette. Şimdilik ikili ekonomik çıkarlar ve uluslararası ilişkiler icabı taraflar asıl niyetlerini göstermese de vaziyetin bu durumda olduğunu anlamak zor değil; esasında, ABD ve Avrupa açısından durum her zamanki gibi de, maalesef Türkiye olarak daha yeni uyanma sinyalleri veriyoruz… 15 Temmuz ise yukarıda zikrettiğimiz ikili ilişkilerdeki yakınlık ve tahrifatları daha da belirgin hâle getirdi…

Bunun yanında hem NATO içinde hem de ABD ile 70 yıldır müttefik olan Türkiye gibi bir ülkeyle yakınlaşmak Rusya için bulunmaz bir nimet… Rus uçağının Fetö mensupları tarafından bir ABD tezgâhı olarak düşürüldüğünün ortaya çıkması ve darbe sırasında ve sonrasında ne ABD ne Avrupa’nın darbe karşıtı tavır almaması, bilakis FETÖ’yü destekleyici pozisyonlarını terk etmemesi, iki ülkenin uzun diplomatik bir süreçte sağlayabileceği yakınlığı çarçabuk tesis etti. Elbette iki taraf için de karşılıklı çıkarlar geçerli…

Mevzumuza gelirsek…

Yazımızın girişinde bahsettiğimiz toplantıdaki Rus heyetinin başkanlığını Rusya Dış Politikalar Baş Danışmanı Alexander Dugin yapıyordu. Görünümüyle Dostoyevski’yi andıran bu adam şu an Rusya’nın iç ve dış siyasette bir anlamda yol haritasını çizen ekibin başı… Şangay Beşlisi’nin fikir babalarından olan Dugin, Rusya’nın son 15 yıldır en önemli figürlerinden, hatta Putin ve Medvedev’den sonra üçüncü önemli kişisi bile diyebiliriz. KGB Başkan yardımcısı korgeneral bir baba ve felsefe profesörü bir annenin oğlu. Mühendislik eğitiminden sonra uluslararası ilişkiler konusunda eğitimine devam etmiş ve bu alanda Rusya’nın en önemli akademisyenlerinden. Çok yönlü kişiliği ile tanınıyor “Rusya Avrasya Hareketi Başkanı, Rus Duma’sı strateji danışmanı, Putin'in Avrasya politikası hakkında fikirlerine ehemmiyet verdiği bir fikir adamı…” Bugünkü Rus entelijensiyası içinde mühim bir isim olarak kabul ediliyor… Dugin’in Dostoyevski’ye fiziken benzerliği basit bir tesadüf sayılamaz; Dugin, fikren de birleşik Rusya hayali güden Dostoyevski gibi düşünen, Batı’ya tıpkı onun gibi tam mesafeli duran birisi… Koyu bir ortodoks ve aynı zamanda Avrasyacılık fikrinin en ateşli savunucularından, günümüzde bu fikrin Rusya’daki temsilcisi hüviyetinde… Dostoyevski “Puşkin Üzerine Konuşmalar”da Rusya ve bizim gibi memleketler için Avrupalılar’ın dilinden şunu söyletir: “Halka geçmişini inkâr ettireceğiz, bizim zorumuzla bu halk geçmişine lanet okuyacak, Avrupa ile Avrupa hayatının inceliği ile kültürüyle Avrupa’nın gelenekleri, giyim kuşamı, içkileri, danslarıyla başını döndüreceğiz. Kısacası bu halk, ayağındaki çarıktan, içtiği kvastan, eski şarkılarından utanacak, yerin dibine geçecek.”

Dugin de tıpkı Dostoyevski gibi hem Rusya’nın hem de Türkiye’nin aynı cendere içinde olduğunu fark etmiş, bu sebeble de ABD ve Avrupa’ya, yani Batı’ya karşı Türkiye ile yakınlaşmanın elzem olduğunu anlamış birisi. Rusya’nın yok olmaktan ancak Batı’ya karşı koyabilecek bir Avrasya birliği ile kurtulabileceğine inanıyor ve Türkiye’nin de aynı pozisyonda olduğundan bu birliğe girmesi gerektiğini uzun süredir söylüyor. Zaten bu fikirlere sahip olduğunu da gizlemiyor: 9 Ağustos Erdoğan-Putin görüşmesi öncesi AvazTürk sitesine verdiği söyleşide Türkiye’nin Hilafete dönmesi gerektiğini, Vahhabilik ve Selefiliğin ABD güdümünde olduğunu, İran’ın ise Şiilikten dolayı etkisiz kaldığını ifade ediyor. Rusya’nın ancak İslâm’ın ana gövdesini oluşturan Sünnilerin Hilafet birliğini teşkil edip başına geçebilecek bir Türkiye’nin desteği ile ABD-BATI tazyikine mukavemet gösterebileceğini zımnen söylüyor. Bunları da, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu ile yakınlığı “dost-düşman” herkesin malumu olan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin kabrini ziyaret ettikten sonra dile getiriyor. Gerçi Ehl-i Sünnet’i “Sünnilik ve Sufilik” gibi tamamen oryantalist bir bakış altında, iki ayrı kategori altında tasnif etmesi, halen alacağı çok yol olduğunu gösterse de, mesajları dikkat çekici:

“Biz İslâm dünyasını dört farklı bölümde görüyoruz. Bunlar Şiilik, Sünnilik, Vehhabîlik ve sufi akımlardır. İslâm dünyasındaki Vehhabîlik ve Selefîlik akımları tamamen Amerika’nın kontrol ettiği ve destekleyerek güçlendirdiği, yaydığı akımlardır. İran’ın liderliğini yaptığı Şiilik akımı ise bu Amerikan dayatması akımın karşısında denge unsuru oluşturan tek akımdır ve Şiilik akımı Rusya menfaatlerine en uygun ve Amerika’nın İslâm dünyasını kontrol etme projesine karşı çıkan denge unsuru olması açısından en uygun akım olarak görülmekte ve desteklenmektedir. Ancak Şii ve Sünni akımlar arasında kesin bir çizgi vardır ve İran’ın Sünni İslâm alanlarına etki etmesi bu ayrım sebebiyle mümkün değildir. Bu sebeple Amerika etkisi dışında bir Türkiye’nin Sünni İslâm âleminin liderliğini alması, halifeliğini yapması Rusya’nın desteklediği ve bu desteği her alanda göstermekten çekinmeyeceği bir durumdur. Sünni İslâm’ın yaşandığı ülkelere Amerikan yanlısı Vehhabîlik ve selefilik akımının etki etmesindense Türkiye halifeliğindeki bağımsız bir Sünni İslâm âlemi Rusya’nın çıkarları ile örtüşmektedir. Bu sebeplerle Rusya Türkiye’nin İslâm halifeliği fikrini tam olarak desteklemektedir. Benim Ankara ziyaretlerim sırasında Büyük İslâm âlimi Abdulhakîm Arvasî’nin mezarını ziyaret etmem ve kendi inanışıma göre dua etmem de bu mesajı içermektedir.”

Şimdi geriye doğru bir çizgi çekerek 29 yıl evveline gidelim ve 11 Ocak 1987 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanmış ve Salih Mirzabeyoğlu’nun “İstikbal İslâmındır!” isimli eserinde bahsettiği bir habere bakalım:

-“Sarı saçlı, mavi gözlü adam bir taraftan piposunu çekiştiriyor, diğer taraftan da yarı Türkçe yarı İngilizce kelimeler kullanarak karşısındakilere derdini anlatmaya çalışırken şunları söylüyordu: “Siz Türkleri anlamak mümkün değil. Nasıl oluyor da bir İslâm Devrimi’nin eşiğinde olduğunuzu göremiyorsunuz!”… Sözlerin sahibi, Andrew Craig adlı bir Amerikalı idi. Ülkesinde Türkiye ile ilgili doktora yapmıştı ve kendini tam bir Türkiye uzmanı sayıyordu. Elinde tuttuğu dergide, gazlı “yeşil” kalemle altını çizdiği satırları Türk dostlarına gösteriyor ve böylece telaşının boş olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amerikalı oryantalistin elinde tuttuğu dergi, son yıllarda BÜYÜK GELİŞME GÖSTEREN İslâmi yayınlardan biriydi ve Necip Fazıl’a yakın bir İslâmcı İdeolojiyi savunduğu bilinmekteydi. Altı çizili satırlarda ise şu görüş ileri sürülmekteydi: İslâmî dünya görüşüne bağlı bir tarih ve hâl muhasebesi yaptığımızda, içinde bulunulan dönemde Türkiye’de büyük bir İslâmî zuhur, gerçek bir İslâm İnkılâbı bekleniyor!” Söz konusu haber Tavır Dergisi’inde yayımlanan Salih Mirzabeyoğlu röportajına atfendi…

Şimdi…

1990’larla birlikte Sovyetlerin yıkılması, Sovyetler’e karşı kurulmuş NATO’nun kendini lağvetmeyip yeni mücadele konseptini İslâm karşıtlığıyla tanımlaması, 1. Irak savaşının patlaması, dünyanın yeni bir dönüşüme girdiğini herkese ihtar ediyordu. Türkiye’de bu dönüşümün yansımasının elbette mücadelenin en derin, en kritik noktasında olmaya başlaması mukadderdi: “Panik Operasyonu” ile Salih Mirzabeyoğlu 1991’de tutuklandı. Sonraki süreçte onu ve sevenlerini hedefleyerek gece gündüz durmadan basın üzerinden aleyhte algı operasyonları tertib edildi. Binlerce İbdacı gözaltına alındı ve tutuklandı. Kezâ Salih Mirzabeyoğlu 1998 yılında tutuklanarak 16 yıl cezaevinde, çoğunluğu tek kişilik hücrede ve telegram işkencesi altında olmak üzere, tutuldu. İbdacılar bu dönemde sürekli karalanır, halktan izole edilmeye çalışılırken, aynı dönemde Fetöcülerin önü sonuna kadar açılmaktaydı. Türkiye’de Batı hegemonyasını kırmaya namzet tek hareket olan İbda’nın önünü kesip Fetö’nün önünü açan, Türkiye’deki uzantılarıyla CIA’dan başkası değildi.

 “Niçin Telegram isimli zihni esir etme teşebbüsü Mirzabeyoğlu’na yapılıyor”dan, Fetö’nün CHP’lilerden Ak Partili’lere, Ergenekoncu’lardan iş adamlarına, sendika başkanlarından gazetecilere kadar uzanan ve sayısı on binleri aşan herkesin ne sebeble İBDA/C Örgütü adı altında gösterilerek dinlemesine kadar uzanan hâdiseler serisi, umarım herkesin gözünü biraz açmıştır.
Şimdi bu net görüntünün yanına Alexander Dugin’in Esseyyid Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin kabri başında kendi dinince dua etmesini, “bu kabrin başından özellikle mesaj veriyorum” demesini de katalım…

Türkiye’deki İslâmî dirilişin önünü kesmek için Batılılarca istihdam edilen Fetö’nün ipliğini 30 yıl önce pazara çıkaran Mirzabeyoğlu’nun, bu çok büyük ifsad projesini engelleyemesin diye bu kadar zulme maruz bırakıldığı anlaşılmıştır herhalde.

Dost acı söylermiş ya, o baptan iki kelâmı da yazının sonuna iliştirelim;

Elin Rus’u ve Elin Amerikalı’sının anladığını bizimkiler bu sefer anlamıştır diye ümid etmekten başka hüsnü zannım yok! Şimdiye kadar, hadisenin nereye gittiğini görüyor ve anlatıyorduk; diğer kesimler ise, çoğunlukla işlerine gelmediğinden, görmek istemiyorlardı. Ancak bugünden bakınca son otuz yıldır yaşananları halen anlamamakta direnenlerin, artık en azından “ucu hainliğe varacak bir ahmaklıkla” vasıflandırılması gerektiğini söyleyebilirim.

Bu millete para-pul değil, “kurtarıcı fikir” lazım…

Baran Dergisi 502. Sayı