Öğretmen bir arkadaşım dertleniyor. Meslek hayatım boyunca okulda rehber öğretmenlerle hiçbir zaman anlaşamadım. Hayata ve insana bakış açıları bizimle öyle farklı ki. Benim çok hassas gördüğüm, işin vahim olduğu hususlara öylesine rahat bakıyorlardı ki. Bana göre yaşanmaması gereken şeyler, onlara göre bizzat yaşanmalıydı. Gencin sevgilisi olmalı, gayrı meşru bir şekilde arkadaşlıklarını sürdürebilmeliydiler. Ahlâk ve değerlere dair hassasiyetleri yok. Bu millet ne düşünür, ne duyar diye bir dertleri yok. Okullarımızda bu arkadaşlar güya sorunlu öğrencilerin meselelerini halledecekler. Aile ve Dini Rehberlik Çalıştayı’na katılan bir ilahiyatçı dertleniyor: Sosyolog, psikolog ve pedagogların bulunduğu bir ortamda Batı’nın ve onun ürettiği modernliğin bozduğu aileyi yine onların ürettiği bilimler ve bu bilimlerin uzmanlarıyla kurtarmanın reçetelerini arıyoruz… Ailenin önemini anlatmaya gerek yok. Aksini söyleyen de yok. Ama aileyi kuran ve koruyan temel unsurları düşünmek isteyen de çok fazla değil. Tıpkı onu dağıtan sebepleri düşünenlerin az olduğu gibi. Kim ne derse desin, din unsuru olmadan sağlam bir ailenin kurulamayacağı, kurulsa da uzun süre dayanamayacağı gün gibi aşikâr. Aileyi parçalayan şey de, onu kuran şey neyse onun bulunamaması, bütün değerleri dağıtan modernizmin oluşturduğu bireysellik, değer tanımayan özgürlük, hazcılık; kısaca modern hayat. Batı’nın normları ve formları ile aileyi nasıl kurtaracağımızı tartışıyoruz. Elbette faydadan hâli değil. Ama sonuçta “Batı normlarıyla düşünen Doğulu” olmaktan öteye geçemiyoruz. Yıllar önce Mehmet Aydın Hoca’dan dinlemiştim; İngiltere’de beraber okudukları Afrikalı bir arkadaş varmış, psikolog olarak yetişmiş, ama kendi ülkesinde hizmet etme aşkı onu oradan ayırıp memleketine götürmüş. Bir süre sonra arkadaşım dönüp geldi ve İngiltere’de iş aramaya başladı. “Burada öğrendiklerimizin oralarda bir karşılığı yok, iş bulamadım. Burada bize öğretilen psikolojide, gelen hastaya ilk sorulan soru ‘anne babanı çıplak olarak ne zaman gördün?’ sorusudur. Orada bu bilgiler bir işe yaramıyor.” Söyledikleri bunlarmış Afrikalının. Müslüman bir ailede, çok nadir bir kaza olmadıktan sonra çocuk anne ve babasını hiçbir zaman çıplak olarak görmez. Çünkü aileyi kuran unsurlardan biri mahremiyettir. Dolayısıyla böyle bir şeyin oluşturacağı bir travma da yaşanmaz.
İlk defa bu çalıştayda aklıma, biz galiba sorgulamaya aile kavramından başlamamız gerekir düşüncesi geldi. Aile derken Batı’nın anladığı aileden söz ettiğimi fark ettim. Yani sadece metodumuz değil, üzerinde konuştuğumuz nesneler de farklı. Onların aile dedikleri şey genellikle karı kocadan oluşan, haz eksenli çekirdek bir ailedir. Oysa Kur’an-ı Kerim’de sadece karıkocayı çağrıştıran bir aile anlayışı ve kavramı yok. Karı kocadan başlamak üzere dairesel olarak genişleyen, ibadet ruhu içeren bir görev ve sevgi eksenli mahremiyet yumağı var. Evet, öğretmen arkadaşımız ile ilahiyatçı büyüğümüzün dertlenmelerinden sonra sözlerimize Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratıyla devam edelim.
 
Beş Atom Bombasından Zararlı
Almanya’daki aile tablolarından bir diğeri de damadım Doktor Hayreddin’in, evli bir Alman hemşire ile olan şu konuşması göstermişti: ‘Hemşire, siz evlisiniz değil mi?’ ‘Evliyim.’ ‘Çocuğunuz var mı?’ ‘Hayır… Fakat köpeğim var…’ Bu cevabı alan Hayteddin, bir annenin çocuk ihtiyacı hissinden, sevgi ve şefkatinden bu kadar mahrum oluşundan, çocuk yerine köpek sevmesinden dehşete düşmüş. Diyor ki: ‘Bana bu cevap dokundu. Sanki bir acayip oldum…’ Bunun üzerine sormuş: ‘E hemşire, köpek çocuğun yerini tutabilir mi?’. ‘Doktor annem babam benden ne gördü de, ben çocuğumdan onu göreceğim? Sonum huzur evlerinde geçecek olduktan sonra, çocuğun kahrını niye çekeyim? Köpeğimi yaşarsa severim, ölürse ağlar gömerim…’
 
Bu Perişanlığa kimler Sebeb Oldu?
Hocam, bu haller, insanlığın kanına, canına, dinine girme, kastetme canavarlığını gösteren Yahudilerin işidir. Bunlar insanlığın, insanlık hasletlerine, güzelliklerine düşman bir kavimdir. Fatiha suresinde ‘mağdubi aleyhim’ diye geçen Allah’ın gazabına uğramış kavim bunlardır. Bütün insanlık düşmanları, insanlık âlemine beş atom bombası atsalardı, beş Yahudi’nin yaptığı tahribatı yapamazlardı. Darwin, Durkheim, Freud, Auguste Comte, Karl Marks… Bunların hepsi Yahudi. Bunların hepsi inkarcı. Maneviyat münkiri, ruh münkiri, Allah münkiri. İnsanı hayvan olarak gören, insanı hayvanlaştıran, hayvan tanıtan, insanı bu derekelere düşüren hep bunlar. İşte o hemşire filan, gördüğümüz, duyduğumuz kimseler, bunların ekolünde yetişmiş kimseler… Bu kimseler, daha yuvadan, ilkokuldan beri hep bu fikirlerin, cereyanların içinde yetiştikleri-düşündükleri için, başlarına gelenin, ne hale getirildiklerinin farkında bile olmayan zavallılar…’
Dedem Maymundur
Darwin’e uyup dedem maymundur diyen insanda, hangi ulvi hisler, hangi bedii zevkler; onun ruhunda hangi yüksek gaye ve hedeflere yer bulunabilir? Durkheim, imanı, Allah fikrini reddeder… Ona göre, Allah fikrini cemiyet ilham ve icad eder. Varlığına inanırsanız var olur; yokluğuna inanırsanız yok olur!.. Onun Allah anlayışı budur. Freud’a göre insanda hakim olan, cinsi meyillerdir, o masum yavru bile annesini emerken, şehvetle emermiş… O masum yavru, dili yok, ateşle suyu fark edemez, ateşe güle dokunur gibi elini uzatan masum çocuk, meğer böyle yaparmış.
İşte Tahribat
Sonra bunlar okullarda, fikir kitabı, inanç kitabı, ilim kitabı gibi nerdeyse bir asırdır okutuluyor… Bunlarla yetişen nesiller, ne hale gelir? Auguste Comte’a göre de gözle görülemeyen, elle tutulmayan, beş duyu ile varlığına şahit olunmayan şeylere, gaibe inanılmaz. Allah ve peygamberler, kitaplar ve ahiret de bunların başında gelir… Doktor Ayhan Bey konuşmasını şöyle bitirdi: ‘İlk sözümü tekrar ediyorum: Eğer insanlığın düşmanı olan bu grup, insanlık âlemine beş tane atom bombası atsalardı, bu tahribatı yapamazlardı.’
Kılavuzu Freud Olanın…
Hakikaten tecrübe ilimleri sahasında Avrupalılar çok ilerlemişler. Her gün gerek fizik, gerek biyoloji, gerek teşrih ve bilhassa feza ilminde durmadan ilerleme kaydediyorlar. Yalnız bu ilerlemenin yanında, ruh ve maneviyat sahasında müthiş bir gerileme var. BU GERİLEME, BATI DÜNYASINI ÇOK BÜYÜK FELAKETLERE SÜRÜKLEYECEK GİBİ GÖRÜNÜYOR. ANCAK BU SÜRÜKLENİŞ YALNIZ BATILILARLA SINIRLI KALMAYACAK… HER ŞEYİNİ TAKLİDE YELTENDİĞİMİZ İÇİN, BİZLERE DE AYNI FELAKETLER ÇÖKECEK GİBİ GÖRÜNÜYOR.
İngiltere’de 70 yaşında bir profesörün yanında çalıştım. Sahasında şöhret bulmuş, hakikaten otorite olan bir dâhiliye mütehassısı idi. Tuhafıma giden bir hâli vardı. Kendisine genç hastalar geliyordu. Daha şikâyetini dinlemeden soruyordu: ‘Kız arkadaşın var mı?’ Genç ‘yok’ diyorsa, ‘hastalıktan şikâyetin ondan’ diyor; kız gelirse ona da aynı şeyi soruyor ‘Erkek arkadaşın var mı?’ Yok ise, tamam, ondan… Bu vaziyet, ilahî ahlâkın, vicdanın, inzibatın, hülasa dinin, inancın olmadığı yerde insanın, hayvandan aşağı hallere düşmesinin alameti oluyordu.
İnsanın imamı Freud olur da insanın her hal ve tavrını, meyil ve hissini hayvanca cinsi duygulara, şehvete bağlarsa, elbette netice bu olur. Ecdad: ‘Kılavuzu karga olanın burnu b…tan kurtulmaz’ demiş… Böyle bir batıl, sapık nazariyeyi, bir milletin maarifi, okullarda, milletin çocuklarına yüzde yüz isbat edilmiş kesin bilgi olarak, nesiller boyu okutursa, o gençliğin geleceğinden ne beklenebilir? Avrupa’nın genci ve yaşlısıyla bugün düştüğü sapık halleri, bir de bu pencereden bakarak ele almalı…
Aşkın Çocuğu
Yine Doktor Kemal Bey’in intibalarından: Orada şahit olduğum diğer bir acıklı sahne de, anası babası veya babası belli olmayan, sokaklara, hastane yahut kilise önlerine bırakılan çocuklar idi… Bunlara takılan isim çok tuhafıma gitmişti; ‘aşkın çocuğu’ diyorlardı onlara… Gayrı meşru münasebetten doğmuş, babası ve bazen anası babası belli olmayan o talihsiz zavallılar ‘aşkın çocuğu’ olunca, mazbut, nikâhlı ailelerde doğan, analı babalı yavrular acaba ‘kinin, nefretin çocuğu mu’ oluyorlardı? Bütün bunlar vahyin, dinin nuruyla aydınlanmamış cemiyetlerde görülen ve ne yazık ki görülecek olan felaketli hâllerdir. 

Baran Dergisi 432. Sayı