“ViraVerita” isimli bir E-Dergi’de Toros Güneş Esgün imzasıyla yayımlanmış “Kralın Yüzyılında Cumhuriyetçi Bir Filozof: Immanuel Kant”(1) isimli otobiyografik bir çalışmadan özetle:

«Eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilen Emmanuel Kant (kafa kağıdındaki soyadı Kandt, d. 1724- ö. 1804), Doğu Prusya’nın Königsberg (bugünkü adıyla Kaliningrad) kasabasında sekiz çocuklu bir ailenin dördüncü evladı olarak dünyaya geldi (22 Nisan 1724) ve bütün ömrü boyunca bu kasabada yaşadı ve burada öldü. Öyle ki, 1758-1762 yılları arasında Rus işgalinde dahi Königsberg’den ayrılmadı. Annesi Regina Dorothea, dindar ve otoriter bir ev kadını, İskoçya kökenli babası Johann Georg ise bir saraçtı(2)»

«İlk resmi eğitimine Prusya Kralı I. Friedrich’in okulu olan Collegium Fridericianum’da başlayan Kant, sekiz yaşından on altı yaşına kadar başta teoloji olmak üzere, mantık, Eski Yunanca ve Latince dersleri alır. Kralın öldüğü ve oğlu II. Friedrich’in tahta çıktığı (24 Eylül 1740) tarihte on altı yaşında olan Kant, Königsberg Üniversitesi’ne, yani Albertina’ya kabul edilir. 18. yüzyılın ilk yarısında Albertina’da yalnızca dört fakülte vardır: Teoloji, hukuk, tıp ve felsefe. Ama bütün dikkatler baskın mevzuu teoloji üzerinedir. Yani Albertina’da teoloji, diğer bütün fakültelere hükmeden bir konumdadır. Çok sonraları Kant, fakülteler arasındaki bu hiyerarşiyi “Fakülteler Çatışması” adlı eserinde eleştirel bir tarzda mevzu edecektir.»

Albertina’da felsefe eğitimi teoloji ağırlıklıdır ve Königsberg’e hâkim olan ortodoks Protestanlığın da etkisiyle eğitim, Yeni Çağ filozoflarından çok, Aristoteles’i öncelemektedir. Gerçi Kant üniversiteye ilk girdiğinde Aristoteles etkisi görece azalmış ve Descartes gibi düşünürlere yer verilmeye başlanmıştı.

«Albertina’daki felsefe fakültesi daha çok Wolff(3) ve Leibniz’in(4) etkisindedir. Nitekim Kant da bu iki düşünürden çok etkilenmiştir. Kant, ilk yıllarda daha ziyade doğa bilimleriyle, en çok da fizik ve coğrafya ile ilgileniyordu. Ancak bununla beraber matematik, mantık ve felsefe başta olmak üzere pek çok mevzu ile de alakadar olmuştur. Cassirer’e göre Kant’ın bu merakı, genel olarak bilimin her dalında kendini yetiştirmek arzusundan kaynaklanmaktadır. (Not: İBDA Mimarı, ilim sahibi olmak isteyenlere kendi mevzularında derinleşmelerini ve diğer mevzulardan da pay sahibi olmalarını öğütlemiştir). Yine Cassirer’in dediğine göre ta başından beri Kant, bizzat “bilim” kavramının üzerine yoğunlaşmıştır. Bunda Profesör Martin Knutzen’in payının çok büyük olduğu söylenir ki Knutzen, mantık ve metafizik kürsüsünde profesör iken, doğa felsefesi, astronomi ve fizik gibi çeşitli disiplinlere çokça yer vermiştir. Gerçi Knutzen’in asıl çalışma alanı Leibniz ve Newton üzerinedir. Nitekim Kant da 1746 yılında “Canlı Kuvvetlerin Doğru Değerlendirilmesi Üzerine Düşünceler” isimli ilk çalışmasını bu iki düşünürün fikirleri üzerine bina etmiştir.»

«Kant bu ilk çalışmasında her ne kadar salt fizik bilimini ilgilendiren bir tartışmayı ele almış ise de, aslında bizzat bilim kavramının üzerine yoğunlaştığı çok barizdir. Meselâ “ölü kuvvetler” ve “canlı kuvvetler” arasındaki ayrım üzerinden Kartezyen mekanizmin karşısına Newton fiziği ve Leibniz’in monad öğretisini yerleştirir ki başlangıcında Kant, Leibniz’in fikirlerini savunan biri olarak da bilinir. Ama yine de onun düşüncesindeki eksikliklere vurgu yapmaktan geri kalmamıştır.»

«Kant’ın ilk çalışması kayda değer bir etki meydana getirmemiştir. Ancak, bu çalışmada “metafizik” ve “bilim” kavramları arasında yapılan ayrım, Kant için pusula niteliğindedir ve Kant’ın sonraki eserlerinde baskın olan “eleştiri” kavramının da tohumu mahiyetindedir. Kant ilk çalışmasında bilginin sınırları, düşünmenin imkânları ve yöntemi üzerine yoğunlaşmıştır. Nitekim Kant’ın ilk eserinin fizikten ziyade metafizik ağırlıklı bir çalışma olduğuna söylenir.»

«Kant babasının ve Profesör Knutzen’in art arda ölümlerinden sonra maddî sıkıntı içerisine girer ve öğrenim hayatına kısa bir süre ara verir. Yaklaşık altı sene süren bu zaman diliminde Kant, özel öğretmenlik yaparak soyluların çocuklarına ve gençlere para karşılığında dersler verir.

«1754 yılında akademik dünyaya geri dönen Kant, fen bilimleri alanında, meselâ Dünyanın Dönerken Değişip Değişmediği sorusunun Araştırılması” ve “Dünyanın Yaşlanıp Yaşlanmadığı Sorusu Üzerine” iki önemli makale yayınlar. Hemen ardından da, “Genel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Kuramı” adlı çalışmasını yayınlar. Master eğitimini “Ateş Üzerine” adlı tezi ile bitiren Kant, daha sonra “Metafizik Bilginin Temelleri” konusundaki doktora çalışması ile üniversitede ders vermeye hak kazanır.»

«1789 Fransız İhtilâli’ne büyük katkı sunan J.J. Rousseau’nun(5) fikirleri Kant’ta büyük etki bırakmıştır. 1762 yılında Rus işgalinin sona ermesiyle birlikte yayımlanan “Emile” ve “Contrat Social” isimli eserler, Kant için mühim bir kaynak oluşturmuştur. Nitekim Kant’ın metafiziğe ve beşerî bilimlere olan ilgisi, Rousseau’nun fikirleri ile ilişkilendirilmektedir. Kant, eserlerinde bir yandan “Tanrı”, “güzel” ve “yüce” gibi metafizik kavramları tartışırken, bir yandan da psikoloji ve pedagoji mevzularına değinmektedir. Diğer bir yandan da, teoloji ve ahlâk arasındaki ayrımları ele alan çalışmalar yapmaktadır. “Bir Ruh Görücüsünün Metafizik Rüyalarla Açıklanan Rüyaları” isimli biyografik çalışması bu mevzuyla alakalı olarak ayrıca dikkat çekicidir. Dönemin Almanya’sında büyük ilgi gören Swendborg isimli bir şahsın ruhçu / spiritüel düşünceleri üzerinden geleneksel metafizik yöntemini alaycı bir dille eleştirmektedir.»

«Süreç içerisinde Kant, “zaman”, “mekân” ve “algı” gibi kavramlara ilgi duymaya başlamıştır. Sonraki çalışmalarında nüve keyfiyetini haiz “Duyum ve Anlama Dünyasının Formları ve Temelleri” adlı tezi ile birlikte Profesörlük unvanını elde eden Kant, Königsberg Üniversitesinde, felsefe bölümünde mantık ve metafizik profesörü olarak kürsü sahibi olur (31 Mart 1770).»

«Akademik anlamda hedefine ulaşan Kant, profesörlük elde ettiği tarihten itibaren on yıl boyunca kendi içine kapanır ve hummalı bir çalışma içerisine girer. Bu dönemde sosyal çevresinden kopar ve kendini tam anlamıyla felsefeye adar ancak kayda değer hiçbir şey yayınlamaz. Bu katı izolasyon ise felsefeyi derinden etkileyecek bir kitapla sonlanacaktır: “Saf Aklın Eleştirisi”. Kitabın oluşum sürecinde felsefe fakültesinin dekanlığına getirilen Kant, bu dönemde başta felsefî ve biyolojik antropoloji olmak üzere çeşitli dersler verir. Yine bu inziva döneminde Kant’ı derinden etkileyecek olan önemli bir tarihî gelişme de yaşanır: 1776 yılında “eşitlik ve özgürlük” şiarıyla Virginia’da “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi” yayınlanır.»

«On yıllık sıkı bir çalışmanın ardından Kant, 1781 yılında “Saf Aklın Eleştirisi” isimli kitabını yayınlar ve felsefe dünyasında çok büyük bir yankı uyandırır. Kant, bu çalışmasıyla 18. Yüzyıl felsefesine hâkim olan empirizm ve rasyonalizm arasındaki tartışmayı sonlandırmak iddiasındadır. Klasik metafiziğin dogmatizmini eleştiren empiristler, bilginin kaynağının akıl olamayacağını savunurken, skeptisizme (şüphecilik) yaklaşmaktadır. Kant, söz konusu tartışmanın her iki kanadını da eleştirmektedir. O, hem klasik metafiziğin içinde bulunduğu bunalımın farkındadır ve hem de skeptisizmin yaygınlaşmasından kaygı duyar. İşte “Saf Aklın Eleştirisi” adlı kitab böyle bir ortamda, “Nasıl biliyoruz?” sorusuna üçüncü bir cevab bulma çabasını ifade eder. Bu cevab, kendisini dogmatik uykusundan uyandırdığını söylediği David Hume’un(6) rasyonalizm eleştirisi ile şekillenecektir. Felsefedeki “Kopernik Devrimi” olarak adlandırılacak olan Kant’ın üçüncü yolu, “bilgi nesnesinin bilen özneden bağımsız olamayacağını” söylemektedir. Diğer bir ifadeyle de, sadece deneyimden veya tecrübeden gelen bilgi yoktur, ancak aynı şekilde sadece akılda kaynağını bulan bir bilgi de imkânsızdır. O halde bilgi, nesnenin kendisinden değil, bilen öznenin nesneye yönelmesinden ve ona kendinden bir şey katmasından meydana gelir. Bu yeni bilgi üretme tarzı sadece epistemoloji ile sınırlı kalmayacak, filozofun etik ve siyasî görüşlerine de sirayet edecektir.»

Not: Kant’ın rasyonalizm ile empirizmi birleştirme çabası, mevzumuz açısından bir değerlendirmeye tâbi tutulduğunda, Sokrates’in talebesi Eflâtun’a havale ettiği horoz borcunu ödemek arzusundan kaynaklandığı düşünülebilir.

Böylece, birinci kritiğinde Kant, sadece “Nasıl biliyoruz?” sorusuna değil aynı zamanda “Neyi bilebiliriz?” sorusuna da cevap aradığı görülür. Ona göre, insan aklı, deneyimin ötesinde yer alan “kendinde şey”leri bilemez; onlar ancak düşünülebilir. Bu tayin, aklın sınırlarını çizmek, onun imkânlarını ortaya koymak anlamına da gelir. Aslında Kant’ın kitabının başlığında yer alan “eleştiri” kavramından kasıd da tam olarak budur. Ancak tam da bu noktada metafiziğin ve inancın konumuna dair yeni sorunlar ortaya çıkar.

«İlk eserinin yayınlanmasından üç sene sonra Kant, 1783 yılında metafiziğin ortaya koyduğu yargıların bilimler kadar kesin olmasının imkânını tartıştığı “Gelecekte Bir Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena” adlı çalışmasını yayınlar. Bu kitapta Kant, “sentetik apriori” yargıların olanaklı olduğu sonucuna ulaşır. O halde metafiziğin bir bilim olabilmesi için matematik ve fiziğinki gibi deneyimden gelmeyen ancak yine de bilgimizi genişleten “sentetik apriori” yargılar koyabilmesi gerekir. Bu ise ancak, kaynağını akıllı öznenin özerkliğinden alan, doğa belirlenimini aşarak pratik alana yasa koyan ahlâk söz konusu olduğunda mümkündür. İnanç konuları ise imkân dahilinde olan bilginin sınırları dışında kalacaktır. (Not: “İman tam olduğu zaman ispat yoktur” hükmü üzerinden, “iman, aklın kabule muhtaç olmadığı noktada başlar” hükmüne yelken açılır.) Kant, bu ayrımla inanca alan açtığını savunmaktadır. İnanç, bilim ve ahlâk arasında yapılan bu ayrımlar modern felsefede çok önemli bir çığır açacak, Rönesans’tan itibaren ilk nüvelerinin görüldüğü teolojinin felsefedeki hakimiyetinin geçersizleşmesi süreci tamamlanacak ve Tanrı inanç alanına hapsedilmek istenecektir. Bu epistemolojik dönüşüm, antropolojik ve siyasal bir devrimi de beraberinde getirecektir. İnsan, tür olarak sahip olduğu belli imkânlar sayesinde her an gerçekleştirilebilecek bir özerklik ve sonsuzlukla tanışır.»

Bu yeni evrensellik aynı zamanda dinden bağımsızlaşan yeni bir ahlâk ve siyaset düşüncesini de doğuracaktır. Tedaisi, laiklik!..

Not: Kant’ın bu tür bir bilgiye ulaşmasında Rousseau’nun ne derece etki ettiği meçhuldür, ancak; Fransız İhtilâli sonrası dünyayı kasıp kavuran laiklik ilkesinin felsefî temellendirilmesinin Kant üzerinden kemâle erdirildiği düşünülebilir. Deizme yataklık etmek bir yana, Hıristiyanlığın bir “ahlâk dini” olarak algılanmasından tutunuz da, İslam dünyasındaki “Ilımlı İslâm” düşüncesinin yaygınlık kazanmasında ve hattızatında, meselâ Türkiye’de İlahiyat dünyasında “Ankara Ekolü” olarak bilinen taife üzerinden İslâm’ın da bir “ahlâk dini” olarak takdim edilmesi çalışmaları Kant’ın tesiri olarak okumak mümkün gözükmektedir. 

«1784 senesinde, üniversitede ders vermeye devam eden ve dekanlık görevini sürdüren Kant, “Berlinischen Monatschrift” adlı dergide, çağının güncel sorunları ile ilgili ardarda iki önemli makale yayınlar: “Dünya Yurttaşlığı Açısından Evrensel Bir Tarih Düşüncesi” ve “Aydınlanma Nedir Sorusuna Cevap”. Her iki makale de filozofun tarih ve siyaset felsefesi açısından belirleyici önem taşır. Cumhuriyetçi görüşlerin savunulduğu ve ebedî barış düşüncesinin ilk izlerini içeren evrensel tarih üzerine ilk makalede “toplum”, “ahlak” ve tür olarak insanın imkânları konuları tartışılır. “Aydınlanma Nedir?” makalesi ise Kant’ın kendi yüzyılı ile ilgili önemli tespitleri barındırır. Foucault’nun vurguladığı gibi Kant’ın metnini modern yapan şey tam da budur. Kant bu metinde ilk defa içinde yaşanılan durumun güncelliğini adlandırmaya çalışır. Böylelikle Kant, aydınlanmış bir çağda yaşanmadığını, aydınlanmaya gidilen bir çağda yaşandığını söyler ve 18. yüzyılı Aydınlanma’nın öncülerinden Kral Büyük Friedrich’in yüzyılı olarak tanımlar. Bu tespitin kendisi Kant’ın demokrasi algısı hakkında bir fikir verir. İnsanın tür olarak sahip olduğu eşitlik sayesinde, herkes kendi aklını kullanmaya cesaret ederek (Separe Aude!) ergin olamama durumundan kurtulabilir; ancak Kant, bireyin tek başına bu durumdan çıkmasındansa kitlenin aydınlanmasının çok daha kolay olduğunu öne sürer. Kitleyi aydınlatma ve özgürleştirme görevi de, Kral Friedrich örneğinde olduğu gibi kendi çabasıyla aydınlanmış olan insanların öncülüğüne bırakılır. Özgürlük, kitlenin önünde aklını kullanma özgürlüğü olarak tanımlanır. Böylece halk, 17. yüzyıldaki yaygın görüşün aksine bir makineden ibaret değildir, artık o eğitilebilir bir kitledir. Halkın eğiticileri ve temsilcileri ise aklın kamusal kullanımını özel kullanımının önüne alan ve kitlenin önünde fikirlerini özgürce yayma hakkına sahip olan aydınlar olacaktır. Tüm bu düşünceleriyle yaklaşmakta olan Fransız Devrimi’nin temel ilkeleriyle paralel düşünen Kant, 1789’da “jakoben” damgasını yemek pahasına duyduğu coşku ve heyecanı gizlemez ve bütün şiddetine karşın devrimi, ilerlemenin, despotizm karşısında insanın özgürleşmesinin göstergesi olarak yorumlar. Çünkü ona göre önemli olan yaşanan olayın kendisi değil, söz konusu olayın insanların zihinlerinde yarattığı evrensel heyecandır. Kant’a göre bu evrensel heyecan sayesinde insanlık, geleceğe dair bir olanağın farkına varır.»

«Kant’ın bu süreç içerisinde ilk kritiğine eklenecek olan diğer iki kritiği, “Pratik Aklın Eleştirisi” ve “Yargı Gücünün Eleştirisi” adlı çalışmaları yayımlanır. Yine bu dönemde filozof iki kez üniversitenin rektörlüğüne getirilir. İlerleyen yaşıyla beraber felsefesi de artık sağlam temellere oturmuştur. “Pratik Aklın Eleştirisi”nde 1784 yılında yayımlanan “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” adlı kitapta ortaya attığı “koşulsuz buyruk” kavramını ve etik görüşünü geliştirir. 1790 yılında yayınlanan “Yargı Gücünün Eleştirisi” adlı kitapta da estetik üzerine görüşlerini ve teleoloji sorununu ele alan Kant’ın, bu kitapta özellikle “sensus communis” kavramı ile estetik, etik ve siyaset arasında kurduğu bağ da dikkat çekicidir.»

«Kant, çağında yaşanan gelişmelere heyecan duyarken bir yandan kendi hayatında önemli bir mücadele dönemine girer. Kant’ın aydınlanmış monark olarak yücelttiği, Büyük Friedrich’in 1786’daki ölümünden sonra tahta geçen oğlu II. Friedrich Wilhelm, Kant’ın başta din üzerine olmak üzere bazı düşüncelerinden rahatsızlık duyar ve böylece kral ile filozof arasında on sene kadar sürecek bir çekişme başlar. Sonunda, II. Friedrich, Kant’ın “Saf Aklın Sınırları İçinde Din” adlı kitabının yayımlanmasını yasaklar ve 1794’te bir mektupla filozofu çalışmalarını devam ettirmemesi yönünde uyararak kınar.»

«1795 yılında Kant, “Ebedi Barış Üzerine” adlı çalışmasını yayınlar. Devletlerarası barışın imkânı ve koşullarından bahsettiği bu çalışmasında etik, hukuk ve siyaset arasındaki ideal ilişkiden bahseder. Barışın sağlanması siyasetin görevidir, siyaset ise bunu hukuk aracılığıyla yapacak, hukuk da her zaman etiğe dayandırılacaktır. Bu çalışmasında despotizmi eleştiren Kant, tüm insanların eşitliğine dayanan cumhuriyetçi anayasayı bir kez daha savunur.»

«Kant’ın ürkek ve çekingen bir mücadele sürdürdüğü II. Friedrich Wilhelm 1797 yılında ölür. Aynı yıl Kant, hukuk ve siyaset düşüncesini erdem kuramıyla birleştirdiği ve güçler ayrılığı, düşünce özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi cumhuriyetçi idealleri savunduğu eseri “Die Methaphysik der Sitten”i yayınlar. Bu eser cumhuriyetçi bir eserdir, ancak diğer yandan aydınlanmış bir monark idealini temsil eden egemenin, karşı konulmaz otoritesini olumlar ve isyan hakkını reddeder. 1798 yılında yayınlanan “Fakülteler Çatışması” adlı çalışmasında Kant, ölü krala gönderme yaparak, üniversite eğitiminin mevcut hükümetin politikalarıyla şekillendirilmesini, bu yüzden de bazı fakültelerin diğerlerine göre devletle olan ilişkileri ölçüsünde değerli görülmelerini eğitim adına talihsiz bir durum olarak tasvir eder. Akademik özgürlüklerin savunulduğu bu eserde, teolojinin felsefe üzerindeki hakimiyeti eleştirilir.»

«Kant giderek, her zaman çok dikkat ettiği sağlığının bozulmaya başladığını büyük bir huzursuzlukla kabul eder. Öncelikle her zaman büyük bir özen ve şevkle yaptığı görevini; ders vermeyi bırakır, daha sonra yazılarına son verir. 1803 yılının ekim ayında ise ciddi bir hastalığa yakalanarak babası ile aynı kaderi paylaşır: Filozofun vücuduna inme iner. Yeni yüzyılın dördüncü senesinde, 1804’ün 14 Şubat’ında tükenmiş olan enerjisiyle, son kez “Es ist gut” (Böyle iyi) der ve saat sabah 11’de hayata gözlerini yumar. Hava çok soğuk olduğu için donan toprağa on altı gün boyunca gömülemeyen bedenini, Königsberg halkı ziyaret etmek için sıraya girer. Kentle özdeşleşmiş olan ünlü filozof, müzik eşliğinde toprağa verilir, mezar taşına ise şu sözleri yazdırılır: “Her zaman taze kalarak artan hayranlık ve huşu ile beraber, ruhun doyumunu, düşünce onlarla ne kadar sık ve daimi olarak ilgilenirse o kadar çok gerçekleştiren iki şey vardır: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.»
Not: Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, hayata gözlerini kapamadan evvel sessizce şu sözleri mırıldanır: “Demek böyle ölünüyormuş!”… “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”’nın Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Mirzabeyoğlu, ebedî âleme göçtükten sonra vasiyeti üzere iki gün bekletilir ve sonrasında Üstad’ı Necip Fazıl’ın yanı başında Eyüp Sultan mezarlığına defnedilir. Yine vasiyeti üzere mezar taşına Üstadı’nın el yazısı ile yazdığı şu sözler yazılıdır: “… Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi…”(7)

Felsefede Kant’tan çok etkilenen Schelling, Fichte ve Hegel’in düşünceleriyle Alman İdealizmi hüküm sürecektir.(8)
 
Dipnotlar

1-https://viraverita.org/yazilar/kralin-yuzyilinda-cumhuriyetci-bir-filozof-immanuel-kant
2-Saraç: 1. İsim Koşum ve eyer takımları yapan veya satan kimse 2. Koşum ve eyer takımlarını işleyen ve süsleyen kimse 3. Deri, muşamba vb.nden bavul, çanta yapan kimse
3-Alman rasyonalist filozoflarından biri olan Christian Wolff, özgün bir düşünür olmamasına rağmen, yine de Leibniz felsefesinin yılmaz savunuculuğu ve felsefeye yönelik sistematik yaklaşımıyla ün kazanmıştır.
4-Gottfried Wilhelm Leibniz, Alman matematikçi, filozof, hukukçu ve dönemin idarecilerine danışmanlık yapmış bir münevverdir. Matematik ve felsefe tarihinde önemli bir yeri olan Leibniz, Isaac Newton’dan bağımsız olarak "Sonsuz küçük" teorisini geliştirmiştir.
5-Fransız bir aileye mensup olan J.J Rousseau, 1712 yılında Cenevre’de doğmuştur. İsviçre’de doğmasına rağmen Fransız kültürüyle yetişmiş olan Rousseau küçük yaşta hayata atılmıştır. Ciddi bir eğitim almamasına rağmen babasının rahle-i tedrisinde Fransız ve Yunan edebiyatı ile yakından ilgilenen Rousseau, Cenevre’den ayrıldıktan hemen sonra Protestan bir papazdan ders almıştır. Yanına yerleşmiş olduğu madam Warens’in etkisiyle Katolikliğe geçen Rousseau, daha sonra tekrardan Protestanlığa dönmüştür. Fransa’nın Venedik elçiliğinde 18 ay sekreterlik yapan Rousseau, kısa bir süre Diderot ve ekibiyle çalışmış, müzik üzerine yazılarıyla ansiklopedilere katkılarda bulunmuş, fakat görüş ayrılıkları yüzünden ansiklopedi yazarlığından ayrılmıştır. Şöhreti Fransa dışına yayılmış olan Rousseau, akademinin düzenlediği bir yarışmaya “İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı” adlı eseriyle katılmış, fakat ödüle layık görülmeyen eseri kısa zamanda büyük yankı uyandırmıştır. Rousseau’nun hayatının en çok satan eseri olan ve yıkılacak aristokrat aile modelinin yerine geçecek yeni aile modelini konu aldığı, “Julie ya da Yeni Heloise” adlı romantik romanı yayınlamıştır. Elli yaşına geldiğinde en ünlü eseri “Toplum Sözleşmesi”ni yayımladı. “Toplum Sözleşmesi” isimli eserinde devrim sonrası kurulacak devlette nasıl bir demokratik siyasal sistemin kurulması gerektiğini ele aldı. “Toplum Sözleşmesi”nde ele aldığı mevzular bütün dünyada kısa sürede yankı bulmasına rağmen ileri sürdüğü görüşlerinden ötürü kendi ülkesinde mahkûm edildi. Süreç içerisinde Rousseau, dine ilişkin görüşlerini de ihtiva eden “Emile” adlı eserini yayınladı. “Emile” yüzünden de mahkûm edilen Rousseau birçok şehir değiştirmiş ve hatta en son Fransa’ya geri döndüğünde adını dahi değiştirmek zorunda kalmıştır. Rousseau, hayatına dair bir otokritik keyfiyetini haiz olan “İtiraflar” isimli eserini yayınladıktan kısa bir süre sonra hayata veda eder. Ölümünden sonra, daha evvel yazmış olduğu “Rousseau, Jean-Jacques’i Yargılıyor” ve “Yalnız Gezen Adamın Düşleri” adlı iki eseri yayınlanmıştır. Rousseau’nun eserlerinin gerek çağdaşları gerekse diğer toplum sözleşmecilerinin eserlerinden ayrılan en önemli yönü, halk diliyle kaleme alınmış olmasıdır. Özetle Rousseau, köklü felsefi temelleri olan “doğal hukuk” ve “toplum sözleşmesi” gibi kavramları halka mal etmiş ve bu kavramların siyasal hayatta gerçekleşebilmesi için mücadele vermiştir. Bu nedenle fikirleri geniş kitleleri etkileyebilmiş ve Fransa’yı kısa sürede devrime sürüklemiştir.
  6-Aydınlanma Çağının, daha doğrusu İskoç Aydınlanmasının en önemli düşünürlerinden biri olan David Hume, din ve metafizik karşıtı eleştirileriyle yaşadığı dönemde ve sonrasında kendisinden sıkça söz ettirmiştir. 1711 ile 1776 yılları arasında, Edinburgh’lu soylu bir ailenin üyesi olarak hayatını tamamlayan David Hume, ölümüne yakın bir zamanda “My Own Life” adlı beş sayfalık otobiyografisinde hayatını kaleme almıştır. Home olan soyadını telaffuzu zor olduğundan Hume olarak değiştirmiştir. (https://www.felsefen.com/david-hume-kimdir/). Sadece rasyonalistlerin değil, aynı zamanda ampiristlerin de temel dayanaklarına karşı eleştirel tutumuyla felsefe tarihinde son derece önemli bir yere sahip olan Hume, özellikle metafiziğe ve dine yönelik septik (kuşkucu) ve eleştirel (kritik) yaklaşımı, bilimi ve ahlâkı duygulara bağlayan felsefî yaklaşımıyla, Aydınlanma düşüncesinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul görmesini sağladı. Hiç kuşkusuz onun, nedensellik ilkesini, yani “akıl yürütmelerimiz de dâhil olmak üzere, her şeyin bir nedeni olması gerektiğini bildiren ilke”yi eleştirel bir incelemeye ve sorgulamaya tabi tutmasının yanında, bu sorgulamanın sonucunda da nedenselliğin mantıksal bir zorunluluğa dayanmayıp sadece beşerî bir alışkanlığa bağlı olduğunu ortaya koyması, kendisinden sonra gelen pek çok felsefe anlayışının gelişmesi ve şekillenmesinde etkili olmuştur. (Not: Bütün nedenlerin veya sebeblerin “Ben” noktasında düğümlendiği düşünüldüğünde, “Ben”in nedeni veya sebebi üzerinden ne söylenebilir? Bu sorunun cevabını merak edenler, İBDA külliyatına müracaat edebilirler)… Hume’un nedenselliğe dair yaklaşımından etkilenen filozofların başında Kant gelir. Kant, onun, kendi felsefe anlayışı üzerindeki etkisini şu sözlerle ifade eder: “(…) itiraf ederim ki, beni yıllar önce dogmatik uyuklamamdan ilk defa uyandıran ve araştırmalarıma kurgusal felsefe alanında bambaşka bir yön vermemi sağlayan, David Hume olmuştur.” (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/149818)
7-Bu söz, Üstad’ı Necip Fazıl tarafından İBDA Mimarı’nın “Kültür Davamız -Temel Meseleler-” isimli eseri hakkında söylenmiş olup, sözkonusu eserin kapağında tam metin olarak şu şekilde yazılıdır: “Bu kitab, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir.” -Necip Fazıl Kısakürek-
8-https://viraverita.org/yazilar/kralin-yuzyilinda-cumhuriyetci-bir-filozof-immanuel-kant


Baran Dergisi 675. Sayı