1648 senesinde imzalanan Vestfalya Barış Anlaşması ile bugünkü dünyanın milletlerarası münasebetlerini belirleyen kurallar şekillenmiş ve adına “Vestfalya Düzeni” dedikleri nizâm, 21. asra kadar Batılılar tarafından büyük bir muvaffakiyetle işletilmiştir.
Vestfalya Düzeni, bu nizâmın çağımızdaki işleticilerinin başında gelen Henry Kissenger’ın tarifine göre; “Devlet ve milletlerin dinî buyrukların mutlaklarına göre değil, kendi millî menfaatlerine ve kapasitelerine ilişkin gerçekçi bir değerlendirmeyle hareket eden hâkim devletler hâlinde örgütlenmiş milletler düzeni.”dir.

İran’da gerçekleşen Şii Devrimi, Yahudi Devleti’nin bâtıl da olsa dininin siyasetini izliyor olması, Amerika’nın Hristiyanlıkta yeni bir Yahudi reformu olarak değerlendirebileceğimiz Evangelizm mezhebine göre siyasetini belirlemesi, lâikliğin anavatanı kabul edilen Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron’un Katolik Kilisesi’ne zeytindalı uzatması ve Piskoposlar Birliği üyeleriyle buluşması, eski Çarlık dönemi özlemine kapılan Rusya’nın bir kez daha Ortodoks mezhebine sarılması ve geri kalan Avrupalı devletlerin de popülizme kaysa bile dinlerine doğu yönelişleri... Tüm bu saydığımız ve saymadığımız unsurlar bize göstermektedir ki; dünya düzeninin temel dinamiği olan karşılıklı menfaat ve çatışma münasebetine, hattâ daha da ötesinde muktedirlerin demokrasi, liberalizm, lâiklik ve sair mübhem kavramlar üzerinden kendi kendilerini mutlaklaştırdıkları bir düzene dayanan nizâm çatırdıyor, yerini yeniden dinlerin mutlakları almaya başlıyor.

Bir devir değişiminin eşiğinde olduğumuz, manipülatif bir propaganda ve kuru bir iddia değil, bilakis bütün müşahhas veriler tarafından açıkça desteklenen bir hakikattir. 17. yüzyıldan, 21. asra kadar milletlerarası düzeni ve dünya nizâmını şekillendiren Batı’nın, muvaffakiyet sırrı da böylelikle ortadan kalkmış bulunmaktadır.

Yahudi Devleti’nin açıktan Arab Baharı sürecinde yaşanan hadiselere müdahil olmaya başlaması, Amerika’nın başlattığı ticaret savaşı ve korumacı ekonomiye geri dönmesi, İngilizlerin Brexit kararı, Avrupa Birliği’nin bir türlü birlik olamaması, Arab Baharı vesilesiyle büyük bir coğrafya üzerinde devletlerin bir bütün hâlinde ülke yönetimlerini kaybetmesi ve mahallî düzenin çözülmeye başlaması ile dünya düzeninin milletlerarası hukuk, ekonomi ve askerî nizamını tesis etmek iddiasındaki BM, IMF, NATO gibi milletlerarası birliklerin günümüzde işlevini yitirmiş olması, ne demek istediğimizi daha açık bir dille izah etmektedir.

Petro-dolar
Böyle bir konjonktürde Amerika’nın hâlen dünyanın en güçlü ülkesi olmasının bir tek izahı var; o da petrol ve diğer enerji kaynakları ticaretinin Amerikan doları üzerinden yapılıyor olması ve ABD’nin bunu sürdürmek için hiçbir katliamdan çekinmeyeceğini ihtar etmesi… 
1944 senesinde, -henüz İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllar- Amerika’daki Bretton Woods isimli kasabada gerçekleşen Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı’nda, İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük darbe alan dünya ekonomisi ve para sistemine yeni bir düzenleme getirmek, savaştan zarar görmüş bölgeleri yeniden kalkındırarak ekonomik istikrarı sağlamak maksadıyla bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması ile beraber ayarlanabilir kur sistemine geçilmesi kararlaştırılarak, diğer ülke para birimlerinin Amerikan dolarına endekslenmesi kabul edildi. Dolar ise başka bir ülke para birimi yerine altına sabitlendi. (1 ons altın 35 Amerikan doları olacak şekilde.) Amerikan Merkez Bankası FED, bu anlaşma karşılığında, yabancı merkez bankalarına arz edecekleri dolar karşılığında sabitlenmiş fiyattan altın satmayı taahhüt etti. Amerikan dolarının dünya çapında rezerv para hâline gelmesi de bu anlaşmayla başladı.

1971 senesine gelindiğinde, Amerikan dolarının devalüasyona uğraması, ABD’nin içine düştüğü ekonomik buhran sebebiyle altın standardından vazgeçmesi ve 1973 yılında sanayileşmiş ülkelerin paralarını dolar karşısında dalgalanmaya bırakma kararı, para sisteminin tamamen çöküşüne neden oldu. Yom Kippur Savaşı sonrasında OPEC’te Yahudileri destekleyen Batılı ülkelere karşı alınan petrol ambargosu kararı, Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün Fransa’nın elindeki dolar cinsinden mevduatı karşılığında altını almak üzere Amerika’ya yollaması, Amerika’nın Vietnam hezimeti ve Soğuk Savaş’ın zorlu şartları, bu çöküşte belirleyici faktörler arasında olmuştur.

1973-1974 petrol şokunu izleyen yıllarda, OPEC ülkeleri, ellerindeki büyük dolar fazlasını Avrupa piyasasına sundular. Avrupa Bankaları, bu dolarları, ödeme dengesi problemi içinde olan petrol ithâlatçısı ülkelere kullandırdı. Petrol ihraç eden ve ellerinde dolar fazlası olan ülkelerden gelen fonlar, petrol ithâlatçısı ülkelere plase edildi ve böylelikle PETRO-DOLAR piyasası doğmuş oldu.

1944 senesinde, Bretton Woods Konferansında Amerikan dolarının altına endekslenmesiyle kurulan ve 1971 senesinde çöken global para sistemi, bu sefer gayr-ı resmî bir şekilde, doların petrol üzerinden kıymet bulmasıyla yeniden teşkil edilmiş oldu.

Petrol ticareti üzerinden yeniden itibarını kazanan; fakat bu esnada altın gibi bir varlık değere endeksini kaybeden Amerikan doları, ilerleyen yıllarda Amerika’nın siyasî ve askerî gücü vesilesiyle milletlerarası ticaretin de biricik vasıtası hâline dönüştü.

Amerika’nın Şah Damarı
Amerika’nın şah damarı, ne İsrail, ne İngiltere, ne Avrupa ne de başka bir yerden değil, Suudî Arabistan’dan geçmektedir. Çünkü bugünkü iktisadî düzen, Amerikan doları ve ona değerini veren petrol üzerine kurgulanmış vaziyettedir. Eğer ki petrol alışverişinde kullanılan para birimi dolar olmaktan çıkar ve başka bir para birimine dönülecek olursa, yalnız Amerika değil, Çin ve Japonya başta olmak üzere birçok ekonomi ve birbirine bağlı olarak da dünya ekonomisinin büyük bir bölümü bir anda altüst olacaktır.

Ortadoğu’daki petrol rezervleri üzerinde söz sahibi olan Suudî Arabistan, tam da bu sebeble global ekonomik sistem içinde kilit taşı hüviyetindedir. Yarın Suudî Arabistan çıksa ve “biz bundan sonra petrol satışını Çin para birimi olan Yuan üzerinden yapacağız.” dese, muhtemelen bir hafta içinde Çin de dahil olmak üzere global ekonomi büyük bir türbülansa girecektir.

Şehid Saddam Hüseyin, petrol satışını Euro ile yapacağını açıkladığında, global piyasalarda meydana gelen dalgalanmayı ve doların eriyişini hatırlayın. Hele ki Saddam Hüseyin’in diğer petrol üreticilerine misal teşkil etmesi korkusu, Beyaz Saray’dan başlayarak bu düzenden nemalanan bütün ülkelerin merkezlerini tir tir titretmiştir herhâlde... Zaten bu sebeble Saddam Hüseyin sistem için tehditti. İran ise senelerdir tam da bu sebeble global sisteme karşı bir tehdit değil.

Bu altüst oluş şimdiden bakıldığında korkunç görünse de, borçlanma üzerine kurgulanmış bu ekonomik sistemin de bir yerde yıkılmasının mukadder oluşu muhakkaktır ve ne kadar erken yıkılırsa, dünyaya vereceği zarar da o kadar az olacaktır. Batılılar bunun aksini iddia ediyorlar çünkü, erken yıkılırsa enkazın altında onlar, geç yıkılırsa bizim gibi ülkeler kalacak. 

Suudî Arabistan’ı Anlamak
Suudî hanedanının en ön plana çıkan özelliği onun korkaklığıdır. Suud hanedanı, Arab Baharı ile beraber monarşileri bir bir devirerek ilerleyen dalganın kendisine ulaşmasından ve iktidardan düşmekten korkmaktadır; Amerika’nın Kral Faysal suikastında olduğu gibi Kral yahut veliaht prensi öldürmesinden korkmaktadır; İran’ın Akdeniz’e açılma siyasetinden korkmaktadır; Kudüs sebebiyle İslâm âlemindeki itibarını yitirmekten korkmaktadır; Mısır’ın İhvan’ın eline geçmesi ve akabinde iktidarından olmaktan korkmaktadır; içeride meydana gelmesi muhtemel bir halk hareketi neticesi iktidardan düşmekten korkmaktadır; Katar’ın Suudî Arabistan’ın içeriden karıştırmasından korkmaktadır; Ürdün’ü yanından kaçırmaktan korkmaktadır; Türkiye’nin yeniden hilafetin başına geçmesinden korkmaktadır; ve bu kısa listeden anlaşılacağı üzere, Suud hanedanı Yahudi tıynetli bir korkak, Kemal Kılıçdaroğlu tıynetli bir koltuk sevdalısından başka birşey değildir. İzlediği politikanın da bu korkudan başka ideolojik bir izahı yoktur. Yahudi ve Amerika çok evvel keşfettiği bu zaafı, evham sopasıyla kaşımakta ve Ortadoğu politikaları istikâmetinde Suudî Arabistan’ı ve sahib olduğu zenginliği istediği gibi kullanmaktadır. 
Siyasî ve askerî bakımdan hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan bu ülkenin, global ekonomik sistemin anahtarını elinde tutuyor olmasının da bir hikmeti vardır elbet.

Kısaca Suudî Arabistan’ın bölgede cereyan eden hadiseleri nasıl değerlendirdiğine, psikolojisinin kaynağına da bir bakalım. 
Suudî Hanedanı’nın en büyük korkusu, Arab Baharı dalgasının kendi ülkesine de sıçraması ve bunun neticesinde iktidarı kaybetmekti. Bu korkusundan dolayı, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ve İhvan’ın iktidarı ele almasına başta sesini çıkarmayan ve müdahale etmeyen Amerika ile bile tartışmaya başladı. Hemen akabinde, Suriye’de, Amerika’nın “kırmızı çizgimiz” dediği kimyevî silahların Beşar Esad tarafından kullanılmasına karşı da Amerika’nın tepkisiz kalmış olması, Suudların korkularını daha da arttıran bir faktör oldu. Bu dönemde Amerika’nın güvenliklerini sağlamasından yana duydukları kuşku hasebiyle Suriye muhalefetini silahlandırmak gibi yollara başvurdular. İran’ın üzerindeki ambargonun kaldırılması ve Suriye’den beri Akdeniz’e doğru izlediği yayılmacı politikaya karşı, bu sefer Amerika yerine ortak paydada buluştukları Yahudiye yanaştılar. Mısır’da İhvan’ı desteklemeye devam eden ve İran ile ikili ilişkiler kuran Katar’da askerî darbe yapmaya kalktılar. Yine aynı dönemde Hizbullah’a karşı Lübnan ordusuna 3, İhvan’a karşı Mısır’daki askerî rejime 5 milyar dolarlık askerî yardımda bulundular. Tarafını Türkiye’den yana seçen Ürdün Kralı Abdullah’ı, içinde bulunduğu ekonomik krizde yalnızlığa ittiler.

Amerika ile Suudî Arabistan ilişkilerinin gerildiği bu dönem, Trump’ın Amerikan başkanı seçilmesiyle sona erdi. Suud-Yahudi ittifakı da hemen bu seçimin öncesindeki yalnızlık döneminde pekleşti. Trump, üzerine el koydukları küreye Mısır’ın başındaki cunta lideri Sisi’yi de davet ederek, tavrını ortaya koymuş oldu. Bununla beraber, Amerika’nın Suudî Arabistan’a sağlayacağı güvenlik ile beraber bütün Ortadoğu politikasının faturasını da Suudî Arabistan’a ödetme kararı aldılar. O da korkularına karşılık olarak böyle bir anlaşmaya razı geldi. 

Türkiye’nin Misyonu
Suudî Arabistan nasıl ki global ekonomik sistemin kilit taşıysa, Türkiye de dünya düzeninin kilit taşı konumunda bulunuyor.
Yahudi ve Amerika, bölgedeki Müslümanların yaşadığı ülkeleri bir bir parçalarken, farkında olmadan Müslümanları Türkiye’nin etrafında buluşturmuş oldu. Açacak olursak... Senelerdir Müslümanların kafasını karıştıran Mısır, İran, Suudî Arabistan gibi devletler tesir ve itibarını gün be gün yitirir ve açıktan kirlenirken; Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerdeki siyasî birlik de yıkıldığı için alan olduğu gibi Türkiye’ye açılmış oldu. Bütün Müslümanların yüzünü bu tarafa dönmesi hoş; fakat bu vaziyetin peşinden getirdiği bir de mesuliyet var. Ve bu mesuliyet zannedildiği gibi yalnız insanî yardım malzemesi taşımak, okul açmak, beton dökmek ve su çıkartmaktan ibaret değil. İki milyara yakın Müslüman, yeni bir dünya düzeni için; yaşanmaya değer bir hayat Anadolu’da yeşerecek ve bölgeyi sarıp sarmayacak diye yüzünü bu topraklara dönmüş durumda.

Bununla beraber, Türkiye’nin önünde açılan bu alandan istifade etmesine engel olmak ve Arab Baharı sürecinin devamı hâlinde Anadolu’nun da teslim alınması için operasyon üstüne operasyona maruz kalıyoruz. Son olarak geçtiğimiz hafta Amerika’nın açıktan ve direkt olarak Türk Lirası’nın değerini hedef aldığı bir saldırı daha yaşadık. Türkiye’yi hedef alan saldırıların ardı arkasının kesilmemesi dolayısıyla artık savunmadan çıkıp taarruza geçmemiz şart olmuştur. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları askerî mahiyeti dolayısıyla taarruz gibi görünüyorsa da aslında Türkiye’nin yapmış olduğu savunmanın bir parçasıdır. Peki ama nasıl ve ne istikamette bir taarruz?

Amerika’nın Şah Damarını Kesmek
İlk bakışta, Ortadoğu’daki gerilimin kaynağı olarak Şiî İran ile Vahhabî Suudî Arabistan, Şiî İran ile Türkiye, Türkiye-Mısır-Suudî Arabistan ile İsrail, İran ile İsrail arasında bir çekişme olması beklenir; fakat bir çok farklı şartın bir araya geldiği bu coğrafyada, bugün esas çekişme Türkiye ile Suudî Arabistan arasında cereyan etmektedir. 

Türkiye’nin, Suriye’de Amerika tarafından yüzüstü bırakılması ve sonrasında Rusya ile beraber hareket ederken İran’ın da bu yapı içinde yerini bulmuş olması, Mısır’da İhvan’ı desteklemesi, Suudî-B.A.E ortaklığında bir askerî darbe düzenlenmesine karşı Katar’ı himaye etmesi, İsrail’in karşısında Filistin ve Gazze’nin yanında bir politika izlemesi ve gelecekte hilâfeti yeniden tesis etme potansiyelini haiz olması dolayısıyla Suudî Arabistan, Türkiye’ye karşı husumet beslemektedir. 

Suudî Arabistan’ın Suriye’de PKK-PYD ittifakına Amerika adına yardımda bulunması, Arab NATO’su benzeri bir ordu kurarak Anadolu’yu İslâm âleminin geri kalanından tecrit etmeye yönelik teşebbüsler içine girmesi, Mısır’ın Yahudi oyuncağına çevrilmesinde oynadığı rol, Türkiye’ye karşı Arabların kavmiyet taassubunu kaşıması, İsrail’in Kudüs’teki Müslümanları Sina Çölüne sürme projesine destek olması, Balkanlardaki Müslümanları Vahhabîleştirme girişimleri ve hepsinden de önemlisi Amerika ve Yahudi’nin bölge politikalarının finansörlüğünü üstlenmesi dolayısıyla, Müslüman Anadolu da Suudî Arabistan’a karşı husumet beslemektedir.

Tüm bunlarla beraber Suudî Arabistan, Yahudi ve Amerika’nın kaşıdığı evhama kendisini çoktan kaptırmış ve tıpkı bir akıl hastası gibi bölgede cereyan eden hadiseleri yalnız iktidar koltuğunu muhafaza etmek ve kaybetmek üzerinden okur hâle gelmiştir.

Böylesi bir vaziyette diplomatik kanalları işletmek suretiyle Amerika’nın Arabistan’dan geçen şah damarını kesmek mümkün görülmediğine göre cerrahî bir operasyona başvurulması kaçınılmazdır. Çünkü Suudî Arabistan akıl hastasıdır ve Türkiye’nin de bir akıl hastasının taleblerini yerine getirerek onu yanına çekmesi mümkün değildir. 

Türkiye’nin bu ahvâlde yapması gereken; Suudî Arabistan ve Mısır’da kendi milletlerine yabancılaşmış iktidarlara karşı halkın yeniden iktidarı ele geçirmesini sağlayacak şartları tertib etmek veyahut Suudî Arabistan’da bir saray darbesi gerçekleştirerek, Kral’ı Müslümanların hayrına hareket edecek bir diğeriyle değiştirmektir. 

Suudî Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman Batı medyası tarafından bir süper kahraman gibi tanıtılıyorsa da, Yahudi istihbaratının yaptığı çalışmalar ve Suudî Krallığına geçen Temmuz ayında gönderdiği uyarı, bunun tam aksine işaret etmektedir. İsrail İç Güvenlik Araştırma Merkezi’nin yayınladığı rapora göre, Selman’ın başarısız girişimleri dolayısıyla, Suudî Arabistan sessiz bir saray darbesi, askerî darbe yahut halk ayaklanması tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Yahudi Devleti’nin bu raporu yayınlamak ve Suudî Arabistan’ı uyarmaktan maksadı, böylesi bir vakıanın akabinde, Yahudi Devleti çıkarlarının bir daha onarılamayacak ölçüde yara alacak olmasından yana taşıdığı kaygıdır.

Aslına bakacak olursanız, Allah, yine Müslümanlara merhamet etmektedir; Müslümanların göremediğini Yahudi, bir panik halinde, onlara göstermektedir. Tabiî feraset ve basiret sahibi, aksiyoner bir hüviyeti haiz olan Müslümanlara... Mademki Suudî Arabistan’da samanlık iyice kurumuş ve tutuşmaya hazırdır, o zaman Müslümanların hayrına o samanlığı tutuşturacak kibriti çakmak da şarttır. Bu şekilde olmuyorsa, 1973 senesindeki Petrol Ambargosuna karşı, Amerika’nın, Suud Kralı Faysal’a 1975 senesinde yaptığını hatırlatmakla yetinelim.

***

Türkiye’nin güney cebhesinden yeni bir darbe almaması ve Anadolu’nun İslâm âleminden tamamen izole edilmemesi için Suudî Arabistan’daki iktidarın değişmesi ve bu değişimde Türkiye’nin bizatihi rol alması şarttır. Bununla beraber, bizi iyiden iyiye sıkıştıran Amerika’nın şah damarını da Arabistan topraklarında kesmek ihtimâli ufukta belirmiştir. Bu yalnız Amerika’nın değil, aynı zamanda dünya ekonomik ve siyasî düzeninin de şah damarının kesilmesi anlamına gelecektir ve Türkiye ancak bu suretle git gide daralmakta olan kuşatmayı yarıp, taarruza geçecek şartlara erebilecektir. 

Tüm bu sebeplerden dolayı, Türkiye için öncelikli stratejik hedefi, hâlihazırdaki Suud idaresinin korkularını haklı çıkartmak olmalıdır.

***

Yeni bir devrin eşiğinde, herkesin bâtıl da olsa dininin siyasetine sıkı sıkıya sarıldığı bu demde, Türkiye’nin, hak olan dinine, dininin yenilenmiş anlayışına ve bu anlayışın siyasetini işletmekten başka çaresi yoktur. 

Baran Dergisi 606. Sayı