Vakıf kurumunun tarihî gelişimini ve içtimaî problemlere getirdiği teorik ve pratik çözümleri araştırdığımız yazı dizimizde, son birkaç haftadır yönümüzü Batı’ya çevirmiş bulunuyoruz. Belki bazıları belli mihraklar etrafında bu tarzdaki toptancı yaklaşımlara karşı çıkabilir, “her cemiyetin kendine has hususiyetleri var; bir tarafı olduğu gibi ‘doğu’, diğer tarafı tamamen ‘batı’ gibi bir tasnife tâbi tutmak doğru değil” diyebilir. Doğrudur, toptancı yaklaşımlar hakikati çoğu zaman zedeler; umumî bir kural olarak hiçbir olay, birbirinin aynı değildir. Allah’ın yaratma sırrıdır bu... Gelin görün ki söz konusu Doğu-Batı ayrımı olunca, ister tarif mecburiyeti deyin, ister başka bir şey, hem Doğululara hem Batılılara bu “toptancılık” kendini dayatıyor. Zaten Doğu-Batı tefrikini ilk yapan Batılıların bizatihi kendileridir. Kavimlerini Doğululardan ayrı ve “üstün” telakki eden eski Yunanlılardır. 
Üstad Necip Fazıl “İdeolocya Örgüsü” eserinde “Doğu-Batı ayrımını” Batı temelinde bakın nasıl hülasa ediyor:
“Batıyı Doğu ile beraberce, lif lif, en mahrem köklerine kadar muhasebe etmiş bir idrâkin varacağı hüküm, Batı’nın, geniş madde planıyla baştanbaşa ve sıkı sıkıya bir temas hâlinde bir kuru akıl harikasından ibaret olduğudur. Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse Batı hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden yoksundur.
Batı, malik olduğu kuru akıl cevherinin ruhunu da, ekseriyetle (plastik) dış görünüş, eşyanın dış belirtisini aşmayan bir duygu ve düşünce kıymetinde buldu. Evet; -tabire dikkat!- ekseriyetle (plastik) idrak çerçevesinin, eşya ve hadiselerin zahirî hacim ve kabartmalarını, mekân ölçü ve cümbüşlerini aşmayan bir ruh… Batı’nın olanca şevketi bu ruhta olduğu gibi, olanca buhranı ve iç zaafı da yine bu ruhta, bu ruhun hudutluluğunda…
(…) Kitaplık mikyasta mucip sebeplere istinat ettirilebilecek olan hüküm, Batı’nın, madde idrâkine bağlı bir şuurla, bu şuurun çerçevelediği bir his mihrakının etrafında, sadece fâni dünyaya, fâni dünya imparatorluğuna mahsus bir nizam ve marifet temsil ettiği ve ferdin (metafizik-madde ötesi) vicdanını besleyemediğidir.” (N. F. Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, sh. 41-42)
Aslında sıradan Batılı ve onun “aydın” tipi, dünyanın görünen yüzüne ve tezahür eden hadiselerdeki illiyet zincirinin birinci, bilemediniz ikinci halkasına nüfuz etme davası güden basit zihinli bir adamdır. Hıristiyanlığın tesiriyle belli bir derinlik kazanmışsa da, onu da nihayetinde kendisine benzeterek aritmetik bir din haline getirmiştir. Ona göre dünya bir mücadele sahasıdır; bir tarafta galipler, diğer tarafta mağluplar vardır. Mağlupların hayat hakkının tek dayanağı, galiplere bila kaydı şart itaat ve o kendisine neyi layık görürse ona uymaktır. Yenilene acımak, üstün bir ideal için savaşmak onun lügatinde yoktur. Bazen “üstün değerler peşinde koşuyormuş” intibâı verse de, onun nazarında her şey kendi nefsi için bir vasıtadan ibarettir; her değeri vasıtalaştırır. 
Batılı zihni temelde basittir, dedik. Temel dürtüsü, her şeyi kendine râm etme, yağmalama olan böylesi insanların, aslı göklere dayanan üstün beşerî idealleri doğru bir şekilde algılayıp benimsemesi ve akabinde tatbik etmesi çok zor olmalıdır. Yunan ve Roma’da tecessüm eden Batı adamı fikrinin tarihî gelişimi de bunu teyid etmektedir. İçinde yaşadığı çevreyi kendine uydurmaya çalışan, ölümsüzlüğü Mutlak Fikir menşeli ideallerde değil de ortaya koyduğu eserlerde arayan, “müteâllik”e olan ihtiyacını yine kendisinin benzeri tanrılarla gideren, tahakküm meraklısı insan tipi… Kendisinin benzeri tanrılar bahsi, Batılının içinde yaşattığı kibrin dışavurumu olması açısından mühim; tanrıları kendileri, kendileri tanrı! Roma’da tüm büyük idareciler “tanrı” kabul edilmişlerdi. 
Böyle bir vasatta ve böylesi bir dünya anlayışının çerçevesi içinde, insanlara karşılıksız iyilik etmek, herhangi bir dünyevî beklenti ve kibir emaresi olmadan, karşılığını Müteâl olandan umarak yardımcı olmak ne kadar mümkün? Bunun pek mümkün olmadığı cevabını verebiliriz. Fıtratı gereği insanda mevcut Yaradan’a râm olma hususiyeti, eğer doğru bir kılavuz bulamazsa sapkın neticeler vermektedir. İçtimaî dokunun merkezinde bu râm olma vardır; altta olan üsttekine tâbidir. Tâbiiyet, en üstte bulunanın ahlâkî buyruğu temelinde yükselir. Mihrak noktası, Müteal Varlık’ın ahlâkî çerçevesi olmayan cemiyet, kendi müteâlini yaratıp nizamını onun üzerinde tesisle mükelleftir. Aksi halde cemiyetten bahsedilemez. Doğru bir kılavuz, yani bir Peygamber veya onun yolundan giden birisinin önderliği olmazsa, fıtraten insan bünyesinde mevcut ve haddı zatı kendisini diğerleri için feda olan ahlâk görünür hâle gelemez. Geçen sayımızda, Yunanlılar Ortadoğu’daki diğer medeniyetlerle temas edene kadar Eski Yunanistan’da vakıf benzeri kurumların teşekkül etmediğini, çünkü öncesinde bu tarz kurumlara yönelik menfî bir algının mevcut olduğunu belirtmiştik. Bu temas neticesinde, elbette bir kısmı yine dünyevî gayelere hizmet eden vakıf benzeri oluşumlar Yunan cemiyetinde kendilerine bir yer bulabilmişlerdi. 
Romalıların dünyası da aşağı yukarı Yunanlılara benzemekteydi. Romalılar da Yunanlılar gibi seküler ve pagan bir inanışa sahipti, ancak onların Yunanlılardan tek farkı içe kapanık bir cemaat halinde gelişmeleriydi. Yunanlılar, coğrafyaları gereği ticarete yönelmişken, Romalılar kendi kendine yeten ziraat esaslı bir topluluk olmuşlardı. Sürekli varlığını muhafaza ve haricî taarruzlara direniş minvalinde şekillenen bu cemaat, yüzlerce yıl boyunca içten içe pişerek nevi şahsına münhasır bir kültür hâsıl etti. Aslında bir şehir devleti olan Roma, civarındaki kendisi gibi Latin olan diğer devletçikleri zaman içerisinde ortak düşmana karşı ittifak bahanesi ile denetimi altına aldı. Küçük bir toprak parçası üzerinde cereyan eden bu egemenlik sınırlarını genişletme dönemi yüzlerce yıl sürdü. İşte Romalıların duygu ve düşünceleri, bir insan için çocukluk çağı diyebileceğimiz bu devirde oluştu. Ancak üzerinde çalıştığımız diğer medeniyetlerin aksine, bu hâlini bütün bir Akdeniz havzasını ve Avrupa kıtasını ele geçirdiği dönemlerde de ısrarla muhafaza etmeye çalıştı. 
İlk Latinler aslı göçebe olan köylülerdi ve İtalya yarımadasında muhtelif yerlerde meskûndular. Fakat bunlardan sadece Roma ve mücavir alanındaki Latinler “devlet” olarak varlıklarını sürdürebildiler. O zamanın İtalya’sında, kuzeyden gelen kavimlerin istilası neticesinde Etrüsklerin hâkimiyeti kırılmış, bu kavim Apenin Dağlarına doğru çekilmişti. Bu yüzden de İtalya, onlarca devletçiğin hüküm sürdüğü bir coğrafya hâline gelmişti. Latinlerin de aralarında bulunduğu bu yeni gelenler, Etrüsklere nazaran daha basit bir kültüre sahipti. 
Romalı zihni, kendisinin dışındaki herkesi düşman addeden bir kültürün ürünüydü. Düşmanlarla çevrili olduğunu düşünen bir topluluk ne yapar? Varlığını sürdürmek isteyen bir topluluk ne yaparsa Roma da onu yaptı. Askerî bir disiplin içinde, müteallik ve kutsiyet izafe edilen liderlerin egemenliği altında hizalandılar ve devletlerini o şekilde kurdular. Lider kültünün noksanlarını da aslı mücerret, tezahürü müşahhas tanrılarla giderdiler. Bu tanrılardan birisi, tüm putperest topluluklarda olduğu gibi, asıl gücü elinde tutan tanrıydı; bu da aslında Latinlerin de tevhid inancından sapmış topluluklardan birisi olduğunun en güzel delilidir. 
Roma cemiyet yapısının en belirgin özelliği, beşerî münasebetlerde belirleyici unsurun “güç” olmasıydı. Babanın “tanrı” derecesinde görüldüğü bu cemiyette, üstten alta doğru mutlak bir otorite hâkimdi. Güçlü ve kalabalık ailelerin söz sahibi olduğu, otoritenin fazilet değil de güç ve muhtelif meşakkatlere sebat vs. ilişkileri ile tanımlandığı böylesi bir cemiyet ortamında, din ve ahlâk sathîleşir ve mevcut yapıyı meşrûlaştırmaktan başka bir gayeleri kalmaz. Karşılıklı çıkar ve çatışmanın dengelendiği noktalarda kurallar tebellür eder. İbda Hikemiyatı’nın bize öğrettiği “insan, ahlâkî davranan mahlûktur; ancak, diğer taraftan, tarifi gereği ne yaparsa, ahlâk da odur” hakikatinin işaret ettiği üzere Roma ahlâkı, kaynağında Mutlak Varlık’ın olduğu ve bir peygamberi yoluyla bildirdiği kurallar bütünü değildi; nihayetinde Roma’nın hâkimi ailelerin, oluşturdukları münasebet ağı içerisinde vardıkları mutabakat noktalarından ibaretti. Hâkim olan sınıf, kuralları koyan patricilerdi ve plebler de onlara tâbi olan diğer tüm alt kademe sınıflara işaret etmekteydi. Zamanla ve muhtelif çatışmalar sonucunda, bir kısım plebler, patrici dairesi içerisine girdiler; patricileştiler. Pleblerin bazısı üste doğru tırmanırken, cemiyetin bakiyesi yönetilen alt sınıfları oluşturan pleblerdi. Roma tarihi, Roma’yı kuruduğu varsayılan patricilerin din ve ahlâk algısı üzerine şekillenmiş bir imparatorluk tarihidir. Hıristiyanlığın dahline rağmen, maalesef, Romalı patricilerin dünya algısı tüm Batı’da günümüze kadar egemen olmayı sürdürmüştür. 
Kısaca tasvir etmeye çalıştığımız ve güçlülerin ayakta kalması ilkesine dayalı böylesi bir cemiyet, vakıf benzeri kurumların doğuşuna pek müsait bir görüntü arz etmiyordu. Zaten Romalılar, MÖ 6. Asırda Yunan ve Fenike kolonileri ile temas kurana kadar da, bu tarz yapılar neşet etmemiştir. Romalılar, temas ettikleri bu medeniyetlerden yazıyı ve tanrı panteonlarını da almışlardır. Yunanlıların yaratıcı Baba tanrısı Zeus, Roma’da Jüpiter olmuş, onun altında sıralanan diğer tanrılar da zamanla kendilerine Romalı isimler bulmuşlardır. Romalı kibrini burada da görüyoruz: Yunanlıların tanrı anlayışlarını benimseseler de onları aynen almamışlar, kendi dünyalarında uygun yerlere, yeni bir takım vasıflarla yerleştirmişlerdir. Çünkü “Romalı dönüşmez, dönüştürür.” Üstad’ın, Romalı kibrine örnek olsun diye aktardığı ve bir itham karşısında kendini savunmak için “bir Romalı asla yalan söylemez” diyerek ateşe elini sokan Roma asilzadesinin yaptığı, Romalı ruhunu ne de güzel yansıtmaktadır.
İnsanın kimyasını oluşturan zıtlık malum: İnsan, ruh ve nefs zıtlığı üzerine yaratılmış, ikisinden birini gerçekleştirmeye memur bir varlık... Ya Mutlak Varlık’a kul ve ondan gelen Mutlak Fikir’e teslim olup tüm âlemi o gözle görecek, O’nun peygamberleri vasıtasıyla vâz ettiği ahlâka ve dolayısıyla yaradılış gayesine göre yaşayacak ya da kendisini tanrılaştırmak isteyen nefsine kul olacak. Peygamberler ve onlara tâbi olanlar haricinde insanlık, mücerret veya müşahhas ne bulursa ona tâbi olmuş, onlar vasıtasıyla aslında bilmeden kendi nefsine tapmıştır. Tevhid’in olmadığı yerde devreye nefs girer ve Allah’a kulluk etmeyen, kendi nefsine kulluk eder. Bu basit bir aforizma değil, bütün insanlık tarihini özetleyen bir hükümdür. Yunan ve Roma’dan başlayarak bütün Batı tarihi bunun çok güzel misalleriyle doludur.
Bilhassa İtalya yarımadasına hâkim olduktan sonra ve dış tesirlerle Roma’da, mevzûmuz olan hayır kurumlarına rast geldiğimizi belirtmiştik. Bunların çalışma şekilleri, cemiyette ne kadar tesir bıraktıkları gibi bahisleri gelecek sayı ele alacağız. 


Baran Dergisi 435. Sayı