Büyük Rus edebiyatçısı Lev Nikolayeviç Tolstoy’a atfedilen sözdür; “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir…” Çünkü, giden gittiği yere yanında yeni şeyler götürür ve gelen ise geldiği yere yanında yeni şeyler getirir. Eski Yunan’dan beri bu geliş ve gidişler umumiyetle trajediyle neticelenir; ve bu trajedi, eski tragedyalardan başlayarak pek çok hikâyenin beslendiği ana kaynak olagelmiştir.

1980’li yılların ilk yarısından başlayarak, Türkiye’de büyükşehirlere doğru yaşanan göç, Tolstoy’un aradığı ve beklediğinden çok daha “muhteşem” trajedilere sahne olmuştur. Çünkü, şehre yabancı birilerinin gelmesinin yanısıra, Batılı olmak ile Müslüman olmak, köylü olmak ile şehirli olmak gibi ikilemler arasında sıkışıp kalmış insanların yeni bir şehre yabancı olarak gelmesi mevzu bahistir. 
Bizim buraların hikâyelerini yazacak bir Tolstoy vardı da biz mi okumadık? Bizde şartların teşhis çilesine talib bir Tolstoy yoktu; onun yerine insanlık dışı bu vaziyeti kanıksatmak, yaşanmaya değmeyeceği muhakkak olan bu hayat çeşidinden zevk aldırmak ve bu rezaleti dünya görüşüymüş gibi dayatarak bundan nemalanan arabeskçiler vardı. Şimdi aklınıza belki yalnız İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses gibi şarkıcılar geliyor ama Türkiye’de siyasetten edebiyata, sinemadan hukuka dek geniş bir perspektifi kapsayan insanî faaliyet sahalarının tamamında bu görüşün hâkim olduğu bir dönem yaşandı.

Buradan aktüel siyasete dönecek olursak… Ak Parti, kuruluşu döneminde, insanların günlük dertlerini, yaşadıkları umutsuzlukların kaynaklarını ve çaresizce kabul edilmek zorunda kalınan başarısızlıkları, çevresiyle beraber son derece başarıyla kavramış, müşahhas plandaki beklentileri karşılamak ve sorunları çözmek iddiasıyla yola çıkmıştı. Hâlen Erdoğan’ın sıkça dillendirdiği yol, su, köprü, çöp, emniyet gibi en sıradan hizmetlere ulaşmak bile o günün insanı için lüks bir hayat anlamı taşımaktaydı. Bugüne kadar geçen zaman zarfında Türkiye maddî hizmetler planında gerçekten de terakki etti ve hattâ o kadar ileri gitti ki, meselâ betonlaşma gibi mevzularda haddi bile aştı. 

Peki ya ruhî planda? 
Tekrar Tolstoy’a dönecek olursak… Yabancı kimdir? Herkesin birbirini tanıdığı, kabul edilmiş ve işleyen sabitlerin olduğu bir topluluğun dışında kalan kimse, yabancıdır. Peki, herkesin birbirine yabancı olduğu bir toplumda, yabancı kimdir? Aynı mahallede, sokakta, apartmanda ve hattâ aynı hanede yaşayan aile fertlerinin bile birbirine yabancı olduğu toplumda, yabancı kimdir? Bugünden bakıldığında yalnız Türkiye değil, iletişim vasıtalarının çoğalması ve yaygınlaşması ile beraber dünya maddî planda terakki etti ve hattâ öylesine ileri(!) gitti ki, çocuğun ailesine, ailenin çocuğuna yabancı olduğu bir toplum doğdu. Gerçekte herkesin herkese yabancı olduğu ve sanal plandaysa herkesin gerekli gereksiz herkesi tanıdığı(!) ve hiçbir sabiti olmayan; sabiti olmaması dinamik olmasından değil, yozlaşmış olmasından kaynaklanan, beşerî müesseseleri enkaza dönmüş ve yıkılanın yerine bir yenisine olan ihtiyacın bile idrak edilemediği değişik bir fert ve toplum biçimi doğdu.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu 9. yüzyılda icad edilen at koşumunu önemli bir milad olarak işaretler; çünkü siyasî, iktisadî ve bunlarla beraber sosyal hayatta değişimlere vesile teşkil etmiştir. Bugünün dünyasında ise teknolojik planda elde edilen verimlerin tesiri, at koşumunun meydana getirdiği değişimi fersah fersah aştığı gibi, bu değişimin devamlılığı ve sürati karşısında siyasî ve iktisadî aktörler seyirci kalmış, sosyal hayat ise kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın her kesim açısından kontrolden çıkmış, kontrolsüzce bulduğu her kanala akan büyük insan selini anımsatmaktadır.

Acıların Çocuğu Ak Parti
Gerek kuruluşunda benimsediği söylem, gerekse 2007 senesinden sonra rejim gardiyanlarıyla ters düşmeye başladıktan sonra görmüş olduğu muamele dolayısıyla, Ak Parti, son derece arabesk bir figür olan “acıların çocuğu” olarak dünya gelmiş ve bu zamana kadar çizmiş olduğu bu profil sayesinde konumunu muhafaza etmesini bilmiştir. 

Buna karşılık, 24 Haziran 2018 tarihinde Receb Tayyib Erdoğan’ın yeni idare şeklinin ilk Cumhurbaşkanı seçilmesiyle beraber, bu profilin miadı dolmuş bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin idare sisteminin bütün enstrümanlarının başına geçen kişinin artık mağdur edebiyatına ve günlük sıradan hizmetlerin arkasına sığınma hakkı yoktur. Hem zaten böyle olsa bile, yâni tüm bu sistemin başına geçen kişiyi mağdur edebilecek faktörler söz konusu olsa dahî, şimdinin toplum şuuru nezdinde merhamet edilmesi, korunması, kollanması gereken birisi değildir, “acıların çocuğu”. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun eserinde geçer, “insan başkalarının felâketinden gizli bir haz duyar” diye. Evet, birini hangi konuda olursa olsun geçmek için ya ondan daha fazla gayret etmek gerekir; yahut onun düşmesini beklemek, onun düşmesini sağlayacak şartları tesis etmek ve bu şekilde olmuyorsa onu çekip düşürmek ve böylelikle yerinde saydığı hâlde diğerlerinden ileri geçmek… İbda hikemiyâtında ahlâkı tarif ederken kullanılan “ahlâk fikri ileriye zuhur ettirir” bahsi tam da budur; üzerinde olunan işin çilesine ve meşakkatine katlanıp, bedelini ödemek suretiyle ilerlemek. Ahlâksızlık da yine tam mânâsıyla bunun zıddıdır; birini geçmek için onu paçasından tutup aşağı çekmek. Böylesi bir anlayışın hâkim olduğu toplumda mağdur olmak ve zor duruma düşmek, kişi yahut kesime avantaj sağlamadığı gibi, aksine nefret duygusunun kabarmasına ve ancak maskara olmasına hizmet eder. Ağlamaktan nemalanmak devrinin her bakımdan bittiğini iyi kavramak gerek!

Cumhurbaşkanlığı Sistemi Tartışması
Belediye seçimlerinde Ak Parti’nin büyükşehir belediyelerinin bir kısmını kaybetmesinin ardından Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı sisteminin ya tashih edilmesi yahud yeniden parlamenter sisteme dönülmesi tartışılmaya başlandı. Haberlere baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bu yeni sistemin ilk bir yıllık faaliyet döneminin muhasebesinin yapılmasını ve aksayan yönlerinin tesbit edilmesini istediğini görüyoruz. Yâni iktidar tarafında da, muhalefet kanadında da mevcut vaziyetten yana memnuniyetsizlik söz konusu. Peki, sorun ne?

Cumhurbaşkanlığı idare şeklinin ilk bir yılındaki en önemli sorunu, bize göre yeni sistemin işletilmiyor olmasıdır. Yanlış duymadınız, Türkiye referandum ile Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçmiş olmasına rağmen hâlen aynı bürokratik zihniyet ve parlamenter sistemin bakanlık anlayışı tarafından, eskide kalmış rejim/düzenin kuralları içinde kalmak suretiyle, sanki yeniymiş gibi idare edilmeye çalışılmaktadır.

Meselâ bu sistem üzerindeki en büyük tartışma, Cumhurbaşkanı’nın günlük siyasetin içinde bulunup, bulunmaması konusu üzerinden yürütülüyor. Oysaki, bu yeni sistemde Cumhurbaşkanı’nın değil, bakanlıkların günlük siyasetten uzak kalması ve Cumhurbaşkanlığı makamının ilgili konulardaki sekreteri olarak, teknokratlarca idare edilmesi gerekiyordu. Bu böyle olmadı. 

Bakanlıkların teknokratlarca idare edilmesi, parti içinde ve dışındaki çıkar odaklarından siyaseti tecrit etmek, devletin icra kuvvetini popüler siyasetten korumak ve böylelikle ele alınan meselenin kendi esas ve usûlleri içinde kalmak suretiyle, sağlıklı kararlar almak ile bunları kararlılıkla tatbik etmek içindi. Bunun yerine Türkiye’de öyle bir bakanlar kurulu ihdas edildi ki, ya akraba eş dost yahut da bakanlığın konusuyla alâkalı faaliyet gösteren çıkar odaklarının bizatihî içinden olanlardan müteşekkil. O zaman Cumhurbaşkanlığı sistemine niçin geçildi? Parlamenter sistem içinde de işler zaten bu şekilde yapılıyordu. Hattâ bu yeni sisteme kıyasla, hükümetin başına, çıkan sorunları bakanlıklara fatura etmek, acıların çocuğu rolünü muhafaza etmek gibi bir imkân da tanıması açısından daha bile faydalıydı.

Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin bir diğer parçası olan Strateji ve Politika Kurulları’nın durumu ise bir diğer mesele. Bu kurulların varlık sebebi, alâkalı oldukları konularda stratejik hedefler belirlemek, hedefleri geliştirmek ve bu stratejik hedeflere ulaşmakta kullanılacak politikalar belirleyip, bu politikaların izlenmesini takib etmekti. Kurullar kuruldu, atamalar yapıldı. Peki, bu politika kurulları toplanıyor mu, toplanıyorsa ne gibi kararlar alıyor ve bu kararlar doğrultusunda ne gibi politikalar tavsiye ediyorlar? Bunu gerçekten merak ediyoruz? Hakezâ Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Konseyi… Mevcut manzaraya göre sırf birilerine makam ve maaş tahsisi içinmiş gibi görünen bu kurullar, aslî görevlerini ifâ edecek şekilde işletilecek mi, işletilmeyecek mi? Merak ediyoruz.

Bir diğer taraftan, Türkiye’nin gerçek mânâda ve her planda tekâmülünün önüne geçmek için kurgulanmış bu rejim ve rejim zihniyeti ile rejim gardiyanları yerli yerinde durduğu müddetçe, idarenin şeklinin ne olduğunun bir önemi olmadığını zaten defalarca kaleme almadık mı bu sayfalardan?

Saydığımız ve sayamadığımız sebeplerden ötürü, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin tek sorunu vardır, o da işletilmemesidir. Bu sisteme geçtikten sonra kimsenin içerideki belli odaklardan yana millete dert yanmak, şikâyet etmek lüksü yoktur. Millet, “artık bana şikâyet etmeyi bırakın da gereğini yapmaya başlayın” diye Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmeye “evet” dedi. Bir asırdır statükoya mahkûm edilen millet, eğer bu yeni sistem gerektiği şekilde işletilmez ve hayatın her planında bu değişim kendisini hissettirmezse, değişime olan inancını kaybetmekle karşı karşıya kalacaktır ki, kimsenin buna sebeb olma hakkı yoktur! 

Berat Albayrak
Türkiye gibi çok fazla farklı kesimin bir arada yaşadığı memlekette, toplumun her kesiminin üzerinde hemfikir olabildiği konu sayısı son derece azdır. Berat Albayrak, Ak Partililer de dâhil olmak üzere toplumun bir ucundan diğer bir ucuna dek hiç kimse tarafından “sevilmiyor” olmak bakımından, herkesin üzerinde hemfikir olduğu nadide konuların başında gelmektedir. Bu sevilmeme işinin Berat Albayrak’ın şahsını aşan diğer bir tarafı da var; o da şu ki, Berat Albayrak’ın çevresindekiler, onun yanında gelenler, onun ailesinin sahibi olduğu Turkuvaz Medya grubu ve yayınları ile gördüğü her kamera karşısında kendisine illâki bir yer kollayan onun tanıdıkları da aynı derecede sevilmiyor. 

Gerçekten bu vaziyeti idrak etmekten yana biz sıkıntı yaşıyoruz. Berat Albayrak, Türkiye’deki en ileri görüşlü, makamına en lâyık, en bilgili, en tecrübeli, şuur süzgeci en sağlam işleyen, en sağlıklı refleksleri gösterebilen, ufku en geniş kimse olsa bile, dost acı söyler kabilinden ifade edelim, sevilmiyor. Hâl böyle iken, Berat Albayrak’ı vitrinde tutmak noktasında sergilenen direnç, gerçekten de izah edilebilir gibi değil. Her zaman ve her yerde söyleniyor ya, “mesele vatan, millet” diye, o zaman kendisinin engin bilgilerinden pekâlâ arka planda da istifâde edilebilir. Sırf başkaları söylüyor diye doğruyu yapmamak da Tayyib Erdoğan gibi bir siyaset kurduna yakışmaz kanaatindeyiz.

Bir de unutmadan, yukarıda profilini çizmeye çalıştığımız üzere, herkesin diğer birinin önüne geçmek adına onun paçasına asılmak için fırsat kolladığı bir dünyada, Cumhurbaşkanı’nın damadı olmak vasfıyla birinin belli makamlara taşınması, başlı başına nefret kaynağıdır.

Esaslı Meselelere Radikal Çözümler
Yetimin başının bile okşanmadığı bir toplumda, elindeki yetkileri kullanıp, gerekeni gerektiği şekilde yapmak yerine, ısrarla “acıların çocuğu” figürünü oynamak, kaybetmekle eş değerdir. Ak Parti, çözümsüzlüğüne bakılarak köklü sanılan fakat buna mukabil son derece sathî meseleleri çöze çöze bugüne kadar geldi ve iş, esaslı köklü meselelerin çözümü noktasına dayandı. Bugün yine yol, köprü yapacaksın ama bunların hiçbir kıymeti olmayacak; çünkü bunlar milletin gözünde “fırının ekmek üretmesi” nev’inden işler artık. Şimdi sıra esas ve esaslı meselelere çözüm üretilmesine geldi; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne dek süregelen ve mazisi 500 yıllık köklü meselelere… 1990’lı yıllar geçti, gitti; göçenler yerleşti, herkesin karnı öyle veya böyle doydu ve insanın “esas” meselesi başladı.

Türkiye’de bundan sonra siyaset sahnesinde varolmak ve varolanların varlıklarını idame ettirebilmeleri, çağın nabzını yakalayan yeni bir dile ve çağın meselelerini sıralarken, bir de bunlara getirilen radikal çözümlere bağlı olacaktır; çünkü milletin karnı sathî ve maddî vaadlere artık tok!

Yalnız bizim değil, bütün bir insanlığın yaşanmaya değer bir hayatın yeni sabitlerine, yâni beşerî müesseselerin ihdas edilmesine ihtiyacı var. En çok da herkesin birbirini ve müşterek sabitlerini tanıdığı bir cemiyete dışarıdan gelecek bir yabancıyı gözleyen Tolstoy’un!
***
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin dediği gibi, “Dünle beraber gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”


Baran Dergisi 653. Sayı