Hiçbir kimseyi veya grubu küçük düşürme amacında değiliz, davamızı delillendirmek ve isbat derdindeyiz. Her şeyden önce dürüstlük, diyoruz.

Mevzuumuza şu tesbitle başlamak istiyoruz. Osmanlı’nın yıkılışını yani yakın tarihi iyi bilmeden birçok dinî, siyasî, içtimaî, ilmî vb. mevzuyu doğru değerlendiremeyiz. Yakın tarihe bakarken miftah (anahtar) şahsiyet ise II. Abdülhamit Han’dır. Abdülhamit Han’ı anlayan birçok şeyi anlar. Kuru övgü değil, iç ve dış düşmanlarıyla, öncesi ve sonrasıyla, bir dünya görüşüne nisbet ederek (İslâm’a muhatap anlayış) hikmet gözüyle bakmak-okumak gerek.

Maddî kurtuluş karşılığı fakat mânâda esaret şartıyla 1923 yılında Cumhuriyet kurulmuştur. Bu gözle bakıldığında Millî Mücadele sekteye uğramıştır, çünkü gayesine ermemiştir. Kemal Tahir’in de işaret ettiği üzere, İngilizlere tek kurşun sıkılmadan neyin Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır? Dinî ve kültürel bütün değerlerini bırakan millet gerçek kurtuluşa eremez. Onun için Batı’nın içimizdeki devşirmeleri vasıtasıyla çıkardığı her karışıklıkta yeniden bir “İstiklâl Savaşı” başlatmak zorunda kalıyoruz.

Eğitimden iktisada, siyasetten sanat ve ilme kadar Batıcı müesseseler yürürlüktedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde sistem bunun için tıkanmış ve değişim bunun için şart olmuştur. Halkın hissiyatı ve tepkileri ise Batıcı sistemle tamamen farklıdır. En son 15 Temmuz Halk İhtilali’nde görüldüğü üzere halk “son kale Osmanlı”nın varisi olduğunu ve bu toprakları Batıcı güçlere bırakmayacağını kararlılıkla göstermiştir.
Kendisi de bir Osmanlı Paşası olmasına rağmen, Osmanlı’yı inkâr eden M. Kemal kendisine verilen yetki ve makamlardan faydalanarak Batı zihniyetinde bir rejim kurmuştur. Bin yıllık İslâm harfleri bir gecede kaldırılırken, Batı’dan tercüme hukuk sistemine tepeden inme geçilmiştir. Bunun neresi millî? M. Kemal, tek adam olma ve diktatörlüğü gereği bağımsızlıktan yana olsa bile kültürel ve ahlâkî olarak tamamen Batı yanlısı idi. Hem de kopyacılık seviyesinde, taklit seviyesinde. Zaten İngilizler, şeriat ve hilafeti kaldırması karşılığında M. Kemal’le anlaşmışlardır.  Böylece fizikî işgalden daha masrafsız ve garanti olan kültürel sömürgeleşme sağlanmıştır.

Cumhuriyet rejimi boyunca Batı ve ABD emperyalizmine bağlı kalınmıştır. İsrail’i ilk tanıyan ülke olmaktan, bütün askerî darbelerde ABD’nin onayı olmasına kadar birçok misal verebiliriz. Arada istisnalar olmuştur. Erbakan Hoca, zaman zaman Ecevit, Kıbrıs savaşı ve iktidarının ilk dönemi hariç Tayyip Erdoğan dönemi gibi. 15 Temmuz ise Amerika’ya atılan bir Osmanlı tokadıdır.

Batı, 28 Şubat 1997’de post-modern darbe yaptırdı, ama Kemalistlerin başarısız olması üzerine yine Batı ve Amerika’nın yetiştirdiği ılıman İslâmcı FETÖ devreye sokuldu. Yani kökten laiklik gitti, ılıman laiklik demek olan “ılımlı İslâm” geldi. Çünkü ABD, Türkiye ve dünyada yükselen İslâmcı hareketleri ancak “ılımlı İslâm” projesiyle önleyebileceğini düşünüyordu. FETÖ’nün 28 Şubat’ı desteklediğini notlarımıza ilave edelim. Çünkü yıllardır bu mevzu etiket İslâmcılar (çoğu mezhepsiz) tarafından görmezden gelindi.

Kemalizm gibi FETÖ de Batı’nın çocuklarıdır ve zaten her ikisi de Batıcıdırlar. Her ikisi de Batı ile entegrasyondan (bütünleşmekten) yanadır. Kemalistlerin içlerindeki anti-batıcı ve bağımsızlıkçı unsurların varlığını inkâr etmiyoruz. Fakat onlar siyasî olarak Batı’ya karşı olurken kültürel olarak teslim olmuşlar. Batı’ya karşı oluşları da temelde değil, daha çok siyasî anlaşmazlık konularındadır. Kemalistlerin kurduğu rejim bütün müesseseleriyle Batı’ya bağımlı olup, Kemalist ordu ABD güdümlü darbelerle milletine sık sık silah doğrultmuştur. Zaten sermaye çevrelerinde üç bin aile değişmemiştir. Kemalizm, FETÖ ve reformcular bu ana sermayenin güdümündedir. Hâlen de öyledir. Burada Ak Parti’yi eleştiriyoruz. Çünkü kapitalizmi besleyen sistem yürürlüktedir ve halk bu sistem altında ahlâkını, şahsiyetini, ilişkilerini yitirmektedir.

Abdülhamit dönemi hariç Tanzimat’tan beri güdücü olan Batı olmuştur. Zaten Tanzimat Fermanı da onların zorlaması ile olmuştur. Cumhuriyet rejimi ile devrimler yapılmış, medeni kanunlara, kılık kıyafete, eğitime vs. varıncaya kadar kopya edilmiş, Türk milletine Batı ahlâk ve anlayışı dayatılmıştır.

Kanuni’den itibaren, bilhassa yakın tarihimizin muhasebesinin yapılması ve bozuluşumuzun sebeplerine inerek her şeyden önce fikirde kurtuluşumuzun sistemleştirilmesi gerekiyor idi. Gelenekle kopan bağımızı kurarken çağın meselelerinde İslâmî bakışı bütünlemek zarureti. Hem maziyi, hem hâli, hem istikbâli muhasebe ederek. İşte böyle bir ortamda Necip Fazıl zuhur eder; tarih muhasebesini yaparak ve İslâm’a muhatap anlayışın dünya görüşünü örgütleştirerek kurtuluşumuzun adresi olur. Bundan başka kurtuluş reçetesi yoktur. Tüm batıl cereyanlardan (reformist, liberalist, Marksist vb.) İslâm anlayışını koruyacak, özü ve aslıyla billurlaştıracak mütefekkirler ancak müceddidlik görevini yerine getirebilirdi. Bunu ilim adamı yapamaz, hikmet ve feraset sahibi yapabilirdi. Çünkü hikmet ilme, ilim ise tekniğe üstündür. Günümüzden bir misal: Adam fıkıhçı ve ilahiyatçı, üstelik Ehl-i Sünnet anlayışını savunuyor. Fakat “yüzyılın en büyük sivil toplum hareketi” diyerek düne kadar FETÖ’ye sempati duyuyor idi. Şimdi fıkıhçı bu kadar ferasetsiz ve hikmetsiz olabilir mi? Hem de İslâm için en büyük tehlike olan bir devşirme hareketi çözemiyor. Bunun ilminin ne kıymeti var? Hikmet ve anlayış olmayınca ilim adamı bocalıyor ve savruluyor. Aslında fıkıh da fehim/anlayış mânâsına gelir. Bu mânâda Necip Fazıl’ın hakîm ve fakih olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Demek ki iş malumatta veya bilgi yükünde değil, kurtarıcı mütefekkirde.

Hikmetin ilme üstün olduğuna tarihten bir misal: İmam-ı Gazali Nizamiye Medreselerinin en üstün müderrisi idi. Ama o mevkileri bırakarak çile ve uzlete çekildi, hakikat arayışına girdi ve bunun neticesinde İslâm’a muhatap anlayışı yeniledi. Çağının kurtarıcı fikir sistemini oluştururken, günümüze de ışık vermiştir.

Mezhepsiz-reformistler mevzuuna gelince. Biliyorsunuz Vahhabî hareketi Osmanlı’ya karşı İngilizler tarafından desteklenmiş olup hâlen de desteklenmekte. Çünkü İslam’ın doğru anlayışı olan Ehl-i Sünnet’e karşı fitne ve yıkıcılık unsurları Batılıların her zaman istediğidir. Efgani-Abduh çizgisini bu açıdan desteklerler ve kendileriyle menfaat çatışması olmadıktan sonra İslâm âleminde Şiiliğin büyümesini de isterler. Çünkü bu akımlar İslâm’ın özünü bozan akımlardır ve Müslümanların birliğini içeriden yıkmayı amaçlarlar. ABD, Saddam’ın üzerine gittiği gibi İran’ın üzerine gitmemiştir. Bilakis İran’a Ortadoğu’da fitne unsuru olarak alan açmıştır.

Batılıların İslâm’ı bozma projeleri olarak Kuran’la Sünnet’i ayırdılar, İslâm’la tasavvufu ayırdılar, dinle mezhepleri ayırdılar. Dikkat edersek sünnet, tasavvuf ve mezhep düşmanı hareketlerin çoğunun arkasında Batı vardır, Efgani ve Abduh Mason ve İngiliz ajanıdır. Mısır’da Ezher üniversitesinin böyle bir rolü vardır. Bizdeki İlahiyat fakülteleri de bu fikirlere kaynaklık eder. Akılcı-rasyonalist eğitim temelinde akıldan başka mihrak tanınmaz.

Mezhepsiz-reformistler modernizmin ürünüdür. Çünkü İslâm’ı reforme etmeyi teklif ederler ve Batı anlayışına göre yorumlarlar. Böylece İslâm’ı dışardan payandalamaya çalışırlar. Kadından imam ve hâkim olacağı, had ve recm cezalarında şüphe olduğu, faize cevaz verileceği, ahkâm ayetlerinin tarihsel olduğu vb. sapkınlıklara saparlar. Akıl, mihrakını ve nisbet ölçülerini kaybedince başıbozukluk içinde debelenir durur. Her kafa ayrı bir müçtehit taslağı olur. Batı felsefesi de buna alt yapı hazırlar, çünkü mihraksız arayış orada vardır.

Kemalist, FETÖ ve mezhepsizlere Batı’nın mamûlleri diyoruz, fakat aralarında kavga da eksik olmuyor ve birbirlerine de düşmanlar. Biliyorsunuz kardeşler de birbirine düşman olabiliyor, mühim olan sebebidir. Kötünün kötüyle kavgası da olur. Biz ise Hak adına olan kavgada tarafız. Birbirlerine zıt iken temel ortak noktaları ise İslam’ın omurgası olan Ehl-i Sünnet itikat ve amel ölçülerine ve bunun sistemleşmiş hali olan BD-İBDA’ya karşıtlıklarıdır. Şunu belirtelim ki, laiklikle ılımlı İslâm’ın, ılımlı İslâm’la mezhepsiz İslâm’ın bir farkı yoktur. Birbirleriyle kavgaları iki batılın kavgasından farklı değildir.

Rus Dış ilişkiler Başdanışmanı Alexander Dugin 15 Temmuz 2016 tarihinde Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin mezarı başında söylediklerine kulak verelim:

“Sünnî İslâm’ın yaşandığı ülkelere Amerikan yanlısı Vahhabilik ve Selefilik akımının etki etmesindense Türkiye Halifeliğindeki bağımsız bir Sünnî İslâm âlemi Rusya’nın çıkarları ile örtüşmektedir. Bu sebeplerle Rusya Türkiye’nin İslâm Halifeliği fikrini tam olarak desteklemektedir. Benim Ankara ziyaretlerim sırasında Büyük İslam âlimi Abdülhakîm Arvasî'nin mezarını ziyaret etmem ve kendi inanışıma göre dua etmem de bu mesajı içermektedir.”

Dışımızda birinin (Avrasyacı Rus) gördükleri bunlar. Bu mevzu yazar-çizer takımınca yeteri kadar irdelenmedi. İçimizde uyuyanlar olsa da “düşman hasmını tanır” hesabı ABD de benzer tespitlerde bulunmuş idi, tabiî onun stratejisi farklı. 11 Ocak 1987 tarihinde Türkiye uzmanı Andrew Craig’in Cumhuriyet gazetesinde beklenen İslâm devrimi olarak İBDA’yı işaret eden satırları hatırlanmalı. Ta o zamanlar ABD tarafından İslâmî gelişmeye perde için FETÖ ihanet şebekesinin Müslümanlar arasına sokulduğu bilinmeli. Kemalistler İslâm’la mücadeleyi cepheden yapıyor ve başarılı olamıyordu.

FETÖ’cülerle ve diyalogcularla bu mücadele başarılı olsun diye “ılımlı İslâm” projesi yürürlüğe kondu. Bu diyalogcu hocaların da reformist-mezhepsiz olduğunu belirtelim ki aradaki kan bağı daha iyi görülsün. Çünkü babaları bir.

15 Temmuz’dan sonra bu diyalogcu Prof’lar halkın yanına geçtiler; ama özleri aynı, İslâm’ın dört temel kaynağından bilhassa son ikisini dışlarlar ve ikinci kaynak hadisleri de tartışmaya açarlar. Dört temek kaynak ise, sırasıyla şöyle: Kur’an, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyas. Kur’an’a ulaşmada merdiven hükmündeki üç kaynağı şaibe altında ve devre dışı bıraktıktan sonra ortada Kur’an kalmayacağını anlamayanlara yuh olsun!

Şeriat, İslâm’dır. İslâm ise sadece Kur’an değildir. Allah Resûlü’nden kıyamete kadar dinin bütün heyet-i mecmuası şeriattır. Eğer böyle olmazsa İslâm sadece asr-ı saadete ait olur ve ondan sonra İslâm olmazdı. Demek ki, Hz. Ömer, İmam-ı Azam, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Mevlana, Akşemsettin, Mustafa Sabri Efendi, Abdülhakîm Arvasî Efendi, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu da Şeriattir, Şeriattendir. İsmini sayamadığımız nice İslâm’a hizmet edenler de Şeriatın asırlardır yürüyen hâlidir ve örnek şahsiyetlerdir. Yeter ki İslâm’ın itikat ölçülerine bağlı olsun. Müslümanların fikir, ilim, siyaset, sanat eseri ve aksiyonları İslâm’ın hanesine yazılır ve böylece Şeriatın bir parçası olur. Demek ki “mezheplere ne gerek var” demek, hainlik değilse salaklıktır. Aslında onlarınki de bir yol ve görüş olarak “salaklar mezhebi”dir. Yani, mezhepsiz olmuyor.

Solla ilgili bazı şeyler söylemek istiyorum. Kemalist solu yukarıda Batı mamûlü sınıfın başına koymuştuk. Marksist solun ise Kemalizm ile şiddetli kavgaları olmuştur. Güzel militanlık örnekleri sergilemişlerdir. Rejim, sistem, emperyalizm gibi kavramları onlara borçluyuz. Fakat şunu da belirtelim: Esasında Marksizm Batı tandanslı bir fikirdir ve Batı hayat tarzı da solu besliyor. Ayrıca Rusya ve Çin’in kuyrukçuluğu söz konusu idi. Şimdi ise dünyada Marksizm’in örneği kalmadı. Antiemperyalist çizgisini sürdüren Marksist sol tabiî gelişimi içinde en azından siyasî olarak İslâm’a varması gerekirken, Batı yanlısı cephede yer alarak Batı menfaatleri için birleşmeleri, “küfür tek millettir” ölçüsünce izah edilecek bir durumdur. Şunu hatırlatalım ki, hem antiemperyalist vasfı hem de iktisadî paylaşım sistemi olarak solun aradıkları İslâm’dadır… Mecburen genellemeler yapıyoruz ama istisnaları her zaman zikretmeliyiz. Vatansever ve antiemperyalist sol unsurları muaf tutalım. Çünkü Müslüman, kimsenin hakkını yemez! Tesbitlerimizde bir hata olduysa da her zaman düzeltme yolunu açık tutarız. Yayın politikası ilkemiz budur. “Vur ama, yiğidin hakkını yeme!” sözüne inananlardanız!

Bir mihraktan (Batı) beslenen ve bunu da siyasî ve örgüt hesaplarına uygun görenlerden bahsetmeye çalışıyoruz. Fetullahçıların Ehl-i Sünnet inancı ise, içi boşaltılmış ve ehlileştirilmiş-hainleştirilmiş bir yoldur ve İslam’daki cemaat veya tarikatlarla da ilgisi yoktur. Demek ki İslâm’a muhatap anlayış olmadan kuru kuruya Ehl-i Sünnet davası da yürütülemez. Doğru yol anlayışının çağımızda sistemleşmiş hâli lâzım ki, yeni hadiseler zemininde ve yeni yorumlarda bocalamayalım. Ayrıca Batı’nın Ehl-i Sünnet görünümünde bir cemaati seçmesi de etkili olmak ve içten bozmak amacını gösterir. Batı akliyeciliğine uygun bir İslâm anlayışı ise reformistlik olup, İlahiyat mamûlü mezhepsiz hocacıklar buna misaldir. Zaten birbirlerine de ses çıkarmamışlardır yıllarca.

İran ve Suudi Arabistan’ın İslam âlemine ve mazlum halklara örneklik edemeyeceği malum. Bozulmamış İslam çizgisini muhafaza eden Anadolu topraklarının hem tarihî, hem işlev açısından Batı’ya direniş gösterecek merkez olduğu da görülüyor. Düşman her türlü planı deneyecektir. Fakat çetin ve kutsal savaşlar neticesinde dünya yeni bir düzene kavuşacak ve emperyalizmin dünya imparatorluğu hayali de sona erecektir.

15 Temmuz halk hareketi İBDA aksiyonunun ispatı oldu. İBDA’nın değişim yolu olarak “halk hareketi”ni işaretlemesinin haklılığı görüldü. İBDA Diyalektiği’nin temel esprisi olan kendinden zuhur  âdeta kırk milyonda birden tecelli etti. Silahlı mücadele karşısında dik duruş ve gerekirse silahla karşılık verme esprisi de anlaşıldı. İBDA’nın temel ölçülerinden biri olup bilfiil gösterdiği “şehidlik şuuru”na bir milletin yediden yetmişe koşusu destan gibiydi. “Ya şehid, ya gazi” hayat tarzının zevkine erildi. Daha önce İBDA’nın nefse ağır gelen bu stratejisi birden benimsendi… 15 Temmuz’da, Üstad’ın “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik” hitabının tam karşılığı görüldü. Sahiplenme duygusu oluştu. İBDA’nın zorlu çilelerle maya tutması için didindiği idealin aksiyona dönüşmesi yanında aksiyonun idealleşmeye başlaması… Şehid ve gazilerden gurur duyulması, “tekrar olsa tekrar çıkarız” bilincinin oluşması… Allah Resûlü’nün işaretlediği ve İBDA’nın ilkeleştirdiği kötülüklere karşı birinci derece olan el ile mücadelenin tercih edilmesi. Ancak İBDA’nın “kötüye mani olmak ve defetmek, iyiyi yapmak ve getirmek mükellefiyetini teşkilatlandırmak” ihtarının ikinci kısmı da yerine getirilmeli. Yani henüz her şey olmuş bitmiş değil. İslâm fikir ve aksiyoncularının attığı tohumların zuhurları görüldüğü gibi, devamı da tecelli edecektir. Çileli fakat bereketli bir yol var önümüzde.

Baran Dergisi 506. Sayı

22.09.2016