Annem karşımda... Felçli, yürüyemiyor.... Büyük ve küçük abdestini kendi başına yapamıyor. Tek sığındığımız teselli: Konuşuyor ve kendini ifade ediyor. Annemin kardeşi, dayıcığım da maalesef felç olmuş, tam on yedi yıl boyunca yürüyememiş ve hiçbir ihtiyacını karşılayamamıştı... Annemden beteri, bir de konuşmaktan mahrum kalmıştı. Düşün... Karşındaki sevdiğin varlık, sana emek veren, senin için canını verebilecek kişi günlerce ve yıllarca senin karşında kendini ifade edemeden nefes alıp veriyor... Bomboş ve anlamsız gözlerle sana bakıyor... Sen ise, erkenden hayata atılmış, aylar ve yıllarca okulda, tarlada ve bahçede sıcak-soğuk demeden koç gibi hiç durmadan çalışmış birini böylesine muhtaç bir durumda görüyorsun... Onunla gerektiği gibi duygu ve düşüncelerini aktarıcı bir irtibat kurma imkanını elde edemiyorsun... Dayanılır gibi değil! Lakin Rabb’im sabır verince insan neye dayanmaz ki? Yengem ve çocukları dayandılar. Rabb’im insanların yaptıkları, emeklerinin ecrini fazlasıyla versin...

Evet, dayım konuşmaktan hemen hemen mahrumdu. Bütün acziyetine rağmen annem konuşuyor. Şunu anladım, kelam insanın sahip olduğu en büyük mucize olabilir... Kelam var ki, annemi dinliyorum ve anlıyorum. Hani bir Allah dostuna demişler ya “Sizden niye bu kadar az keramet sadır oluyor?” diye... Allah dostu da kalpleri eritici, en büyük ihtarı ifade eden şu cevabı veriyor: “Bunca yapıp ettiklerimize göre (günah ve nankörlüklerimize atıfta bulunuyor) yürümekten daha büyük keramet mi olur?” Annem, “Ah bir yürüsem! Size yemek yapsam, şunları-bunları ziyaret etsem.” diyor. Annemin gözlerinden yürümenin ne büyük bir nimet olduğunu anlıyorum. Büyük velinin sözleri kulağımda öyle çınlıyor ki, kalbimde bir acayip yankı buluyor. Annemden, kelamın-konuşmanın yürümekten de öte bir keramet olduğunu idrak ediyorum. Annemi konuştururken adeta “diriltiyorum”. Annemi “diriltirken” ben de “diriliyorum”.

Annem sık sık dalıyor, hem de ne kadar uzaklara... Aciz insanların uzaklara dalışı da bir başka oluyor. Bu beni ürpertiyor. Sanki okyanus girdabına kapılıp bir daha gelmeyecek hissine kapılıyorum. “Annem kim bilir nelere dalmıştır?” diye düşünmeye çalışıyorum. Hayalimin ufkunu yırtarak annemim duygu ve düşünce atmosferine girerim ümidiyle çabaladıkça çabalıyorum. Öyle bir hal oluyor ki, an geliyor yanıyorum. Öyle bir duygu seli ki, ta çenemde su boğuluyorum. Hemen kendime gelip anneme sesleniyorum. Annem sesimle irkilip tepki verince sevinç gözyaşı düşüyor. Annem bana geri geldi... Annem tekrar yavrusuna geri döndü... “Korkma buradayım yavrum!” dedi. Annemin sesini duyunca, boğulmaktan ve yanmaktan kurtuluyorum. Hani derler ya “Hatıralar yaşlıların bastonudur!” diye...

Annemle tekrar aynı zaman ve mekan ikliminde buluşunca hemen geçmişe döndürüp konuşturuyorum. Bahçelievler’de yaşadığımız apartmandaki komşularımıza gidiyoruz. Aynı iş yerinde çalışan (Etibank-TEK) kişiler büyük bir birlik ve dayanışma örneği göstermiş, hep beraber arsa alıp bina yapmışlar. Apartmanımızın hepsi birbirini tanıyan insanlar yumağı. Selam verip, selâm alıyoruz. Misafirliğe gidiyor, misafir ağırlıyoruz. Her yıl komşularımızdan belli günlerde aşure geliyor. Annem de boş durmazdı, aşure yapıyor; ben de tek tek evlere aşure götürüyorum. Her açılan kapıdan tebessümlü yüzleri gördükçe, ben de tebessüm ediyor ve mutlu oluyorum. Sadece aşure mi?.. Zaman zaman teyzeler yapmış olduğu yemekleri bile birbirleriyle paylaşır. Anlayacağınız herkes herkesin yüreğine dokunuyor ve muhabbet dolu günler geçiyor. Bazı derslerde ödevleri yapamadığım zaman ağabeylerime gidip yaptırıyorum. Abiler hiç hesapsız, sevgi dolu ödevlerimi yapıyor. Güzel hatıralardı...  

Daha sonra ben de büyüyünce mahalle ve apartmanda küçüklerin ödevlerini yapmış, ben de onların sevgi ve muhabbetlerini kazanmıştım. İnsan ne görürse, elbette onu yapıyor. Abilerimden aldıklarımı, onlardan gördüklerimi, ben de samimiyet ve muhabbetle yapmıştım. Şimdi büyüdüm üç çocuk sahibi biriyim, kendi oturduğum sitede hemen hemen kimseyi tanımıyorum. İnsanlarla sadece asansörde karşılaşıyoruz neredeyse. Mekanik konuşmalar ve hissiz ifadeler... Sadece onlarda değil bende de aynı durum. Ne oldu, hangi anlayış bizi sardı da böylesi bir duruma geldik? Hangi değerler karmaşasını yaşadık da bu sefilce hayatın içerisindeyiz? Ne bir aşure getiren oldu, ne de hanım bir aşure hazırladı da biz götürdük. Sekiz yıldır bayramlaşma adetini bile yapamadık. İnsanlarla oturduğumuz zaman anlıyoruz, herkesin acısı aynı minvalde.

Yalnızız, dijital dünyanın sahte mecralarında oyalanıp duruyoruz... Ne kadar çekici ve cezbedici bir dünya! Ne kadar insaniyetten uzak bir âlem... Herkes yediğini-içtiğini paylaşıyor! Nerede olduklarını ve eğlenceli hallerini görüntülüyor! “Bu benim mahremim, bana ait kalması gerek!” diyenler çok az... Herkes ne kadar da meşhur olmaya vurgunmuş meğer! Anlayacağınız gösteriler dünyası...

Yaşadıklarını paylaşma hastalığı... Mutsuzluğunu paylaşan, yalnızlığını dile getiren yok. Ya paylaştığın insanlar o an mutsuzsa. Sen karın ve kocanla mutluluğunu paylaşırken yaşadığın şeyleri paylaştığın insanlar o an birbirlerine dargınsa. Birazdan kendilerini muhasebe edip birbirleriyle barışacakken senin paylaştığın şeyler onlara engel olmaz mı? Paylaştığın insanların nefsi kabarmaz mı?

“Bak onlar ne güzel yaşıyor ve yaşatıyorlar sen de benim gibi bir insana neler çektiriyorsun” demez mi? “Bu nedir senden çektiğim senin çileni çekmeye mi geldim?” deyip bağlarını koparmaz mı?

Apartmanımız ve mahallemiz mutluluğun yaşandığı ve acıların paylaşıldığı bir yerdi. Şimdi mahalle deseniz sizlere ömür, apartman deseniz üst üste insan yumağı. Evler yuva olmaktan öte otel gibi kalınan yerler. Mahallemizde herkes birbirini terbiye edici ve eğitici bir mevkide idi. Mahallede herkes kendi için olduğu kadar aynı zamanda başkası içindi. Mahallede fert ve cemiyet arası ahenk ve nizam olağanüstü idi. Çocuklar bir mahallenin eğitiminden geçer de öyle hayata atılırlardı.

Anneme kızıyorum. Beni utandırdın, diyorum. Annem kısık sesiyle yapma oğlum yüreğimi acıtma der gibi: “Ne yaptım sana oğlum” diye cevap veriyor.

Anlatıyorum. Annem gözleri kısık dinliyor.
Apartmanda en sevdiğimiz komşu Mustafa amca ve Necmiye teyzemdi. Benim yaşımda kızları vardı Jale. Jale ile aynı okulda ve aynı sınıfta idik. Tam beş yıl birlikte okula gittik ve birlikte okuldan geri döndük. Şimdiki anne ve babalar gibi bizim anne ve babalarımızda, çocukları servise yazdırma ve bunun havasını atma hastalığı yoktu. Tam beş yıl birlikte yürüdük ve yürürken sohbet etmenin lezzetini tattık. Beraber ödevlerimizi yaptık. Mahallede birlikte oynadık. Bir gün olsun birbirimizi kırdığımızı ve dargın olduğumuzu hatırlamıyorum. Akrabadan da öte bir hal ve yaşam. Bir gün annem “Jale’nin yaş günü varmış Necmiye teyzen seni çağırdı.” dedi. 70’li yıllar... İnanın köy kökenli bir ailenin çocuğu olan bendenizin kafasında yaş gününe dair en ufak bir imaj yok. Yaş günü nedir? Ne yapılır? Nasıl hareket edilir? Buna dair hiçbir fikrim bulunmuyor. Tek bildiğim en sevdiğim komşumuz Mustafa amcam ve Necmiye teyze ile onların çocukları ve hususi olarak da Jale. Kendimi Jale’nin en iyi ve yakın arkadaşı biliyorum. Hemen bir çırpıda 3. katta oturan Necmiye teyzemlere gittim. Eve girer girmez şaşkınlığımı ve kızgınlığımı daha dün gibi hatırlıyorum. Apartmanın ve mahallenin çocukları en güzel giysileri ile Jalegildeler. Mutfaktan enfes kokular. Necmiye teyzemin hazırladığı lezzetli pasta ve böreklerle ismini bilmediğim nice şeyler. Masada bir sürü hediye paketleri. Yaş gününe gelen insanların Jale’ye yaş günü için getirdiği hediyeler. Meğerse yaş gününde hediye almak adettenmiş. Ne bileyim. Jale benim en iyi arkadaşım ve ben arkadaşıma hediye alamadım. Herkes en güzel elbiselerle bayramlık görüntü içindeyken bense en pespaye bir halde. Olacak şey mi anne, bana bunu niye yaptın? Beni adeta çırılçıplak savunmasız niye böyle gönderdin? (Annem kısık gözlerle beni dinliyor.) Oturduğum odada duvarlardan silinip gitmek hissiyatı. Bir bahane uydurup çıkmak istedim. İnanın yutkundum yutkundum… Ağzımdan tek bir kelime bile çıkmadı. Jale’ye bir hediyem yok. Jale bana darılmaz mı? Ben Jale’ye şu ana kadar bir tek kabalık yapmadım. Arkadaşım beni davet etmiş ve benim ona bir hediyem yok. (Annem kısık gözlerle beni dinliyor). Mahallede o bu şu Jale’ye benden uzak arkadaşları hediye almış fakat benim hediyem yok. Herkes konuşuyor, “Sen ne aldın, ben şunu aldım.” Bense yerin dibindeyim. (Annem kısık gözlerle beni dinliyor) O anda Necmiye teyzemin ılık bir sesi “Bahattin gel yavrum.” Sarhoş gibi iradesiz bir şekilde utanç içinde Necmiye teyzemle mutfağa gidiyorum. Necmiye teyzem muazzam bir İstanbul Türkçesi konuşurdu. Meğer Necmiye teyzem benim bu halimi görünce oğlu Ali’ye para verip göndermiş ve Jale için benim adıma bir hediye aldırmış. “Bahattin bu hediyeyi al ve Jale’ye yaş günü hediyesi olarak ver emi yavrum.” Hediye kucağımda odaya dik ve onurlu sağlam adımlarla gidiyorum. O an hangi serçenin yüreği benim gibi atar ki, o an hangi kartalın kanatları benim gibi göklere yükselebilir ki? (Annem kısık gözlerle beni dinliyor. Annemim gözlerinde yaşlar)

Biliyor musunuz, kim bilir, anemin de yaş gününe dair bir fikri yoktu. Ona boşuna kızdım ve onu boş yere üzdüm. Niye derseniz annem de çok ince ve narin bir kadındı. Annemim gözlerinde yaşlar. Annem Necmiye teyzemi çok severdi. Annem Jale’yi kızı gibi görürdü.

Biliyor musunuz ? Jale arkadaşımın eşi vefat etmiş telefonla taziyede bulunurken eski günleri yad ettik. Bu olayı anlattım. Jale’nin böyle bir olaydan haberi yoktu. Necmiye teyzemin yaptığı ikimiz arasında kalmıştı. Biliyor musunuz? Eski insanlar yaptıkları iyilikleri gizler ve övünme vesilesi yapmazlardı. Eski insanlar insanların ayıplarını açığa vurmazlar örtme faziletini gösterirlerdi.

Biliyor muyuz acaba biz insan mıyız ve insan gibi mi yaşıyoruz?



Baran Dergisi 698.Sayı