Geçenlerde Türkiye’deki genç bilim adamlarının katıldığı bir programı izlemiştim. Kafalarındaki “bilim” idrakinin “mutlak”lığından emindiler. “Bilim” dedikleri şeyin “tekrarlanabilir deneylerle ispatlanmış” ilkelerden ibaret olduğunu vurguladıklarında da kendilerinden emindiler. Oysa bilimin ortaya koyduğu “gerçeklik” şüphelidir. Geçici bir “gerçeklik”tir. Galileo’dan bugüne idrakimiz Atomaltı fiziğine dayanmış, “gerçeklikler” sürekli değişmiştir.
İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “bilgi bilinmezden devşirilir” diye yazar. Ve ekler: “Her şeyin bilindiği yerde, her şey donmuş demektir ki, hayat olmaz.” Yani bilinmezin olmadığı yerde “bilmek” de anlamsızdır diyebiliriz.
Bu anlamda, Richard Panek’in “Görünmez Yüzyıl” isimli eserinden hoş bir hikâye:
“Bak. Babası ona bir şey gösterecekti. Göstereceği şey, minyatür bir saat gibi küçük ve yuvarlaktı, ama yüzeyinin ortasından dışarı doğru uzanan iki kol yerine demirden bir ibre vardı. Çocuk bakmaya devam ederken babası cismi çevirmeye başladı. İlk önce bir tarafa, sonra da diğer tarafa çevirdi ve bu sırada olağanüstü bir şey oldu. Çocuğun babası cismi hangi yöne çevirirse çevirsin ibre hep aynı yönü gösteriyordu - çocuğun beklediği gibi cisimle aynı doğrultuda bir yeri değil ama... Başka bir şeyle aynı doğrultuda bir yönü. Aletin dışında, çocuğun göremediği bir şeyin etkisiyle ibre oynamaya başladı. Bundan altmış yıl kadar sonra, bu olayın olduğu sırada dört yaşında mı beş yaşında mı olduğundan emin olamayan Einstein, olaydan çıkardığı dersi daha dün gibi hatırlıyordu. Bütün her şeyin arka planında gizli başka bir şey olmalıydı. Daha doğrusu gizli bir şeyler. Çocuk büyüdükçe o gizli şeylerden bir kaçının ne olduğunu öğrendi: Babasının, o gün ona göstermeye çalıştığı şey, manyetizma ve elektrik ve bu ikisi arasındaki ilişkiydi. Sonradan manyetizma ve elektrik arasındaki ilişkinin çok yeni bir keşif olduğunu, kimsenin tam olarak bu bağlantının nasıl işlediği konusunda kesin bir fikre sahip olmadığını ve yaşadığı dönemde fizikçilerin, bu ilişkinin insanlara görsel olarak ışık şeklinde yansıdığını anlattıklarını öğrendi. Ve ışığın nasıl işlediğini kimsenin anlamamasına karşın, herkesin, ışığın bilinen en büyük gizemin içinden geçerek hareket ettiğini varsaydığını ve bu gizemin herkesin gözünden kaçmasına rağmen dönemin en önde gelen fizikçileri tarafından "avucumuzun içinde" diye tabir edildiğini öğrendi. Bu şey eter (esir)di.”
Panek, “Görünmez Yüzyıl” isimli kitabında “Freud” ve “Einstein”in ortaya koyduğu “bilinçaltı” ve “izafiyet”in, “Psikanaliz” ve “Kozmoloji” gibi bilim alanlarına nasıl yol açtığının hikâyesini, “görünmeyen” ve dolayısıyla “bilinmeyen”ler üzerinden anlatıyor. “Madde” deyince kafamızda “somut-müşahhas” bir şey oluşur. Hatta bir şeyin görünürlüğünü anlatmak için “maddi örnekler” veririz. Bir takım ilmî keşifler yapılmadan evvel ne mikrobu, ne gökyüzündeki sayısız yıldız ve galaksiyi, ne de yeryüzündeki sayısız canlıyı (gözümüzle göremediğimiz için) bilmiyorduk. Bilmediğimiz şey bizim için yoktu. X ışınını keşfeden Wilhelm Conrad Röntgen’e bir röportajda sorarlar:
- "Görünmez olan şey artık görünür mü oldu?''
- "Gözümüze değil!" cevabını verir.
İşte “görmenin” bir şeyin “gerçekliğini”, “varlığını” ve “hakikatini” keşifteki rolü… Gözümüzün göremediği “gerçeklikler”…
Şöyle yazar Panek:
“Teleskopla bakarak çıplak gözle görülebileceğinden çok daha uzağı görmek ve Dünyamız dışında var olan yeni dünyaları keşfetmek mümkündü. Mikroskopla bakarak çıplak gözle görülebileceğinden çok daha yakını görmek ve içimizde var olan yeni dünyaları keşfetmek mümkündü. Çıplak gözle görülenden daha fazlasını görerek, daha fazla şey keşfetmek mümkündü. Peki, ne kadar fazla? Bu, doğa bilimcilerinin kendi kendilerine sorduğu mantıklı bir soruydu ve gelecek üç yüzyıl boyunca bir cevap arayışına girmeleri kaçınılmazdı: Evrendeki en iç ve en dış âlemlerle ilgili gerçekler, sistemli bir şekilde takibe alınmıştı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, bu takibin görsel aletlerin yardımıyla bile insanın algılayış yeteneğinin en uç noktalarına ulaştığı görülüyordu ve bu noktada doğa bilimcileri şunu merak etmeye başladı: Peki ya şimdi ne olacak? Peki ya artık keşfedilecek daha fazla şey kalmadıysa? Yani: Üç asır önce başlayan dev bilim dalgası bir sona mı yaklaşıyordu? Ya da mevcut bilgilerin daha detaylı incelenmesi, daha büyük gerçeklerin kapısını mı aralayacaktı? Fakat bazı araştırmacılar, bir şekilde kendilerini üçüncü bir seçenekle karşı karşıya buldular. Bilimsel araştırmanın ikiz sınırları olan iç ve dış evrenleri zorlarken bir çıkmaza sürüklendiler. Ama bu çıkmazın üstesinden geldiler. Yeni bir tür bilimsel kanıt keşfedene dek bakmaya devam ettiler, sadece üstün körü bakmakla keşfedilemeyecek bir kanıt, görünen âlemin ötesinde bir kanıt, bütün bakış açılarına karşı görünmez kalabilen bir kanıt bulana dek. (…) Isaac Newton dış evrenlerle ilgili bilgileri kavrayış gücünün sınırlarına dayandırdığında yerçekimi kavramını ortaya çıkardı. Rene Descartes iç evrenlerle ilgili bilgileri kavrayış gücünün sınırlarına dayandırdığında bilinç kavramını ortaya çıkardı. Ama yirminci yüzyıla gelindiğinde, bazı araştırmacıların ortaya çıkarmaya başladığı görünmezlik kavramı yepyeni bir şeydi. Bu, bilim adamları için doğaüstü şeylere, batıl inançlara ve metafiziğe ilgi göstermek felaketle eşdeğerdi. Ama şimdi görünmez olsalar da su götürmez kanıtlar vardı karşılarında.”
Yüzyılımızın bilimi “görünmeyen”ler üzerine yoğunlaşmış durumda. Madde dediğimizde elle tutulur, gözle görülür bir şeyi kasdetmiyoruz artık. Panek’in yüzyılımızı “görünmez” olarak niteleyişinin sebebi de bu. Şöyle anlatıyor:
“Einstein'ın arkadaşı fizikçi Werner Heisenberg kendisiyle 1926 senesinde bir akşam onun hala saf bir pozitivist olduğunu düşündüğü bir dönemde aralarında geçen konuşmayı anımsıyordu. Heisenberg, aklını meşgul eden bir sorunu - deneysel kanıtlara dayanarak bir atomda bulunan elektronların yörüngelerini açıklayamadığını, çünkü bu olayın henüz net bir şekilde gözlemlenebilecek düzeyde olmadığını anlatıyordu. Einstein da, "Herhalde bir fizik teorisinde sadece gözlemlenebilir öğelerin bulunması gerektiğine inanmıyorsunuz ya?" diye karşı çıktı. Heisenberg şaşırarak. "Siz görecelik teorisinde öyle yapmadınız mı?" sorusunu yöneltti. "Mutlak zaman gözlemlenemeyeceği için mutlak zaman hakkında konuşmanın doğru olmadığını: zamanı ölçmede ister hareketli isterse hareketsiz sistemlerde sadece yerel saatin gerçek olabileceğini vurgulamıştınız". "Muhtemelen böyle bir mantık izlemişimdir." dedi Einstein, "Ama yine de bu saçmalıktan başka bir şey değil." Sonra, "Gözlemler bir teoriyi oluşturmada faydalı, bilgilendirici ve yol gösterici olabilir," diye eklemişti. Ama görecelilik teorisini pozitivizmin ilkelerine sadık kalmadan tasarladığı kuşkusunu içinde hissettiği zaman gözlemlerin önemini aşırı derecede abartmıştı. "Prensipte gözleme dayalı olgular üzerine bir teori kurmak oldukça yanlıştır. Yalnız iş pratiğe döküldüğünde durum tam tersine döner. Neleri gözlemleyebileceğimize karar veren, teorinin kendisidir."
“Eddington, güneş tutulmasının sonuçlarının açıklanmasından yalnız bir ay sonra The Contemporary Review dergisinde, "Okuyucu, bükülen uzayın aslında kendi bükülen anlayışı olduğunu bilmeli" diyordu. Hayatta kalma iç güdüsünden değil belki de ama alışkanlıklarımızdan dolayı aklımızın dış dünyayla doğrudan bağlantı içinde olduğunu farz etmiştik hep. Gördüklerimizin kesinlikle orada olduğuna inanmıştık hep. Ama durum böyle değildi. "Bunun ötesinde" diye devam ediyordu Eddington, "Dış dünyayla ilgili fikir üretmemizi sağlayan en önemli iki unsur - boşluk ve zaman – aslında dış dünyaya ait değilmiş." Peki o zaman neredelerdi? "Algı kanallarımız aracılığıyla beynimize ulaştırılırken oluşuyorlar"dı.”
Kitabını şu sözlerle bitiriyor yazar:
“Yerçekimi nedir? Yirmi birinci yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde fizikçiler evrendeki galaksilerin sayısının yüz yirmi beş milyarı bulduğunu, her birinin içerisinde elli milyon kara delik bulunduğunu ve bunun doğrultusunda evrende beş katrilyon civarında kara delik bulunuyor olabileceğini düşünüyor. Ama hala kara deliklerin diğer tarafında neler olabileceği bir fikirleri yok.
Bilinç nedir? Yirmi birinci yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde nöroanatomistler insan vücudunun yüz milyar hücreden oluştuğunu, bunların her birinin bin ila on bin arası sinapstan meydana geldiğini, bununda az çok yüz trilyon bağlantı noktasına denk geldiğini düşünüyorlar. Ama bir düşüncenin tam olarak ne olduğunu hala açıklayamıyorlar.”
İşte bu “açıklananamayan”, “görülemeyen” ve “bilinemeyen” şeyler, “bilimin” “geçici gerçekliklerden” yeni gerçekliklere yürümesini sağlamaktadır.
*Kaynak: Richard Panek, Görünmeyen Yüzyıl, Altınbilek Yay., İstanbul 2006
 
Baran Dergisi 557. Sayı