CHP zihniyeti, yedi iklimi dalları altında gölgelendiren devletimizi, âlimlerimizi, büyüklerimizi, hüviyetimizi, topraklarımızı, irfanımızı, dilimizi, ahlâkımızı, örf ve âdetimizi, emeğimizi, birikimimizi, adaletimizi, bağımsızlığımızı, bağımsızlığımızın sembolü Ayasofya’yı, tarihimizi, istikbâlimizi ve dahi hepsinden önemlisi şeriatı ÇALDI da asrımızın İslâmî anlayış mihrakı/odağı Büyük Doğu-İbda’dan ve onun “ruhunu” taşıyanlardan başka kimsenin sesi çıkmadı. Ve yine tüm bunlardan önemlisi; hırsızlık üzerine kurgulanmış bu düzenin yerine bal tutanın parmağını yalayamayacağı bir nizamı kimse teklif etmedi.

Tüm bunlara kıyasla belki de en ucuzu, İBB seçimlerinde sandığa atılan oyu da çalmış CHP. Çalar tabiî, şüpheniz mi var? Çalınan bunca maddî ve manevî değerin peşine düşmez, seyirci kalır, davacı olmazsan; arsızlaşarak, yüzsüzleşerek, pervasız bir şekilde pek tabiî ki çalmaya devam eder.

Dil ve Aksiyon
Mahalle kavgası ile ideolojik kavga arasında bir fark varsa, o da kavganın muhtevasını yansıtan “dil”dir. Taraflar kimi zaman eylem ve çatışma ile kendilerini ifâde etseler de tefrik edici, taraftarları birleştirici, bütünleştirici, moral duygusunu güçlendirici, motivasyonu arttırıcı, zafer iştiyakını yükseltici olan her hâl ve kârda kullanılan dildir.

Büyük Doğu-İbda’nın üst dilini kullanarak, en basit bir belediye seçim meselesinin bile hangi seviyede ele alınması gerektiğini gösterecek bir misâldi bu. Türkiye’de ise lise sıralarındaki talebeleri bile utandıracak seviyesizlikte lâf sokmalar ve bu küçük zafer(!)lerle olabilecek en büyük tatmini yaşamaktan ibaret bir mahalle kavgası seviyesizliği hâkim.

Ak Parti’nin 17 senelik hükümeti döneminde hâlen iktidar ve muktedir olamayışının sırrı aslında burada gizli; kendisine ait ve bütün ülkeyi peşinden sürükleyici bir üst dil geliştiremiyor. Dönem dönem yaşanan hadiselerde günü kurtarana kadar Büyük Doğu-İbda’nın dil dairesi çevresinden apardıklarını saymazsak, açık bir hedefi yok. Bu hedef bahsi zaten ateşlenmeyen topların birinci sebebi olarak Napolyon’a bildirilen “barut yokluğu” kadar ehemmiyetli bir vaziyet. Hedef olmadıktan sonra geri kalan sebeblerin bir önemi yok, çünkü herşeyi kıymetlendiren, kendisine göre verimli kılan şeyin kendisi hedef. Bununla beraber hedefe vardıracak olan fikir sistemi ve onun dili.

Dediğimiz gibi, kendini ifâde etmek için tek âlet yazmak ve konuşmak değil; eylem ve çatışma da yerine göre bir lisandır. Eylem ve çatışmanın aradığı ucuz lâf cambazlığından öte gözükara aksiyoner bir kimliktir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, aksiyonu, fikrin emrindeki yumruk hâline getirebilmiş nadide aksiyonerlerden biridir.

Kumandan’ın Anadolu’nun aslî kimliği olan Akıncı hüviyetini ona iade etmesinden başlayarak kullandığı ve inşa ettiği üst dil onun aksiyonunun temel taşı hüviyetinde olduğu için böyle bir girizgâh yaptık.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun çok yönlü kişiliğini bir bütün hâlinde tek bir yazıya sığdırmak mümkün olmadığından, biz, onu aksiyoner kimliği bakımından kısaca da olsa ele almak niyetindeyiz. Yerimizin darlığı dolayısıyla bu aksiyonların belki çok teferruatına girmeyeceğiz; fakat ana hatlarıyla hele ki şu içinde bulunduğumuz günlerde yeniden hatırlanmasını elzem görüyoruz.

Cuma Eylemleri
Türkiye’nin bugün İslâm Âlemi’nin liderliği potansiyelini hâlen muhafaza ediyor olması, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri tarafında Körfez Savaşı’na girmemiş olması dolayısıyladır ki, böyle bir cinayete mâni olan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’dur.
Nasıl ki Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’ye bir rol layık görülmüşse, o dönemde Türkiye’deki basın eliyle en yüksek perdeden propagandası yapılan “Zalim Saddam”a karşı Türkiye’nin Amerika ile beraber Irak’a saldırması ve bunun karşılığı olarak da İleri Uç Sömürge Valiliği gibi bir rol kapması gündemdeydi. Kumandan’ın kaleminden hadiseye bakacak olursak:

“Vâridat: Şanlı Cuma. (…)25 Ocak 1991… İslâmcı mücadele tarihinde İBDA-C ile açılan şanlı bir sayfa…(…)

(…) Körfez Savaşı… Turgut Özal eliyle Kemalist devlet de Irak’a saldırma bahanesi aramakta… İslâmcı kesimin Cuma namazı gösterileri, göstermelik nümayişler diye bu niyet için bir tehlike kabul edilmezken, sol örgütlerin silâhlı ve bombalı eylemleri de ferdî ve kitleye sirayeti olmayan bir sırada sayılmakta…Öyle ya; ortada muazzam bir savaş varken, patlayan üç-beş bombanın kamuoyu için de bir mühimliği ve tesiri olamaz…Öyleyse?...

Körfez Savaşı başlamadan önce, basın yayın organlarının muazzam bir propagandası neticesinde ‘zalim Saddam’ edebiyatıyla Amerikan yanlısı bir hava estirilmiş, Müslüman kesim de bundan payını almış olarak tam bir kararsızlığa düşmüştü… Cuma dergisinde yayınlanan –ünlü desem yeri- röportajımdan sonra ise, bu kararsızlık Amerikan aleyhtarlığına dönüştü… Ve bu ortamda, Müslümanların Cuma gösterileri ile solun ferdî eylemleri… Ama Kemalizm’in köpekleri, bunda bir kıymeti harbiye görmüyorlardı… Öyleyse? Ne yapmalı?

Yapılması gereken şey, ferdî eylemin kitleyi beslemesi ve kitle kalkışmasının ferdî eylemi yüreklendirmesi… Kemalist rejim köpeklerini, ‘dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak’ hesabına getirmek… Bunun için de, son derece cüretkâr bir eylem… Polis nezaretinde orta oyunu gibi göstermelik gösteri değil… Tıpkı, muhaliflerin ‘bunlar Müslümanları kırdırmak istiyorlar’ numarasıyla önce sıvışma mazereti içinde pislik yaparken, sonradan hareketin tutmasıyla parsa için dörtnala iştirak ettikleri şanlı Türban kavgası gibi, kitleyi sıçratıcı bir hareket… Dediğim şu:

-‘Eğer cami avlusunda kendi kendine bağırılacak ve Şiilerin palavradan Cihad yemini maskaralığı ile bitecek bir hareket olursa katılmayın!’

Yapılması gereken şey… Meydana çıkmak… Yeri gelince büyük harflerle!..

Ertesi gün Milliyet gazetesi, ön sayfadan resimle birlikte verdiği haberi, iç sayfada büyük manşetle veriyor: ‘Saddam’a destek gösterileri’… Ve büyük bir resim: İbda’nın el işareti olan, “Saddam, sen oradan, biz buradan” yazılı pankartı açmış kalabalık…(…)
(…) ‘İstanbul’da Cuma namazından çıkan göstericiler ABD ve İsrail bayraklarını yaktılar. Güvenlik güçleri havaya ateş açtı, gözyaşartıcı bomba attı. Beyazıt’ta kalabalığın içinden bir kişi tabancasını ateşledi’… Bu manşet altı spottan sonra, onun yanında şu:
-‘Yurdun çeşitli yerlerinde namaz sonrası savaşa protesto gösterisi yapan halk ile polisler arasında zaman zaman olaylar çıktı. Tatvan’da iki kişi, Batman’da ise 10 kişi çeşitli yerlerinden yaralandı.’(…)”

“Saddam, Sen Oradan, Biz Buradan” pankartı ve sloganları eşliğinde “Şanlı Cuma”, Türkiye’nin Irak’a saldırmasına, Amerika ve İsrail’in emriyle Müslüman kanına girmesine mâni oldu. Bugün siyasîler Türkiye için Anadolu’dan öte bir misyondan bahsedebiliyorlarsa, bunu Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA’ya borçludurlar.

Şu hususa da dikkat çekmek isterim: Kumandan yalnız fikir üreten değil, aynı zamanda fikir üretmek niyetinde olanlar için bu işin metodunu da gösterendir. Yukarıdaki varidatı iktibas etmiş olmamızın tek sebebi tarihe düşülen kayıt olması değil, onun izlediği metodu da muhatabıyla paylaşan bir mütefekkir olduğunun anlaşılması içindir.

Amerikan Rüyasının Kâbusu
Cereyan eden hadiselerin bizzat içinde bulunmanın dezavantajları var. Ânın heyecanı ve hadiselerin cereyan edişindeki sürat içinde çoğu kere “olan”a odaklanılırken, “olmakta olan” gözden kaçırılır. Türkiye’nin Körfez Savaşı’na dâhil olup, Amerika ile beraber Irak’a saldırmamış/saldıramamış olmasının tek sonucu Türkiye’nin İslâm Âlemi nezdindeki itibarının muhafazası olmamıştır. Aynı hadiseye bir de başka türlü bakalım: Anadolu’dan herhangi bir ses yükselmemiş olsa ve Türkiye mayın eşeği olarak Irak işgaline o dönem katılmış olsaydı, Amerika daha o günden dünya çapındaki hükümranlığını kabul ettirmiş ve Türkiye’yi mandasına aldığı bir ileri uç sömürge karakolu yapmıştı bile.

Amerika’nın tekerine çomak sokan olarak Şehid Saddam Hüseyin’in hakkını veriyoruz ama Kumandan’ın rolünü de unutmamak gerek.

Yeşil Kuşak Projesi
1970’li yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Danışmanları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılacağını hesab etmişlerdi ve bundan sonraki dünyada Amerika’nın çıkarlarını tehdit edecek bir İslâm tehlikesine karşı tedbir alıyorlardı. Komünizm tehlikesi, Amerika’nın İslâm ülkeleriyle kurmuş olduğu münasebetlerin “meşruiyetinin kaynağını” teşkil ediyordu.

Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla beraber İslâm ülkelerinde kurulan rejimler savrulma yaşamışlarsa da, milletler nezdinde İslâm, meşruiyetin alenen ya da zımnen yegâne kaynağı olmayı sürdürmüştü. Türkiye özelinde meseleye bakacak olursak, kurulan Lâik Kemalist rejim, İstiklâl Mahkemeleri’nden başlayarak büyük bir kin ve nefretle Müslümanları Anadolu’dan silmek için davranmışsa da bunun bir netice vermediği, meşru olmayan hiçbir anlayışın uzun vadede yerini koruyamayacağı belki de en iyi şekilde kendisini bu topraklarda göstermişti. İslâm, kuyrukçu iktidarlara rağmen Müslüman ülkelerin milletleri nezdinde meşruiyetin bir numaralı kaynağı olmayı sürdürüyordu. Bunu gören Amerika, zıt kutubda yer alıp, kaybetmesi mukadder bir kavgaya girmek yerine, Müslüman ülkelerden devşirdiği tiplerle, meşruiyet dairesinin içinde kalmak suretiyle Müslüman ülkeleri teslim almak yolunu benimsedi. Bunun için de Yeşil Kuşak Projesini ortaya koydular. Yeşil Kuşak Projesi’nde Türkiye anahtar ülke konumundaydı. Çünkü İslâm âlemi öyle yahut böyle Anadolu’nun hinterlandı konumundaydı ve akla gelen Suudî Arabistan, Mısır, Libya gibi ülkelerin böylesi bir tarihî derinliği yoktu. Bütün mesele, İslâm ahkâmını ortadan kaldırıp, modern dünyaya göre onu güncelleyip, Müslümanları, Batı’nın kayıtsız şartsız emir eri hâline getirmek ve böylelikle sisteme entegre edebilmekti.

Ilımlı İslâm’ın baş temsilcisi FETÖ’yü zaten biliyoruz da, onunla aynı örgüt içinde olmasa bile aynı zihniyeti paylaşanlar. İslâmcılar arasındaki reformistlerden tutun da Ak Parti, MHP ve ilk bakışta tezat arz ediyor görünse de CHP ve HDP kadroları içinde yer alıp, İslâmî söylem benimseyip, FETÖ ile aynı Ilımlı zihniyeti paylaşıp, seküler dünyaya entegre olabilmek için can atanları unutuyoruz.

İbda’nın 1990’ların başında cemiyet meydanına dikilmesi ve yaptığı son derece keskin yayınlarla Müslüman görünümlü hain işbirlikçilerin gerçek yüzünü deşifre etmiş olması da Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun diğer bir aksiyonu olarak ayrıca değerlendirilmelidir. Bilhassa 1990 ve 2000’li yıllar boyunca herkesin sesini soluğunu kestiği dönemlerde, Fetullah Gülen başta olmak üzere isim isim ve bundan da öte bir zihniyetin deşifre edilmiş olması, Yeşil Kuşak Projesi’nin maksadına ulaşmasını engellemiş ve Müslüman Anadolu’nun, köklerinden gelen kadim İslâm’a Muhatab Anlayış ile irtibatının muhafaza edilmesine vesile olmuştur.

28 Şubat
28 Şubat, Kemalistler eliyle, Yeşil Kuşak Projesi’nin uygulamaya konması, proje aparatlarının önünün açılması ve devlet kadrolarında devir teslimin gerçekleşmesi için Türkiye’deki Büyük Doğu-İbda gibi samimi Müslümanların ordu, emniyet ve yargı üçlüsü kullanılmak suretiyle ortadan kaldırılmasını amaçlayan post-modern bir darbe girişimidir.

Biraz evvel demiştik ya FETÖ ve bu örgüte bağlı olmasa bile aynı zihniyeti paylaşanlar diye. O dönem Terörle Mücadele işkencehânelerinin ve DGM’lerin adeta silahlı bir çete gibi Müslümanlara karşı nasıl işletildiğine hep beraber şahitlik etmiştik. Bugün siyaset, medya ve bürokraside kendisine yer verilmiş pek çok kimse o günlerde hiçbir takibata uğramaz ve hatta önleri açılırken, Anadolu’nun samimi Müslümanlarına cezaevinde kıstırıldıkları hücrelerde bile rahat verilmiyor, operasyon adı altında saldırı üstüne saldırı gerçekleştiriliyor ve inşa edilen korku imparatorluğu, Müslüman halkı, uyuz köpek karakterli Ilıman çizgiye itmeye gayret ediyordu.

Onlar bu girişimlerinde de muvaffak olamadılar. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Dik Durun Karşınızda Leşler Var” ve “1999 Kurtuluş Yılı” çıkışları ve Müslümanların Anadolu’nun dört bir bucağından bu çağrıya gelen aksi seda, bu hesabı da altüst etti.

15 Temmuz
Karşı tarafın bunca başarısızlığı ve girişiminin ardından 15 Temmuz “tiyatro” değil, kamikaze saldırısıydı.

Bakın bir de şöyle düşünelim: 28 Şubat sürecinde muvaffak olmuş olsalardı, 15 Temmuz Türkiye’deki Müslümanların Kemalist rejime karşı gerçekleştirdiği bir askerî darbe şeklinde idrak edilecek ve Fetullah Gülen denen murdar da Anadolu ve hinterlandındaki Müslümanların önderi, lideri sıfatıyla Anadolu’ya geri getirilecekti.

Hani yukarıda ifâde etmiştik ya, Kumandan ortaya koymuş olduğu eylem birikiminin yanı sıra 1990’lı yılların başından itibaren bunların aynı zamanda zihniyetini deşifre etti diye, aslında bu Anadolu’ya yapılan bir nev’i aşıydı. Kumandan, bu tipleri deşifre ederek onların meşruiyetlerini ellerinden aldı ve Ilımlı İslâm mikrobu, Anadolu bünyesi onu bu deşifreler sayesinde tanıdığı ve bağışıklık kazandığı için 15 Temmuz’da muvaffak olamadı. Bu sebeble de son saldırısını adeta bir kamikaze tadında gerçekleştirdi ve kaybetti.

Bugün FETÖ ile aynı zihniyeti paylaşan siyasîler, şunlar, bunlar ne kadar atraksiyona girerlerse girsinler, zaman zaman kimi muharebeleri kazansalar bile harbi kaybetmeye işte bu sebeble mahkûmlar.

Telegram
Yaptığımız ikili ve diğer görüşmelerde bize en çok yöneltilen, “Madem ki böyle bir teknoloji var, o zaman niçin bir başkasını değil de Salih Mirzabeyoğlu’nu hedef aldı?” sorusu oldu. Aslına bu yazıyla beraber bu suâle de bir nev’i cevab verebildiğimiz kanaatindeyim. Yukarıdan aşağıya doğru yaşanmış şu hayata tekrar bir bakın ve sonra da o başkalarının hayatına bakın bakalım, Telegram acaba niçin Mirzabeyoğlu’nu hedef almış, ona karşı kullanılmış?

Hicrî 1440
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “yaşarsak görürüz” dediği Hicrî 1440 senesinin Ramazan ayını idrak etmekteyiz. Biliyoruz ki bugün de birileri “O çok bahsettiğiniz 1440 geldi de geçiyor, ne oldu ki?” diyor. Tıpkı “1999 Kurtuluş Yılı” çıkışından sonra “Ne oldu ki?” deyip, o günden bugüne gelinen şartlar arasındaki farkı idrak edemeyenler gibi...

Hicrî 1400, İslâm büyüklerinin kronolojik sıralama içinde dikkat çektiği bir milattır. 1440 ise Kumandan’ın 40 yıllık gerginlikten sonra Hicrî 1400’ün kemâli olarak işaretlediği senedir.

Bu senenin neyin miladı olduğu bu tarafta pek anlaşılamasa da karşı taraf buna tam mânâsıyla vâkıf olmuş olacak ki, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na suikast düzenledi ve onu şehid etti.

Muharebeler ve Harb
Dünyası küçük, ufku dar insanlar kaybedilen irili ufaklı muharebelerden son derece müteessir olabilirler. Olsunlar da. Hedefi, ideali, bu ideale vardıracak fikir sistemi ve dünya gerçeklerini önündeki masaya bir harita gibi sermiş olanlar için ise tüm bunlar büyük harbin, büyük bir zaferle neticelenmesi için olsa olsa yakıttır.
***
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, Üstad Necib Fazıl’ın, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin ve ondan geriye doğru silsile hâlinde Allah Resulüne dek uzanan yolun kutlu davası mutlaka muzaffer olacak.

Ve Kumandan’ı şehid ederek bu davanın önünü alabileceğini ve kazanabileceğini zannedenler, mutlaka ama mutlaka kaybedecekler! Bu dünyada ve ötesinde…

Baran Dergisi 644. Sayı