İktidarı sırasında en sert ve haksız muhalefeti görenlerin başında Sultan II. Abdülhamid Han hazretleri gelir. Öyle ki, zamanının muhalifleri Paris’teki matbaalarında basıp memleketimize soktukları gazetelerinde onun her akşam yemeğinde “bebek yediği” iftirasını dahî yazmışlardır…

Bir kelime, kavram yahut tâbir bilindiği üzere hem kastedilen mevzu ve hem de söylenildiği kültür ortamına göre farklılaşır. Politik arenaya atfen muhalif kavramı üzerinden bakarsak, şu sıralar Amerika’da dile getirildiğinde umûmî zekâ ortalaması, bu kelimeyi Trump karşıtlığı, Türkiye’de ise Tayyip Erdoğan düşmanlığı mânâsına idrak etmektedir. Aynı mânâya atfen kullanılan bu kelimenin bir tarafta “karşıtlık” olarak ortaya çıkarken diğer tarafta “düşmanlık” olarak belirmesi bile dikkate değer… Sadece zaman farkıyla hâdiseye tekrar baktığımızda MÖ. 399’da muhalif bir görüş sahibi olarak Sokrat’tan bahsetmekteyizdir… Demek ki, bizim bu kelimeye şu sıralar yüklediğimiz mânâlar bütünü, zaman ve mekâna göre, bulunulan çevredeki kültür seviyesine göre değişmektedir.

Bu mevzuya kaba mantık muhakemesinden ve bugünkü politik teamül zaviyesinden bakarak hepimizin de ulaşabileceği bir fikir olarak söyleyebiliriz ki, dünün muhalifi bugünün yandaşı, dünün yandaşı bugünün muhalifi tekerlemesine de ulaşabiliriz. Fakat tüm bunları söylerken esasen ben bu mevzuun başka bir tarafından bakmayı yeğlerim
“Muhalif” kelimesi telaffuz edildiğinde bugün umûmiyetle kafamızda oluşan hususların sadece mevcut iktidar karşıtlığı ekseninde toplanıyor olması garip bir hâl almaya başladı. Evet, “muhalif” kavramı, bizim dilimizde her zaman ilk hatırımıza gelen şekliyle o günkü iktidara karşı bir mânâda idrak edilir. Ancak asıl söylemek istediğim, bu kelimeyi telaffuz ettiğimizde artık sadece bu kavramın “uymayan, birbirine benzemeyen, birbirine zıd olan, karşı duran, aykırı” gibi anlamlarından daha farklı olarak, “aşağılık olmak, tiksinmek, adilik, hainlik” yahut buna benzer tahkir edici ifade şekillerinin de aynı kelime etrafında zihinlerimizde beliriyor olması… Zannediyorum, aktüel politika ile alakası olsun olmasın çoğu insan bu kelime etrafında aynı psikolojik gerginliği hissettiği hâlde, ancak bu türlü bir ifade şeklinden sonra mevzuun bu tarafı hakkında daha farklı düşünmeye başlayacaktır. Sadece bu hâl bile, bana mevzuun sadece bir yazarın kuruntularından daha öte bir şey olduğunu ilhâm ediyor. Kaldı ki, “karşıt” olmaktan öte –II. Abdülhamid Han misalinde olduğu gibi- işin iftiraya, karalamaya, haddi aşmanın her çeşidine doğru ilerlemesini, yani bu türlü bir gelenekten gelmenin de etkisini zaten tabii olarak kabul etmeliyiz.

Mevzuun benim alakalandığım tarafı, dilde bulunan, fakat mânâsı zamanla değişen kelime, kavram yahut tabirlerin herhangi bir dil yapısında aniden belirmemesidir; onlar çoğu defa çeşitli hâdiseler ve psikolojik hâller içinde olgunlaşarak gelişir ve sonrasında günlük hayatın rutininde ilerlemeye başlarlar. Bu türlü kelime ve kavramların dil yapısında belirmeleri çoğu defa büyük kriz hâllerinde vuku bulmaktadır. Bu yüzden de, o esnada olağan’ın üst hâli içinde seyreden şuurlarımız bu tip yenilikleri hemen idrak etmeye hazır bir vaziyete gelmektedir. Nitekim “15 Temmuz”, -o güne kadar- sadece o tarihte doğan birisi için mühim iken, 15 Temmuz’dan sonra toplumun çoğunluğu için artık başka mânaları barındırmaktadır… Benzer bir misâl daha: II. Dünya Harbi esnasında uçak tehlikesine karşı pencerelerin karartılması icab ettiğinden Alman dilinde o güne kadar bu şekilde telaffuzu bulunmayan “karanlığı perdelemek” tabirinin aniden günlük dile yerleşiverdiğini söylüyor Victor Klemperer. Yine aynı dönemde evlerin çatıları tutuştuğunda döşemelerde ayakların takılacağı bir şey olmaması gerektiğinden “pılı pırtıyı kaldırmak” fiili Alman diline girivermiştir… Çoğu zaman bir kelimenin ihtiva ettiği mânâ silsileleri, o kelimenin bildiğimiz anlamının dışında başka hususlarla alakalı olabilir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun bir çok eserinde bu türlü kompleks kelime değişimlerini görüyoruz.

Buraya kadar aktardıklarımı toparlayarak ifade edersem, muhalif kelimesini telaffuz etmeyi dahi beceremeyen lakin bugünkü iktidarı alakalandıran en basit bir meselede canını yakan falanca husus hakkında eleştiri yapan herhangi birinin bile, etrafında onu dinleyenler tarafından “muhalif” kanattan görülme ihtimâlinin pek yüksek olduğu bir idrak zemini içindeyiz. Yani, dar kavramlar içine sıkışmış ve muhalif olmak ile körü körüne karşı olmak arasında seçenek yapamayacak derecede körleşmeye doğru açılmış bir koridorda ilerliyor gibiyiz. Tabiî, hâller karşılıklı, aynı husus bugünkü iktidar partisinin politikalarını savunan bir kimse için de geçerli; çünkü üzerinde fikredilmeyen mesele, iktidara karşı olanlara nisbetle iktidardakilerin de “muhalif” yani karşıt, zıd pozisyonda olmaları. Mevzu ettiğimiz kelimenin ihtiva etttiği mânânın “zıd, karşıt” ifadesinden yola çıkarsak bu böyle. Bu hâl eğer bir çoğunluk, azınlık meselesi olarak idrak edilmiyorsa –yani biz daha çoğuz ve az olanların canı çıksın diye düşünülmüyorsa- çoğu defa iktidar sahipleri muhaliflere göre azınlık pozisyonunda olduğundan asıl muhalif olanlar iktidardakiler oluyor. Ama bizim dilimizdeki karşılığıyla her zaman politik bakımdan “iktidar karşıtlığı” mânâsına kullanılmış, öyle de kullanılıyor.

Muhalif kelimesinin değişerek bambaşka bir mânâya doğru kayması meselesine devam edelim. Esasında beğenmediği yemekten hükümet şekline kadar uzanan bir sıralama içerisinde her bir tonu kendi içinde birçok kola ayrılan muhalif olma hâli, her ne kadar bu kelimeyi birebir ifade etmesek, onu kastederek kullanmasak bile hayatımızın, tabiî hayatımızın kanunlarındandır. Aile içerisinde kardeşlerin devamlı çekişmesi gibi; görüldüğü üzere dilimizde bu hâli ifâde ederken “çekişme” tabirini kullanıyoruz. Aynı çekişme devlet yönetimi meselesinde direkt çehre değiştirip “çekişme”nin çok ötesinde tarihî, politik bir veçheye bürünerek “muhalif”e dönüşüveriyor… “Muhalif” kelimesi mesela Andre Gide’in uçurtma benzetmesini ele alırsak “karşıt” olarak esen rüzgarı temsil ederken belirir. Sanat’ın baskıdan doğup hürlükte öldüğünü söyleyen Gide, “muhalif” rüzgârların sanatçıyı yükselttiğini, “muhalif” rüzgarlar olmadığı zaman sanatın öleceğini ifade eder. Kendisine rakip bulamayan boksör gölge boksu yaparken âdeta nefsiyle boğuşuyor, onunla bir çekişme hâlindedir, muhalefet ediyordur. İnsanın, ruh ve nefs kutbuyla bezeli insanın bütün hikâyesi ruhunun yanında nefsine yahut nefsinin yanında ruhuna “muhalefet etmek”tir. Bu misalleri böyle ardı ardına sıralayarak varmak istediğim nokta, bizim, bugün herhangi bir kelime ve kavram karşısında ne kadar da donuk bir idrak kavrayışına itildiğimizi anlatmaya çalışmak. Büyük sanatkâr, münekkid ve şâirlerin çoğu, içinde bulundukları toplum şartlarını iyileştirmek için muhalif olmuşlar ve hatta bu tehlikeli vazifeyi, muhalif olmak görevini şeref meselesi dahî saymışlardır.

Şimdi, bu söylediklerimizden yola çıkarak bugün “muhalif” kelimesini ve bu kelimenin etrafında aklımıza geliveren kavramları, mânâları tekraren hatırlamaya çalışırsak, politik arenadaki hır gürün bizi zihinlerimizde en azından bu kavramın aslına dâir nasıl da mahpus ettiğini göreceksiniz. Meseleye böyle baktığımızda zihinlerimizde oluşturulan şeylerin ancak günü kurtarıcı basit politik atraksiyonlardan ibaret sığ çığlıklar olduğunu görüyoruz. Yeri gelmişken, mevcut  iktidarın “muhalif” tarifi ile iktidara muhalefet edenlerin “yandaş” tarifleri arasında her ne kadar derin, uç, keskin farklar var gibi duruyorsa da, azıcık üzerine düşündüğümüzde maalesef bunun sunî bazı tariflerden öteye geçmediği, herhangi bir dünya görüşünü kapsayan mânâsı olmadığı görülüyor.

Böyle olunca da, yani herhangi bir dünya görüşüne, bütüncül bir düşünceye –kısacası, fikre- nisbetle hareket edilmediği için politik meseleler etrafında ortaya çıkan kültür seviyesi de basit tanımlar, kavmiyetçiliği andıran gizli imalar, kuru iltifatlar, bir hafta geçmeden unutulacak iddia ve ithamlar etrafında beliriyor. Mevcut iktidarın bugün anti-Amerikancı politikasına destek verirken sokağımızın hemen başında tiner çeken gençlerimizin aynı iktidarın bir ayıbı olarak durduğunu rahatça söyleyebileceğimiz, doğruya doğru eğriye eğri diyebileceğimiz bir politik ortam mahrumiyeti yaşıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, aynı tinerci gençleri malzeme yaparak Amerikan seviciliği etrafında bu politik atmosferi enikonu rezilleştiren “muhalif”lerin iyice daralttığı bir idrak çerçevesini, bu irfan yokluğundan kaynaklanan tıkanıklığı ancak bir dünya görüşüne nisbetle ifadelendirebilirsiniz…

Tam bu esnada bir parantez açarak şu hususu not düşelim:

Batılılar tarafından kendisine “üçüncü dünya ülkesi” tarifi yapılarak “parya” rolü biçilmiş devletlerin/milletlerin hafızaları pek zayıf olmakla kalmayıp sadece gördüklerine, önündekilere inanmak gibi büyük bir zaafları da var. Misalleri çoğaltmak mümkün olsa da, herkesin bildiği meseleler olarak sadece iki tanesi neyi kastettiğimizi ifade edecektir. 2008’de “Ergenekon” kelimesi tüm haber bültenleri ve politik arenanın, evlerimiz ve kahvehanelerimizin her yanında uçuşmaya başlamış ve bu rüzgâr dört sene sonra sanki hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi kayboluvermişti… 2013’de ise “Ergenekon” yerini Fetö’ye devretti; “Fetö” olarak ifade edilebilmesi dahî hafızam beni yanıltmıyorsa 2-3 seneyi filan buldu. Şimdi beşinci yılını tamamlarken o da yavaş yavaş popülaritesini kaybediyor. Tam on senedir biz memleket olarak bütün enerjimizi bu iki meseleye sarf etmekten, bunlar ile uğraşmaktan başka hangi esaslı problemlerimize bir çare bulduk? Eğitim? Kültür? Teknoloji? Sanayi? Hukuk? İktisat? Aile? Vesâire vesâire?.. Batılı devletlerin esas numarası daima bu türlü aldatmacalarla ilerlemiştir; size, karşı olabileceğiniz bir malzeme vererek asıl alakalanmanız gereken hususları basit göstermek hokkabazlığı. Yahut bu husus da içinde olmak üzere, uğraştığınız mevzudan başka hiçbir mevzuya bakamayacak derecede sizi ona kilitlemek… Son 200 senedir Batılıların politik atraksiyonlarının tamamı bizim gibi memleketlere karşı bu türlü bir hokkabazlık numarasından ibaret olmuştur; yeter ki, bu illüzyonu üzerine uğraşmayı değecek kadar mühim bulup geriye kalan diğer mühim problemleri gözden kaçırmaya niyet etmeye yahut önündeki malzemeden başını kaldırmaya takati olmayan politikacılar oluversin! Oysa ta en başında asıl uğraşmamız gereken problemleri çözebilmiş olsaydık, şimdi çözmek zorunda kaldığımız problemlerle uğraşmak zorunda kalmayacağımızı düşünen kaç politikacı gördük? Bu meselenin anlaşıldığını varsayarak mim koyduğumuz noktaya dönelim…

Politik sahada gördüğümüz ve bize akseden tarafıyla muhaliflik kavramının giderek değiştiği ve etrafında üretilen politikaların sunîliği her iki taraf için de vahim bir manzara arz etmektedir. Lafı uzatmadan, eğip-bükmeden bugünkü iktidar-muhalefet karşıtlığının temel mantalitesinin ne olduğunu ortaya koymak gerekirse, iktidardakiler, işi üzerinde ehil de olsa kendisinden olmayanı dışta tutma politikası güderken – misalen TRT’de yayınlanan Leyla İle Mecnun gibi Türkiye standartlarını aşan bir TV dizisi, oyuncularının Gezi Parkı Eylemleri’ne destek vermesi sebebiyle bir anda yayından kaldırılıvermişti- diğer yandan, muhalifler de aynı muameleyi iktidardakiler ve sevenlerine yapmak için iktidarı direkt hedef tahtasına yerleştirmeyi hayatları pahasına yeğliyorlar. Bugünkü muhaliflerin çoğunun iktidardayken yaptıklarını bildiğimizden, yaptıklarının yapacaklarının teminatı olduğundan müşahhas misaller vermeye gerek yok; hatta bugünkü iktidar, kendisine muhalif olanların aksine, kendi çevresine bugünkü muhaliflerin çeyreği kadar olsun yer açmadığı sebebiyle bile suçlanabilir. Her iki tarafın aynı bataklıkta, dünya görüşü mahrumiyetinden mütevellit temel politik hedefsizliğin içinde kıvrandığını rahatça söyleyebiliriz; yani, iktidar, politik hamleleriyle kendisine “muhalefet” ismini verenlerin rezaletini, muhalefet ise, sosyal ve siyasî projeleriyle iktidarın temel hedefsizliğini ortaya çıkarabilirdi. Bu bakımdan sanki aralarında gizli bir mutabakat varmış gibi memleket idare etme işinin en can alıcı noktalarına hiçbir zaman değinmemeleri gayet manidar…

Mevzumuzu toparlarsak, bugünkü politik atmosfer –her zamanki gibi- aşırı gerilmiş vaziyette ve bir muhaliflik-yandaşlık giyotini altında ilerlemektedir. Hür kâidelere ulaşmak isteyen memleketlerin sosyal problemleri ele alan ve çözüme kavuşturan gündemleri olmalıdır! Gündemi değiştirmek demek –hem iktidar hem muhalefet adına- yeni bir sahte kavga meselesi bulmak değil memleket için faydalı olabilecek bir saha hakkında kavga edebilmeyi göze almaktır. Yapılmasına en az bir buçuk sene kalan seçimler için bugünden kavgaya tutuşan, ancak aynı hassasiyeti eğitim, hukuk, iktisad ve sosyal diğer meseleler üzerine göstermeyen politikacıların vaziyetine bakınca, memleketin asıl bunlardan kurtarılması gerektiğini düşünmeden edemiyor insan.

Yazının girişinde, II. Abdülhamid’in Han’dan bahsetmiştim. Şimdi mevzuyu ona bağlamanın sırası geldi; bugünün hem iktidardakilerini, hem de muhaliflerini utandıracak ve her vicdan sahibi insanın gözlerini nemlendirecek şu sahneye ne buyurulur:

“Kendilerine Jön Türkler denilen kimseler aslında üç -beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa'da benim aleyhimde çalışmışlar -benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden- yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu -büyük devletlere arkalarını dayayarak- buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir tesirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi... Fakat ben buna rağmen, kendileri ile alakalandım. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bazı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesi ile büyücek yardımlarda bulundum, bazı kimselerin memlekete para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefeti -yanlış da olsa- namuslu kalsın diye!..”

Baran Dergisi 575. Sayı