1980’li yıllarda başörtülü kadınların görünür hale gelmesi, Türkiye’de rejim tarafından hoş karşılanmadı. Üniversitede başörtülü kadınların yoğun bir şekilde boy göstermesiyle bu rahatsızlık yasakları getirdi. Tartışma o günlerden bugünlere kadar renk değiştirerek sürdü. 90’lı yıllarda yoğunlaşan tartışma sert tedbirlerle yoluna devam etti. Yasaklar İmam Hatip Liseleri’ne kadar ulaştı. Ülkemizde rejimin beka sorunlarından biri haline geldi. 28 Şubat Darbesi’nin ana maddelerinden biri de başörtüsüydü. Direnen ve başını açmayan kadınlar okullarını okuyamadı ve “kariyer” yapamadı. Başını açmayı tercih eden kadınlar, okullarını bitirdiler, kariyerlerini tamamladılar ve bugün iktidar partisinin yer açtığı alanlarda görev yapmaya başladılar.

Ak Parti iktidarı ile birlikte bazı kadınlar, başörtüsünün siyasetini yapan insanların iktidarda olduğunu ve başörtüsünün bir partinin simgesi haline geldiğini söyleyerek başlarını açtılar. Bu 2005’li yıllarda meydana geldi. Bazı gazeteci-yazarlar, bazı akademisyenler bunun öncülüğünü yaptı. Gazetelere röportajlar verdiler. Ağca’nın nişanlısı ve Müfit Gürtuna’nın karısı bunlardan öne çıkanları idi. Aslında bu başka bir tartışmanın alttan alta yürüyen tezahürüydü. Bu kadınlar “başörtüsü”nün farz olmadığını, Kur’an’da bununla ilgili bir emir bulunmadığını savunuyorlardı. 

Aynı yıllarda Ortadoğu kökenli Amerikalı bazı aktivist veya yazar, akademisyen Müslüman kadınlar başlarını örtüp açmanın bir şey ifade etmediğini göstermek için basının önünde başlarını açtılar. Basının flaşları önünde namazlarını başı açık kıldılar. Bunların öncülüğünü Amina Vedud yaptı. 

Türkiye’de de bunun küçük bir kesim içinde karşılık bulduğunu gördük. Bazı ilahiyatçılar başörtüsünün farz olmadığını, Kur’an’da buna dair bir hüküm bulunmadığını söylediler. Bazı çevreler, mesela, Taavvuf’u Şeriat’ten ayrı bir inanış biçimi olarak benimseyen çevreler, başörtüsünün Müslüman kadının tesettürü olmadığını söylediler. Kimisi “Türk kadını başını örtmez” demekten imtina etmedi. Adnan Oktar ve çevresinin görünüşe çıkardığı ve karikatürize ettiği bu anlayış aslında hepsinin dayandığı temelin ortak olduğunu gösteriyordu: “Kur’an’da başörtüsü emri yoktur.”

Geçtiğimiz yıl “Yalnız Yürümeyeceksin” isimli bir platform, sosyal medyada başını açan kadınların hikâyelerini yayınlamaya başladı. Yayınladıkları hikâyelerde ortak birkaç cümle geçiyordu: “Rüzgârı saçında hissetmek” gibi. Bu argümanı okuduğumda, hafızamı yokladım ve nerede gördüğümü hatırladım: Marnia Lazreg…

2009 yılında Amerika’da yayınlanan “Tesettürü Sorgularken” isimli kitabında Marnia Lazreg, “Müslüman Kadınlara Açık Mektuplar” başlığı altında, tesettürün İslami bir emir olmadığını, erkeklerin bunu kadınlara dayattığı tezini anlatıyordu. (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği alanında çalışan Lazreg, bir sosyoloji profesörüdür.) Marnia Lazreg’in yazdıkları “başını açma” merasimlerinin nasıl “aynı argüman” ve “aynı tezlerle” hatta “aynı sloganlarla” ülkemizde de uygulamaya koyulduğunun göstergesi. Kitapta baskıyla (gelenek ve aile baskısı) örtünen kadınların Avrupa’ya gittikten sonra açılmalarının hikâyelerini anlatıldığı gibi, baskıyla değil de inancıyla örtünen kadınların da inançları sorgulanıyor. O hikâyelerde de “rüzgârı saçında hisseden” kadınlar var her nedense…

Kitapta, “Kadının örtünerek bedenini reddetmesi”, “erkeklerin arzularından korunmak için örtünmesi”, “tesettürün bir ceza gibi uygulanması”, “başörtülü kızların yaşıtları gibi koşup eğlenememesi”, “sıcak havada terleyip durması”, “İslam’da tesettürün bir farz olmaması” gibi konular üzerinden tartıştığı tesettür şöyle bir manifestoyla reddedilir:

“Tesettür giymemek, Batı’nın bir başarısı değildir. Bu kadınların kendilerini insan olarak düşünmelerini zorlaştıran bir geleneğe karşı, kadınların kazandığı bir başarıdır. Tesettür giymek Müslüman karşıtı önyargıya karşı bir darbe değildir. Kadınların özgürlük ve bilincin özerkliği ile bedenlerini ahlaki olarak kötüleyen düzenlemeleri tartışmasız kabul etmeyi birbirinden ayırt edebilme kapasitesine bir darbedir. Tesettür giymek, İslamiyet’in iftiracılara karşı zaferi değildir. Şu anki tarihi bağlamda tesettür İslamiyet’i bir akide düzeyine indirger ve insanın önemini yoksullaştırır. Kadınların kendilerini ve tabii erkekleri de tesettürden kurtarma zamanı geldi.”

Bu söylemlerin aynısını “Yalnız Yürümeyeceksin” platformunda yayınlanan hikâyelerde görmek mümkün. BBC gibi yabancı medyanın da geniş yer verdiği bu hikâyeler, içerdikleri argümanların benzerliği ile bir projenin ürünü olduğunu ele veriyor. 

Ülkemizde eşinin isteği veya baskısı ile başını açan kadınlar olduğu gibi, eşinin veya ailesinin isteği ile başını örten kadınlar da vardır. Fakat bunların toplumun geneline yaymak ve her başörtülünün baskı ile örtündüğünü veya açıldığını söylemek abesle iştigaldir. 

Fakat ne oldu da birdenbire yerli ve yabancı medyanın ilgi odağı haline geldi “başını açan, saçında rüzgârı hisseden kadınlar”? “Yalnız Yürümeyeceksin” platformu her ne kadar “biz bir proje değiliz, aynı dertleri yaşayan farklı fikirlerden bir grup kadınız” dese -ve velev ki bu doğru da olsa- maalesef Müslüman Kadınlar üzerinden bir projenin hayata geçirilmesi için elverişli bir ortam sağladılar. 

Elbette tüm bu argümanların din ve dünyayı ayıran “laik” bir anlayışın ürünü olduğunu söylemeye gerek yok. Hürriyetten adalete, insandan dünyayı algılayış biçimine kadar, ödünç alınmış kavramlarla düşünmenin, insanı ne kadar savurabildiğinin küçük bir örneğini yaşıyoruz. Kadının bedenini örtmesi, özellikle saçlarını örtmesinin bir hürriyet kısıtlaması olarak lanse edilmesi mesela, ne kadar yüzeysel bir anlayıştır?..

Başını açan kadın, ne kadar zorlu süreçlerden geçtiğini, başını örttüğünde kendini ne kadar kısıtlanmış hissettiğini, dinin bunu emretmediğini öğrendiğinde (!) ne kadar mutlu olduğunu söylerken, neyin derdini ve sıkıntısını yaşamaktadır? Tesettür kadını kısıtlayan, hürriyetini elinden alan, bedenini yok sayan bir şey midir? Bunları söylediği anda tesettürlü kadınları aşağıladığını anlamayacak kadar akılsız mıdır? Elbette hayır. Bu söylemlerin hepsi bilinçli olarak dizayn edilmektedir. Özellikle sosyal medyada başörtülü ve başı açık fotoğraflarını paylaşarak “tasdik” bekleyen kadınların acınası “varoluşu”, “kendi seçimimizle örttük, kendi seçimimizle açtık” diyen neşeli kahkahaları, ne yazık ki, insanın kendi varoluşunu, hürriyetini, sunulan, özendirilen, cicili bicili paketlenen bir hayat tarzına feda etmesinden başka bir şey değildir. Kapitalizmin “benim hayatım, benim seçimim” şeklindeki reklam sloganını, hayat düsturu haline getiren bir anlayışa ne yazık ki sadece acımak gerekir.

Başını açmak isteyen bir kadın, gidip sessizce başını açar ve hayatına istediği gibi devam eder. Buna kim ne diyebilir? Ama bunun toplumsal bir acı, bir travma, bir problem gibi burnumuza sokulmasının altında “iyi niyet” aramak için fazla saf olmak gerekmez mi? 

Rockefeller bursuyla akademik kariyerini tamamlamış, Batılı tedrisattan geçerek, Müslümanlığını Batılı normlarla, kavramlarla dizayn etmiş Cezayir asıllı Marnia Lazreg gibi kadınların Müslüman kadınlara akıl vermesinin, tesettürü sorgulamasının ve tesettürün “inançla” ilgili olmadığını yazıp söylemesinin altında “iyi niyet” mi vardır? 10 yıl önce yayınlanmış bir kitaptaki söylemlerin aynısının ülkemizde “saçında rüzgârı hisseden” kadınlar tarafından dile getirilmesi (!) tesadüf müdür?

Batının “yeni insan” projesi olan “Toplumsal cinsiyet eşitliğinin” bir ayağı da “tesettürün reddi”dir. Kim ne kadar “masum bir tercih” olarak lanse ederse etsin, “başını açma-saçında rüzgârı hissetme” kampanyası masum tercihlerin manipüle edilmesinden başka bir şey değildir.


Baran Dergisi 629. Sayı