Geçtiğimiz günlerde Libya’dan İtalya’ya mülteci taşıyan üç geminin ardı ardına Akdeniz’de alabora olması neticesinde binden fazla göçmen boğularak hayatını kaybetti. Az değil “1000” kişi… O kadar kanıksamışız ki bu tip haberleri, söylerken o kadar rahat söylüyoruz ki, dinleyen o kadar doğal karşılıyor ki; vicdan müessesesinden zerrece eser kalmamış.
Aslına bakarsanız “mülteci sorunu” diye bahsedilen konu yeni bir problem değil. Senelerdir tartışılan ve bir türlü çözüme kavuşturulmayan problemlerden biri. Ortadoğu’da, Afrika’da, Asya’da varolan sorunları çözmek yerine daha da kaotikleştirilen ortam ve çatışmalar son yıllarda daha çok insanı evinden barkından edip ve ilticaya zorluyor. Bu da problemi içinden çıkılmaz bir hâle getiriyor.
Yurdundan Olmuş “8,3 Milyon” İnsan Daha...
Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’nün 2013 yılı mülteci raporuna göre, dünya genelinde kendisine yeni vatan arayan insan sayısı, bir önceki yıla göre 8,3 milyon kişi artarak, 33 milyon 300 bine ulaşmıştı. 2008 yılında bu sayı 15.2 milyondu. Yeni vatan arayışı içinde olan insanların en çok tercih ettiği ülkelerse, gelişmekte olan ülkeler…
Göçmenlerin gelişinden en fazla rahatsız olanlar ve sesi en fazla çıkanlarsa, dünyayı bu hâle sürükleyen ve insanların iltica etmesine sebep olan kendileri değilmişçesine, Batılılar. 2013 yılında Avrupa’nın en fazla göç alan ülkeleri olan Almanya’ya 109.600, Fransa’ya 60.100, İsveç’e 54.300, İtalya'ya 27.800, Yunanistan'a ise 8.200 başvuru yapıldı. Bu sayı, 2014 senesinde Almanya’da %58 artarak 173,100’e ulaştı. Almanya’dan sonra en fazla yeni başvuru alan ülke ABD oldu. 2014’te ABD’ye yapılan sığınma başvurusu % 44 artarak 121.200’e ulaştı. 2013’te 44.800 yeni kayıt alan BMMYK Türkiye temsilciliği, 2014’te 87.800 yeni başvuru aldı. Yalnız buraya dikkat, bu 87.800 kişiye Suriyeli mülteciler dâhil değil. 2015 verilerine göre Türkiye’de 1,7 milyon kayıtlı Suriyeli mülteci var; yani anlayacağınız, Türkiye’nin tek başına kabul ettiği mülteci sayısı, bütün Avrupa’nın hattâ ABD’nin kabul ettiklerinin toplamından daha fazla. Buna mukabil, sesi en yüksek çıkan, mültecilere en kötü muameleyi lâyık gören, mültecilerin topraklarında bulunuyor ve nefes alıyor olmalarından en çok rahatsız olanlar yine Avrupalılar. Batı adamı, inandığı değerlerden asla taviz vermiyor ve kendilerinin dışında kalan milletleri insan yerine koymamaya devam ediyor.
Sömürgecilik ve Barbarlık Çizmesi Altında Ezilen Afrika
Batı’nın, Afrika’ya ve sömürülecek bölge gözüyle baktığı muhtelif yerlere müdahalesi tam olarak doğrudan işgal, katliam ve köleleştirme, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tamamına el koyma ve zihinlere pranga vurma şeklinde cereyan etmiştir. Bugün “3. Dünya Ülkeleri” olarak anılan memleketler, Batı’nın sömürgecilik ve barbarlık çizmesinin altında çiğnenmiş ülkelerdir.
Akdeniz’de boğularak can veren mülteciler bu yazıyı kaleme almamızın da vesilesi oldu… Bu hadiseden yola çıkarak, tarihin yaprakları arasına bir dalalım ve bugün Afrikalı mültecileri ölümle baş başa bırakan Batı insanının, Afrika’yı “yakın tarih” diyebileceğimiz bir geçmişten bugüne ne hâle getirdiğine kabaca da olsa bir bakalım ki; böylece bu insanların ölmek pahasına da olsa vatanlarını neden terk ettiklerini de anlamaya çalışalım.
1492 yılında, İspanya'nın güneyinde kalan son Endülüs şehri Gırnata’nın düşmesiyle beraber, Kuzey Afrika'daki diğer Müslüman yurtları da sıkıntılı bir döneme girmiş oldular. Afrika’da Batılılar tarafından adeta insan avı başlatıldı. Binlerce yerli köleleştirilerek Avrupa’ya götürüldü ve köle pazarlarında satıldılar.
Yaklaşık yarım asır sonra, Osmanlı Devleti’nin bütün Kuzey Afrika’da hâkimiyet kurmasının ardından, Batı’nın bu insanlıkdışı faaliyetlerinin de önü kesilmiş oldu. Bugün Afrika’da, Türklerin gelip onları yeniden kurtarması ümidiyle yaşayan milyonlarca Müslüman’ın bulunmasının bir sebebi de, Osmanlı’nın Afrika halklarını mezalimden kurtarmasıdır. Nitekim,Osmanlı hâkimiyetinin zayıflamaya başlamasının hemen akabinde, kara kıtada zulümler yeniden baş göstermiştir.
Hatırlayalım; 37.000 kişilik Fransız ordusu 14 Haziran 1830’da “Türklerden kurtarmak”(!) için ayak bastıkları Cezayir topraklarında, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar kalmışlardır. Bir asrı geçen bu zaman zarfı içerisinde yüzbinlerce Cezayirli hapsedilmiş, yüzbinlercesi sürgün edilmiştir. Yaklaşık 1.5 milyon Cezayirli ise Fransızlar tarafından katledilmiş; âdeta bir soykırıma tâbi tutulmuştur.
Hatırlayalım; 1890 yılında Kenya ve Uganda’yı işgal eden İngiltere, sadece 1952 senesinde çıkan ayaklanmayı bastırmak için bir milyondan fazla Kenyalıyı katletmiştir.
Hatırlayalım; Belçika’nın, Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu getirdiğini ve çalışmayanları neredeyse ayakta duramaz hale gelene kadar kırbaçlayarak cezalandırdığını... Almanya’nın, Namibya’da isyan ettikleri için 65,000 Herero'yu (toplam nüfuslarının %80’i) ve 10,000 Nama'yı (toplam nüfuslarının %50’si) katlettiklerini…
Batı’nın bizzat yaptığı bu katliamlara, bir de bölgeden fiili olarak çekildikten sonra bıraktıkları işbirlikçi yönetimlerin baskısı ve bölge insanı arasına ekilen nifak tohumları eklenmiştir. Batılı adam ayak bastığından beri Afrika’nın üzerine güneş bir türlü doğmamıştır. Batı, Afrikalıların elinden aldığı kaynaklarla keyif sürerken, Afrikalılar açlık ve sefalet içinde bir hayat yaşamakta ve bir türlü son bulmayan çatışmaların göbeğinde varlık mücadelesi vermekteler.
Batı, kendi yerine bıraktığı kukla rejimlerin miadı dolduğunda da, yine kendi menfaati için kimsenin gözünün yaşına bakmamış, yeni katliamlara girişmiştir. Arap Baharı denen hadise ile beraber başlayan yangını, Ortadoğu’nun ve Afrika’nın bugün alev alev yanmasını büyük bir keyifle izlerken, utanmadan bir de şunu söylemektedir: “Orada ölün de bizim topraklarımıza sakın ola gelmeyin.”
İlginç bir anektodu da bu vesileyle ekleyelim; bugün Afrika’dan Avrupa’ya en çok geçiş Libya üzerinden yapılmaktadır. Oysa ki Libya’ya Batı tarafından müdahale edilmeden önceki Kaddafî döneminde Libya’dan Avrupa’ya mülteci geçişinin sıfır olduğu istatistiklerle sabittir.
Her şey ortada: “Mülteci sorunu” denilen vakanın baş müsebbibi, bu konuda en çok konuşan barbar Batı adamıdır!
İnsan Olmak
Batı insanı kendi dışındaki toplulukları insan olarak bile görmeyen bir zihniyete mâliktir; nitekim bunu Darwinist teoriye dayanarak sözde bilimselleştirmişlerdir. Bu teoriye göre, sadece Batı milletleri evrimini tamamlayarak en yüksek gelişmişlik seviyesine ulaşmış topluluklardır; dünyanın geri kalanı ise evrimsel gelişimini tamamlayıp hâlen “insan” olamamıştır.
Daha 20. yüzyılın başlarına kadar insanlıktan nasibini almamış olmasına mukabil, sadece kendisini insan olarak gören Batı adamının, Afrika’dan getirdiği köleleri sirklerde ve hayvanat bahçelerinde hayvanmış gibi para karşılığında sergilediklerini biliyoruz.
“Mülteci sorunu”nda da, bu zihniyetin hâlen hâkim olduğunu rahatlıkla görmekteyiz. Afrika’dan Avrupa’ya ulaşmak ve yeni bir düzen kurmak umuduyla yola çıkan Afrikalıların kıyıya ulaşmasına müsaade edilmemekte ve Avrupalılar tarafından denizin ortasında ölüme terkedilmekteler. Denizin ortasında, derme çatma teknelerde mahsur kalan bu insanlar, teknelerinin yakıtının bitmesi neticesinde geri de dönemeyerek açlıktan, susuzluktan ve teknelerinin alabora olması, batması neticesinde can vermekteler. Tüm bu sebeplerden dolayı, son 10 yıl içerisinde yaklaşık 20 bin kişi Akdeniz’in sularında boğularak hayatını kaybetti.
Diğer taraftan denizin ortasında ölmek üzere olan insanlara rastlayan balıkçılar ve diğer sıradan insanlar, “insan” olmanın en tabiî teamüllerinden olan ve “gelenek hukuku” içine girmiş “ölüm riski altındaki insanları kurtarma” fiilini gerçekleştirmiyorlar. Çünkü, insanlık vazifesini yerine getiren ve ölümle burun buruna olan mültecileri kurtaranlar, insan kaçakçılığı suçlamasıyla yargılanıyorlar ve teknelerine, bu kişilere evlerini açan veya kiraya verenlerin evlerine aynı suçlamayla el konuluyor. Hatta zaman zaman bazı Avrupalı politikacıların, “illegal yollarla topraklarımıza ayak basan mültecileri vurma hakkımız sabittir” açıklamalarını da hayretler içerisinde izliyoruz.
Libya’ya düzenlenen operasyon sırasında, Akdeniz açıklarında yakıtının bitmesi sebebiyle sürüklenen bir mülteci gemisi NATO kuvvetleri tarafından görülmesine rağmen yardım edilmemiş ve mülteciler açlık ve susuzluktan ölmüştü.
Avrupa Birliği, 2005 yılında mülteci probleminin önüne geçmek için “Frontex” adında bir sınır koruma teşkilâtını hayata geçirdi. Frontex, mültecilerin Avrupa’ya girişini engellemek için Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ni ihlâl eden uygulamalar yapmaya devam ediyor. Yani Batı kendi koyduğu kanunları da tanımıyor.
Batı’nın sadece kendisini“insan” olarak gördüğünü gösteren misallere, dergimizin sayfaları yetmez; o yüzden biz konumuza devam edelim.
Çözüm
İlk olarak “mülteci sorunu” olarak adlandırılan meselenin kaynağını tesbit etmek lazım. Zor durumda kalarak Türkiye’ye sığınan hiç kimse, biz Müslümanlar için sorun teşkil etmez; aksine “başımızın üstünde yeri var” der ve kabul ederiz. Çünkü biz Batılılar gibi tanrıcılık oynamayız, rızkı verenin Allah olduğunu, gelenin rızkını peşinden getirdiğini ve haddimizi biliriz. Dolayısıyla gelecekte yaşanabilecek sosyo-ekonomik problemleri aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Ayrıca biz biliyoruz ki, dünyanın neresinde olursa olsun zor durumda olan insanların vaziyeti, bizim üzerimize vebaldir. İnancımız, örfümüz, âdetimiz bunu gerektirir. Suriyeli mülteciler mevzuunda Türkiye ve Türk halkı üzerine düşeni lâyıkıyla yerine getirmiş, dünyaya ve bilhassa Batı’ya insanlık dersi vermiştir.
Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Kuzey Afrika’da, Orta Afrika’da, Güneydoğu Asya’da vel hâsılı kelâm, Büyük Doğu coğrafyasında Barbar Batı’nın sebep olduğu kaosun neticesi olarak insanlar evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalıyor ve bu uğurda can veriyorlar. Batı, kendi zaviyesinden kendisine lâyık gördüğünü yapıyor. Peki ya biz, üzerimize düşen vazifeyi tam mânâsıyla yerine getiriyor muyuz?
Bu ölümlerin son bulması, dünyanın her köşesinin refaha ve huzura kavuşacağı bir sistemin inşâ edilmesinden geçiyor.
Bugün müesses nizamın baş aktörlerinden olan Birleşmiş Milletler, siyasî sahada olduğu gibi BM Mülteciler Yüksek Komiserliği bünyesi altında sürdürdüğü faaliyetlerde de insanlığın meselelerine çözüm getirmekten acizdir. Bu hususta çözüm üretmek de bizim boynumuzun borcudur... Türkiye öncülük ederek, bir kaç devleti ortak çalışma sahasına çekerse, en azından Akdeniz’de yaşanan mülteci ölümlerinin önü bir nebze de olsa alınabilir. İhtiyacın elzem olmadığı denizlerde konuşlandırılan ve devriye gezen Türk firkateynleri, Akdeniz’in uluslar arası sularına çekilerek mülteciler kurtarılabilir, kurtarıldıktan sonra da yine o bir kaç devletin oluşturduğu ortak kamplara yerleştirilerek, yavaş yavaş sisteme, aslında hayâta entegre edilebilir. Yoksa Allah muhafaza, Akdeniz’in soğuk sularında can veren mültecilerin vebali hepimizin boynunadır. Bu meselenin kökten çözümü de, diğer her meselede olduğu gibi, dünyayı nakış nakış işleyeceğimiz yeni bir sistemin tesis edilmesiyle mümkündür.  
Baran Dergisi 432. Sayı