2016 Haziran ayında Baran Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Kâzım Albayrak Yürüyen Büyük Doğu Sempozyumu’nda bir konuşma yapmıştı. Konuşmasında Üstadın konferanslarına yetiştiğini ve kahramanlığına her zaman hayran olduğunu, bu hayranlığın da kuru bir hayranlık tavrı olduğunu aktaran Albay, Üstad’ın ortaya koyduğu Büyük Doğu İdeolocyası’nın şuuruna GÖLGE ve AKINCI GÜÇ dergileri ile yani Salih Mirzabeyoğlu’nun faaliyetiyle vardığını, bu şuurun da Büyük Doğu’nun İslâm’a Muhatap Anlayışı örgüleştiren bir sistem olduğunu, İdeolocya Örgüsü’nün Salih Mirzabeyoğlu ile anlaşıldığını söylüyor. 

Adam tanımak suratını tanımak veya ne yiyip içtiğini bilmek değildir. Mühim olan o insanın fikrini ve yolunu tanımaktır diyen Albay, "Büyük Doğu dergilerinde bir kapak vardı. Nuh tufanını temsilen fırtınalı bir denizde bir tekne ve teknenin bordasında “Büyük Doğu” yazıyordu. O zamanki şuur seviyeme göre bu bana biraz abartılı gelmişti. Sonra İslâmcıyım diyenler içinde birçok bozuk anlayışları gördükçe ve Büyük Doğu’yu İBDA vasıtasıyla tahkik ettikçe bunun abartılı değil, gerçeğin tâ kendisi olduğunu müşahade ettim" diye konuştu.

Üstad’ı bütün hakikatiyle Salih Mirzabeyoğlu’nun tanıttığını ifadelendiren Albay, fikir, aksiyon ve sanat yönüyle ve bir bütün olarak tanınmasına vurgu yaptı. Albay, "BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışını, istikamet çizgisi olarak görmeliyiz; çünkü doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz! Büyük Doğu davası, onun mimarından öğrendiğimiz şekilde söylersek, pazarlıksız Allah ve Resûlü davasıdır, İslâmiyet’in emir subaylığıdır. Üstad’ın tek kelimesi boşuna değildir, keza Salih Mirzabeyoğlu’nun da. Ehli hâl olan Müslüman bunu anlar. Onların sözlerini kendi sözlerimiz gibi bilmemeliyiz... Üstad’ın 1979 yılında Akıncı Güç kadrosuna kendi el yazısıyla ithaf ettiği –bu mânâyı hedef bilen gençliğin kendine ithaf bileceği- “Işık” yazısına cevaben Salih Mirzabeyoğlu istikametini Akıncı Güç’te şöyle deklare etti ve o zamandan bu zamana, geçen 37 senelik çileli hayatıyla da ispat etti: 'Pazarlıksız olarak kim Allah ve Resul'ü diyorsa biz ondan, o da bizdendir..."

Bu istikamet çizgisini içtimaî, siyasî, beşerî tüm ilişkilerde esas alınması ve insanın nefsine değil, davaya ve fikriyata bakılması ve ileriye doğru insanın kendini derin derin muhasebe etmesi gerektiğini aktaran Albay, "Kısır çekişmelerden uzak durarak, tezatsız bir bütünlük içinde her meselede kendimizi izah etmeliyiz!
Şu hususu belirtmekte fayda var: “Yürüyen Büyük Doğu” meselesi, kurusıkı şuna buna bağlılık meselesi değildir. Bizler, hizip-grup peşinde değiliz, Kurtarıcı Fikir peşindeyiz!.. “Şu bunu yedi, bu onu içti, şunu tuttu, bunu tutmadı!” şeklinde demagojilerle bir yere varılamayacağını biliyoruz. Sistemli fikir yani dünya görüşü peşindeyiz. Üstadın şahidi ve Büyük Doğu davasının perçinleyicisi İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, cezaevinden çıkmasının ardından Haliç Kongre Merkezi’nde fikre susamış coşkulu kalabalığa seslenirken, “yeni dünya düzeni buradan kurulsun!” demiş ve “hepiniz dünyayı fethe namzetsiniz!” hitabıyla misyonumuzla beraber vizyonumuzu da işaret etmişti. Aslında Necib Fazıl’ın misyon ve mânâsını bütün hakikatiyle cemiyet meydanına dikenin Salih Mirzabeyoğlu olduğunu ve İBDA ile “Yürüyen Büyük Doğu” kavgası güttüğünü esasa götüren usûl şartı olarak hassaten belirtelim" dedi. 

Kazım Albay şöyle devam etti;

Büyük Doğu idealini yürütme çilesi çekmeliyiz ki, mirasyedi gibi harcamamış olalım. Ve böylece Üstad’ın yolunu gerçekten bağlı olalım. Tekerleme gibi tekrar ederek değil, öğrenerek, hissederek ve üreterek…

Dünyanın her zamankinden daha çok İslâm’a muhtaç olduğu bu demlerde inşallah bizler de savunma psikolojisinden çıkarak, fikirde, fiilde ve sanatta taarruza geçer, Allah’ın halifesi misyonumuzu ve memuriyetimizi yerine getiririz. İslâm’ın rönesansını-yeniden doğuşunu, Büyük Doğu ve onun yürüyen hâli ile gerçekleştiririz. Ve Üstad ve Kumandan’ın bize kattığı fikir ve duygu derinliği ile davamızı cemiyete nakşederiz. Şunu unutmayalım ki, bir ideal ve meselesi olmayanlar ister istemez kendi nefslerini mesele ederler. Meselesini ve heyecanını kaybedenler ise dedikoduya düşerler. Ruh adalemiz her daim genç olmalıdır.
En başta ihlasımızı, dava aşk ve vecdimizi taze tutmalıyız. Çünkü ihlas olmayan hiçbir yerde tekamül de olmaz. Amaçlarımız temiz olursa ve gayreti de elden bırakmazsak Allah’ın bize nasip edeceğine inanmalıyız. Bu kültürden aldığımız pay nisbetinde zevkimiz ve istidadımız artacak, kaybettiğimiz nur, mümin gözlerde yeniden yuvalanacaktır.

İslâm düşmanlarına karşı ise buğzumuzu kaybetmeyelim. Çünkü düşman olarak hedefimizin kalmaması iman zaafına yol açabilir. Allah’ın sevmediklerini sevmemiz çok büyük tehlikedir. 

Üstad’ın üzerinde hakkı olmadığı hiçbir münevver ve sade Müslüman yoktur. Ve biliyorsunuz ki Üstad vasiyetini mukaddesatçı gençliğe ısmarlamıştır. Manevî mirasçısı gençliğe. Ve Üstad’ın vasiyetnamesinin son bölümünü birlikte hatırlayalım:

“Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız. Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!”

“Beni de Allah ve Resûl aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

Evet, hatırlayalım, zikredelim ve nur yolu izde gidelim. Boy aynamız ve fikir nisbetimizi muhafaza edelim, emaneti yeni nesillere aktaralım.

Kaybettiğimiz ruh ve heyecanı Üstad’ın fikir ve aksiyonundan ve onun canlı hâli Salih Mirzabeyoğlu’ndan izlemeliyiz. Çünkü bu dava sahipsiz kalmaz ve kalmayacaktır. Yeter ki biz oluş ve arayış içinde olalım. Üstad’ın vasiyetinde de işaret ettiği üzere, Allah düşmanları ile Batıcı ve seküler bir düzende beraber yaşamak değil, İSLÂM’IN DÜZENLEYİCİLİĞİ altında onlara yer göstermemiz gerekiyor. Üstad’ın ve Kumandan’ın mücadeleleriyle örnek oldukları üzere, asil davaya mahkûm tavır yakışmaz. Hâkim olmazsak mahkûm oluruz. Bunu hiçbir zaman unutmamalı ve fikirde, fiilde, sanat ve estetikte donanımlı olmalıyız.

Estetik, yani güzellik, bedî ölçüsü… Güzellik, doğru ve iyinin, tek kelimeyle hâkikatin zarafet ambalajıdır. Nasıl ki güzel bir yemeği çirkin kaplarda sunamayız, nasıl ki İslâm dâvâsı kaba ağızlarda anlatılamaz, o kadar mühim. Hepiniz müşahede etmişsinizdir. Estetik kaygısı olmayan insanlar son derece rahatsız edicidir.

Üstad’ın, “umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi ‘İslâm’da estetik’ planı başa alsın… Zira güzellik, hesap ve kitap sordurmadan, yakalayıcı, zapt ve fethedicidir” sözlerini dikkate alarak bu mevzuyu hem hayatımızda, hem böyle çalışmalarda başa almalıyız. Estetik mevzuundan “güzellik olsun” diye değil, hâlimize giydirmek maksadıyla bahsettiğimi farketmişsinizdir. Bu açıdan Mevlüt Koç gönüldaşın Aylık dergisinin bu ayki sayısında (Haziran 2016) yayımlanan “Zevke Dâir” yazısını da okumayanlar için hatırlatmak istiyorum.
Çağımızın getirdiği bir hastalık mıdır, yeni nesilde sıkça görüşen bir arıza mıdır, bilmiyorum. 

Bağlı olduğumuz fikriyatı bir marka, bir etiket olarak taşımak değil, onu özümsemek ve kalbimizde duymamız gerekiyor. Aksi takdirde özü sözü bir olamayız. Kendinden oluş ifadesi olarak, ideolocyamızı eşya ve hadiselerde bir projektör olarak gezdirebilmeliyiz. Zaten iman davası da zevken idrak olarak her an oluş ve yenileniştir. İmanın tazelenmesi budur. Zaten sanat da hep yeniden inşâ etmektir. Davamızı nefsimizde tüketmek değil, dilimizde tekerlemeye döndürmek hiç değil, onun zevk ve heyecanını duyarak, onunla zenginleşirken aksiyonumuzla da davamızı zenginleştirmeliyiz. Bir fikre mensup olmak, eşya ve hadiselere yorum olarak ve insan ve toplum meselelerine çözüm olarak zaruret arzeder. Onun için fikri bünyeleştirmek gerekiyor.

Şunu da kendimize soralım ki, kendimizi değiştirmeden, sistemi değiştirmek ve dönüştürmek ne derece mümkün olur? Yukarıyla bağlantılı bir hususu daha belirtmek istiyorum: Düşmanlarımızı tesirsiz kılmak için onları iyi tanımalıyız. Dostlarla yarenlik değil, düşmanı sıçrama tahtası yapmalıyız. Osmanlı, rakip imparatorluk tarafından bir mimarî yapı inşa edilse onu takip edip hemen daha üstününü inşâ ederdi. Düşmanını bu kadar yakından takip eder ve onu ezerdi. Tabiî ki yükseliş devirlerinde böyle idi.