İlk kez 1991 yılında dinlemiştim bu Fransızca şarkıyı ve çok sevmiştim, “adieu jolie candy”… Jean Francois Michael’in söylediği, 60’lı yıllara ait, hüsran ve ayrılık acısıyla dolu bu şarkı, o yıllarda dinleyenleri çok etkilemiş olmalı… İbda Mimarı da 18 yaşındayken bu şarkıyı oturduğu apartmanın kapısında ıslıkla çalmaya başlarmış, dairesinin kapısında tamamlarmış. Müziğe karşı hassasiyetini bildiğimiz İbda Mimarı’nın sevdiği bu şarkıyı seviyor olmanın mutluluğu yanında, terk-i dünya etmiş bu inanılmaz güzel adamın ardından dinlemenin ve ona elveda demenin acısı…

Evet hayatta tanıdığım bu en tatlı, en güzel, en latif insan, çilesini ve dünya hayatını tamamlayıp ebedi aleme göçtü. Tepemizde güneş gibi ışık saçan, sıcaklığıyla adeta bize hayat veren ve bize kendisini sevme hakkı tanıyan İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, biz bir türlü kabullenemesek de “her nefs ölümü tadıcıdır” ilahi hükmünün gereği olarak ölümü tattı ve dünyamızı terk edip gitti. Bütün sevenlerini yıkan bu hadise ne yazık ki gerçek. Benim gibi nefs-i emmare seviyesindeki insanlar için onun gölgesi altındaki rahatımızı da yıkıp geçen bu gerçek, ona ram olamadığımız ve onu anlayamadığımız için çok ağır geldi belki de. Gerçek dava adamları için belki bu kadar ağır gelmemesi gereken bu hadise gösterdi ki, o yokken hiçmişiz. Tabiî ki bu acıyı küçümsemek kastım yok, bunu nasıl yapabilirim? Onu az veya çok seven herkes onun yokluğunun acısını duyar, duyacaktır da. Çünkü onu sevmek de onun bize ulaştırdığı cazibe sayesinde yine ondandır ve şu kadar milyar insan yığını içinde onu sevmek nasibine ermiş insanların ona duyduğu muhabbet de, onun ardından hissettiği acı da mukaddestir.

Hepimiz biliyoruz ki onun bıraktığı miras dipdiri hayattadır. Geride kalan sevenleri için hayat devam etmektedir ve yerine getirmeleri gereken memuriyetleri de omuzlarındadır. Bunu böyle söylerken “hadi arkadaşlar çalışın” der gibi bir ukalalık kastından Allah’a sığınırım. Ayrıca kendilerinden çok aşağıda olduğum, mücadele azminden vaz geçmeyerek, onun mukaddes davasına hizmetkarlıktan başka paye tanımayan gerçek dava adamlarına hürmetlerimi ifade etmeyi de borç bilirim. Öte yandan sünnet inkarcılarının “o tebliğini yaptı gitti” gibi galiz bir ifadeyle Peygamber Efendimizi (s.a.v.) haşa postacı seviyesinde göstermeye çalışmalarına benzer şekilde İbda Mimarı için “yüzyıl İslâm diyalektiği”ni tebliğ edip gitmiş gibi anlaşılabilecek bir yanlışa düşmekten de korkarım. Şüphe yok ki o Allah’ın sevdiği ve seçtiği bir insandı ve muhakkak onu sevenler üzerinde tasarruf gücü ve hakkı da vardı. Her ne kadar aslolan onun eserlerini anlamak olsa da, onu tanımak nimetinin, değeri takdir edilemeyecek kadar büyük bir devlet olduğuna inananlardanım. Ve yine inanıyorum ki, onun gibi insanların tasarrufu ölümleriyle kesilmez, hatta daha da güçlenir. İbda Mimarı’nın ardından güzelleme yapıyor durumuna düşmemeye çalışarak ve keramet pazarlar gibi olmamak kaydıyla ifade etmeliyim ki, hayatı boyunca İslâm davası için ölesiye çalışmış, asırlardır Müslümanların en zaruri ihtiyacı olan tefekkür açığını kapatmış ve bu uğurda akıl almaz çilelere katlanmış, hem de hiç şikâyet etmemiş bir insanın üstünlüğü ve yüceliği bedahet çapında açıktır. Üstelik son nefesini küfür saldırısıyla vermiş ve şehadet makamına da ulaşmıştır. Böyle bir insanın tasarruf gücü olduğunu iddia etmek değil, tersini düşünmek akıl dışı sayılmalıdır. Allah intikamını almayı nasib etsin.

Değerli gönüldaşım ve ağabeyim Kazım Albayrak’ın kaydettiği üzere, İbda Mimarı bizzat sağlığında bildirmiş ki, herkes onun eserlerini anlamaya gayret edecek ve kendi anlayışı nisbetinde çalışmaya devam edecek. Zaten İbda Mimarı’nı sevenler ve davasını anlamaya çabalayanların çabucak bu tarz bir anlayış sergilediklerine açıkça şahit olunmuştur. Peki İbda Mimarı’nın ölümünün anlamı nedir? İslâm inkılabının bizzat onun önderliği altında gerçekleşeceği hayaliyle yaşayan bizler yahut benim gibiler için sanki kıyametimiz kopmuş gibi ağır gelen bu hadise ne anlama gelmektedir? Şahsen bunun cevabını gönüldaşlardan beklemek ve görüşlerini dinlemek isterim. Kendi aciz idrakımla en çok merak ettiğim ve mânâsını anlamak istediğim şey budur. Kendimce bir önerme olarak bulduğum ve tartışılmasını beklediğim sorunun kendi açımdan cevabını burada beyan etmek isterim. İbda Mimarı’nın ölümü bir ayniyetin iki kanadı halinde Büyük Doğu-İbda’nın mükemmel şekilde tamamlanması mânâsına gelmektedir. Ölümü, “mükemmel şekilde bitirmek” anlamında ifade eden İbda Mimarı, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın ölümünün, onun yaptığı işi mükemmel şekilde bitirmesi olduğunu ve netice olarak İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu doğurması anlamına geldiğini ifade etmiştir. Yani Necip Fazıl’ın ölümü Salih Mirzabeyoğlu demektir. Büyük Doğu Mimarı, açtığı yolu menziline ulaştıracak kişiyi bulmuş, onu yetiştirmiş, teçhiz etmiş ve vazifesini ve çilesini tamamlayarak ahirete göçmüştür. Onun ardından gelen İbda Mimarı, Büyük Doğu’nun mukadder oluşu demek olan İbda’yı örgüleştirmiştir. İbda Mimarı da ölümüyle kendi vazifesini mükemmel şekilde bitirmiş ve asırlardır Müslümanların en zaruri ihtiyacı olan “İslâma muhatap anlayış” davasını mükemmel şekilde inşa edip tamamlamıştır. Artık İslâm inkılabının anahtarı da bilkuvve mevcut demektir. Bundan sonra beklenmesi ve olması gereken ise idrak ehli fikirciler ve aksiyon adamları vasıtasıyla bu davanın görünür ve hissedilir şekle yani  müşahhas hale getirilmesi, hakim kılınıp tatbik edilmesidir. Tefekkür ve “İslâma muhatap anlayış” davası bu iki büyük mütefekkir eliyle hall ü fasl edilip bitirildiğine göre beklenmesi gereken şey de bu olmalıdır. Belki onlar gibi büyük bir zat yahut idrak ehli bir kadro eliyle yapılmasını bekleyebileceğimiz bu hadise, fikrî olmaktan ziyade amelîdir. Büyük Doğu-İbda üzerine belki mimarları çapında büyük bir adam gelse de bir taş koyamaz bence. Çünkü Büyük Doğu Mimarı’nın tıpkı “içtihad edilecek mesele bırakılmış olmadığından o makamda bir zat gelse de içtihad edecek mevzu bulamaz” mealindeki kaziyyesi gibi, büyük bir mütefekkir için de Büyük Doğu-İbda üzerine inşa edilmesi gereken fikrî bir mesele bu iki büyük insan tarafından bırakılmamıştır ve gelecek bir mütefekkir için de onlara uymak ve onların yolunda çalışmaktan başka iş kalmamıştır. Şöyle bir örnek vererek önermemi daha açık hale getirebileceğimi sanıyorum. İmam Gazali Hz. müceddid idi. Onun yaşadığı devir Selçuklu Devleti’nin koca bir imparatorluk halinde hakimiyet tesis ettiği bir devirdi. Yüce imam, zamanının en büyük fitneleri olan bid’at ve felsefe sapkınlıklarını ilim ve fikir yoluyla yıkıp, eserleriyle ehli sünnet itikadını sistemli şekilde yeniden ortaya koydu. Onu baş tacı eden Selçuklu Devleti hem bid’at ehliyle kılıçla savaştı, hem de Nizamiye medreselerini kurup İmam Gazali’nin eserleri etrafında tedris verilmesini sağlayarak üstü örtülmüş ehli sünnet inancını açığa çıkardı ve hakim kıldı. Batı literatüründe “Sünni Rönesansı” olarak geçen bu hadise, içinde bulunduğu şartlar açısından Büyük Doğu Mimarı’nın kendisiyle benzerlik kurduğu İmam Gazali’nin bizzat kalemiyle kazandığı zaferdir. Verdiği eseri ve yaptığı tecdidi amelî planda işleyerek hayata geçirmek şerefi de Selçuklular’a nasib olmuştur. İbda Mimarı’nın inşa ettiği “İslâma muhatap anlayış” davası da Allah bilir böyle idrak ehli insanlar eliyle kuvveden fiile çıkacaktır. Belki onun cazibesi ve ikramıyla onun mücadelesi içinde yer tutma nasibine ermiş insanlar eliyle, belki bu insanların toplum ve güç sahipleriyle kuracağı köprülerle, belki de ilahî nasiple sevk edilecek mümtaz insanlar eliyle.

Kendi aciz idrakımla kendi düşüncelerimi ifade ettim ve kendi açımdan en çok merak ettiğim meseleyi kurcalayıp bir önerme ileri sürdüm. Aklımın alamayacağı kadar büyük ve güzel bir insanın ardından kalem oynatmak haddim olamaz. “Tenkidi ehline aittir” ölçüsüne benzerlik içinde takdiri de ehline aittir ve İbda Mimarı’nı ancak onun gibi büyükler hakkıyla anlatabilir. Tabiî ki onun hakkında yazan değerli gönüldaşlarımı ve gençliğinden beri onunla adeta kader arkadaşı olmuş büyüklerimi incitmek kastım yok. Onlar İbda Mimarı’nın mirası ve hatırası için uğraşmaya devam eden gönüldaşlar ve baba dostlarıdır. Sadece onun cazibesine kapılmış olma nasibinin arkasına saklanarak davrandığım bu teşebbüsü mazur göstermek için böyle konuştum ve bu söz de kendi durumumu ifade etmek kastından başka anlam taşımamaktadır. Burada aklımı en çok kurcalayan meseleyi dile getirip tartışmak istedim. Yazdığım her kelimeyi ve öne sürdüğüm iddiayı gönüldaşlarımın tenkidlerine ve takdirlerine samimiyetle sunuyorum. Farklı düşünen veya tamamen reddeden de olabilir. İbda Mimarının “dayanışmalı fikir oluşumu” esprisine ihlasla bağlı olma gayreti içinde dürüstçe konuşulsa gerekir diyorum.

Elveda demişsem de cennette merhaba deme duasıyla…


Baran Dergisi 595. Sayı