Zahir ve bâtın ilimlerinde kâmil, büyük âlim ve büyük veli… Ölümünden sonra da irşada devam eden… Altun Silsilenin 33. halkası; tesbihin son tanesi. Başı sona bağlayan ve ahir zamana işaret eden… “Büyük İrşad Kutbu”…
En kritik dönemde yaşamış, Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyetin kuruluşunu idrak etmiş, ümmetin ızdırabını derinden duymuş, fizîki ve ruhî çileler çekmiş, küfür dönemini imân dönemine döndüren-döndürecek olan zat. Küfür ve dalaletin en alt noktada zirveleştiği 20. asırda, dairenin en üst noktası olarak iman ve irşad kutbudur. Böyle zatlar uzun zamanda bir gelir.
Azgın küfür döneminde Necip Fazıl gibi bir silahı yetiştiren ve cepheye süren zat. İlahî memuriyet gereği mürid halkası dar çerçevede kalarak ve temkin makamında olarak, büyük silahı kuran ve ateşleyen. Abdülhakîm Arvasi Hazretlerinin torunu Tâha Üçışık Baran Dergisi ’nin 350. Sayısındaki mülakatta şöyle ifade etmişti:“Abdülhakîm Arvasi Hazretlerinin en büyük kerametlerinden biridir Necip Fazıl’ın devşirilmesi. Çünkü mevziye girmiş bir topu ele geçirmiş, namluyu bir taraftan bir tarafa 180 derece çevirmiştir.”  
Efendi Hazretleriyle tanıştıktan sonra Necip Fazıl’ın kalemine canlılık geldi ve cemiyet meydanına atıldı. Ve bu ateş daha sonra İBDA’yı da yaktı.
Halkın aklı gözündedir hesabı hakikati kuru kalabalıkla ölçmek, mürid sayısına ve müridlerin şeyhi uçurmasına itibar etmek doğru değildir. Filan partinin aldığı oyla veya keyfiyeti olmayan kemiyetlerle de İslâm davası ölçülemez. Kitle şart ama dava şartları olmadan  bir kıymeti yoktur.
Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin Necip Fazıl’ı yetiştirirken şeriatın cüzünü fedâ etmeyen bir hassasiyet taşıdığını görebiliriz. Haddimizi bilerek şunu belirtelim ki, bizler Efendi Hazretlerini anlayacak çapta insanlar değiliz, belki Necip Fazıl’dan ve belki de Salih Mirzabeyoğlu’ndan anlar gibi oluyoruz. Dolayısıyla Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin müridi olamayız, ancak müridinin müridi olabiliriz, o da tam değil.
Bir şeyi anlamadan haddimizi dahi bilemeyeceğimize göre önce anlamaya çalışalım. Tabiî ki ilmimizi amel takip etmeli ve ihlas şart. Dervişçilik oynamamak veya nefsinde kemal dikizleyen ermiş salaklığına düşmemek gerekiyor. Bunları başta belirtelim.
Şeriat-tarikat birlikteliği, vahdeti vücut ve vahdeti şuhud mevzu, ölçülerden zerre taviz vermeden itidal sırrı, kaba softa ve kuru akılcıları red, aşkı da peçeleyen zühd ve takva tavrı vb. temel ölçüleri Esseyid Abdülhakîm Arvasî’nin pırıldattığını ve Necip Fazıl’ın anlatımından ve “Nakşi sırrıdır kavgam” diyen Salih Mirzabeyoğlu’ndan idrak ediyoruz. Aslında Necip Fazıl’ın misyonu ve mânâsını da bütün hakikatiyle cemiyet meydanına dikenin Salih Mirzabeyoğlu olduğunu ve İBDA ile “yürüyen Büyük Doğu” kavgası güttüğünü, esasa götüren usul şartı olarak hassaten belirtelim. 
“Abdülhakîm” isminin seçilişi ve bunun etrafında gelişen olaylar enteresan. Doğduğu gece evlerinde Seyyid Tâhâ’nın küçük kardeşi Abdülhakîm’in misafir oluşu ve Hindistan’lı büyük veli Abdülhakîm Siyalkutî Hazretlerine izafeten bu değişik ismin tercihi. “Hakîm, her yerde olan” mânâsı ile İBDA üzerindeki tasarrufunu da görmek ve Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası-B-Yedi” eserinin şifresi “Abdühakîm Koltuğu” bahsine de dikkat kesilmek gerekiyor. Efendi Hazretlerinin doğuşundan (1860) bugüne (2013) ve bilinmez yarına kadar bu isim tecellisi görüldü-görülecek. Dün ve bugün için ne kadarını biliyorsak yarın için o kadar yorum yapabiliriz ancak, bunu da belirtelim. Herşey şuur ve idrak seviyemize göre. Goethe’nin dediği gibi: “Ancak bildiğimiz şeyleri görürüz.”
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel; / Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel” diyerek, “keremli pirlerin nazarlarına görünen” lakaplı Efendi Hazretleriyle karşılaşmasını tablolaştıran Necip Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu’nu ise “Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini görsen iyi olurdu ama, bir şey farketmez; seni ben yetiştireceğim!” diye karşılamıştı. Salih Mirzabeyoğlu’nun bir eserinin de ismi olan “Üç Işık” hikmeti gereği… 
Varlığın hakikatine vâkıf olmuş ve hikmetle vasıflanmış mânâsına gelen “hakîm”den hareketle tecrit, örtü, usul, diyalektik ve nizam mânâlarını ve nizamın güzel mânâsını ve Üstadın Kumandanın ruh ve fikir kumaşını “ifrat halde tecrit” diye vasıflandırmasını aynı bahis içinde hatırlayalım ve herşeyin Efendi Hazretlerine bağlandığını hissedelim. Fikir rabıtasının esas olduğunu hatırladıktan sonra şu bilgi notunu da Salih Mirzabeyoğlu’nun Tilki Günlüğü eserinden verelim:  
“Babaannem Hanife Hanım’ın babası olan Hüseyin Paşa’nın dört hanımı var ve biri aynı zamanda Babaannemin sütannesi olan Abdülhakîm Arvasî Hazretlerininin kız kardeşi… Bu nisbet içinde Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, babaannemin dayısı olur!..”
Malını ve canını Kainatın Efendisi uğrunda feda etmekten çekinmez bir zât olan babası Seyyid Mustafa Efendi’nin Abdülhakîm Efendi üzerinde özel bir dikkati olduğu anlaşılıyor… İlk tahsilini babasının yanında gördü. Şemdinli-Nehri’de din ve fen ilimleri üzerine tahsil görürken gördüğü rüyada Allah Resûlünün huzurlarındalar ve şer’î bir meseleye cevap vermelerine iki defa emir buyuruyorlar. Ve kendi ifadeleri:
“Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiçbir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.”
Büyüklerin hayatına bakınca şunu görüyoruz ki, sadece bir üflemeyle olan işler değil, oluş yoluna girdikten sonra dua ve himmet yani ilahi yardım bekliyorlar. Müritlik rahata ermek değilmiş, çalışmak ve çile çekmekmiş, görüyoruz.
Abdülhakîm Arvasî Hazretleri Anadoludaki Milli Mücadeleye her türlü desteği verir. Teslimiyet ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden “var olma” iradesi… BÜYÜK DOĞU-İBDA tarihini 1919 yılından başlatan Salih Mirzabeyoğlu İBDA Diyalektiği eserinde şöyle der: “İstiklâl savaşını gayesine ulaştıracak ve mânâlı kılacak olan hareket, BÜYÜK DOĞU-İBDA çizgisidir!..”
1943 yılında Büyük Doğu mecmuasının çıkışı için ise aynı eserde şu tesbiti yapar Salih Mirzabeyoğlu:
“1943 tarihi, evvela Anadolu ve sonra bütün İslâm dünyası adına, ma’kus talihinin dönme habercisi olması bakımından misilsiz bir eşik taşı ve başlangıçtır… Şöyle: “Büyük İrşad Kutbu” makamına mahsus bulutların üstündeki hususiyetiyle “İslâm’a muhatap anlayış”, görünür plânda ve umumî manada insan ve toplum meselelerinin yekûnunu kapsayıcı bir “dünya görüşü-sistem” olarak, eşya ve hadiselere kendini nakşetme davranışına geçmiştir…”
Peygamber yoluna nasıl düşüleceğinin vasıtası olan kâmil bir İslâm büyüğü… Hakikat-i Ferdiyye eserinde ise Salih Mirzabeyoğlu, Resûl aşkının vasıtası gördüğü Efendi Hazretlerinin emri altında olduğunu ifade eder: “O’nun nuruna vâris olan büyüklerin en büyüklerinden bir büyük, Büyük Doğu-İbda fikir mimarisinin üstündeki tuğra isim, aynı zamanda Kâinatın Efendisi’ne mahsus soydan gelen, “Büyük İrşad Kutbu”, Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleridir… Abdülhâkim: Hakîm (Allah) kulu ve Hakîm kul… Mahlesleri: Seyyid… Lâkapları: Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram… Mühürleri: Manzur-u nazar-ı pîran-ı kiram Esseyid Abdülhakîm likülli emrin fehim… Mührün diğer yüzünde, “Esseyid Abdülhakîm” yazılı!..”
Son Devrin Din Mazlumları eserinde Üstad, dış dünyaya sızan bir faaliyeti olmamasına ve tedbir makamı gereği kasketi bir kenarından yırtıp giymesine rağmen Efendi Hazretlerini bu kitabına alma gerekçesini şöyle ifade eder:
“Mazlumluğu ise bir iki küçük fiskeye rağmen, yukarıda kaydettiğimiz gibi, Meşrutiyetten, İkinci Dünya Savaşının son yıllarına kadar süren ve hususiyle Cumhuriyet çığırı boyunca derinleşen 40 yıla yakın sürekli iç acısıdır.”   
Üstad, bu tesbitin hissî, hayalî ve indî olmadığını, şeriat ölçülerine bağlılığı ve büyük edebi içinde Efendi Hazretlerinden göstererek ispatlar ve bu hususta ne kadar mütehassıs olduğunu, ölçülere ve hadlere riayetinden anlayabiliriz. Ve bizlere de gerçek Allah dostlarına nasıl bakılacağının ve tasavvuf ölçülerinin ne olduğunu da gösterir. Şeriat ölçülerini ve inceliklerini çerçeveleyen Necip Fazıl, cemaat ve tarikatlara, şeyh ve müritliğe de nasıl bakacağımızın altın ölçülerini sunar. Bu hususta mealen, “ben veli değilim ama sahtesiyle gerçeğini ayırd ederim. Kuyumcunun gerçeği ile sahtesini ayırd etmesi için altın olması gerekmediği gibi” der… 
Halkın şeyh ve hoca zannıyla keramete, sarık ve şalvara baktığı bilenmektedir. İslâm ölçülerinin istediği Allah dostları ise farklıdır. Bâtın Ehlini zahir gözüyle değil, ancak bâtın gözüyle anlayabiliriz. Rahat etme ve nefsi tatmin için müridliğe girmek ve şeyh edinmek farklı şey, küçük cihad içinde büyük cihad kapısından girmek ve “Büyük Kapı” çilesi farklı şeydir. Piyasa müridliği çileden ziyade  nefsi rahat amacı taşımaktadır ve örneklerini bildiğimiz gerçek müritlikten uzaktır. Allah tüm Müslümanları oldursun ve erdirsin, diyelim.
Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini manevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasî’ye bağlanmak mazhariyetine erdi. İstiharede gördüğü rüya ise şöyle: “Seyyid Tâhâ Hazretleri, camide, halifeleri Seyyid Fehim Hazretlerine şu emri veriyorlar: “Abdülhakîm’i al, lâtifenin çeşmelerinde kendi elinle ve tamamıyla yıka! İkimize de imam olsun!..” Seyyid Fehim Hazretleri beni alıyor, emir alemine ait beş latifenin çeşmelerinde çıplak yıkıyor. Ben de bir elimi onun omuzuna koyarak sağ ayağımı benim için serilmiş olan seccadeye bırakıyorum. Rüyanın tabir ve tefsire muhtaç olmayan açıklığı, ayrı bir ilahî lütuf ve nâmütenahî bir ihsandı. Bu ihsanın şevkiyle ve bütün bir aşkla ilim tahsil ederek bâtınımı nurlandırmaya çalıştım. Zahir ve bâtın yolundaki çalışmalarımda, biri öbürüne mâni olmayıp, aksine yardımcı oldular.”
Hayat hikayesine dair kaba bazı bilgileri de verelim: 
Hicrî 1281-Miladî 1860 yılında, Van’da dünyaya gelmişler, doğumu nüfusta 1865 olarak yazılmıştır… Van, Başkale Kazası, Arvas Köyü… Arvas, şeyhleri ve mürşidleri Seyyid Fehim Hazretlerinin de köyü… Hicrî 1295, Seyyid Fehime bağlanır. Hicrî 1300, zahirî ilimlerden icazet alır. Gördüğü rüya ve babasının teşviki ile çocuk yaşta kendini zahir ve batın ilimlerine verir ve 17 yaşında icazet alır. Hicrî 1304, Bâtın yolu halifeliği. 1300-1320, 20 yıl Memleketi Başkale’de ders okutur. 1315, Hacta, Allah Resûlünü daha önce gördüğü rüyanın tahakkuku. 1325, beş tarikate mezun (Nakşî, Kadirî, Kübrevî, Sühreverdî, Çeştî). Miladi 1915, (1331) Rus işgalinden dolayı göç: Musul, Adana, Eskişehir, Bursa. Miladî 1919, (1335) İstanbul’a gelişleri. Miladî 1931, Menemen hadisesinden dolayı Divanı Harpte yargılanıp beraati. Miladî 27 Kasım 1943, Hicrî 29 Zilkade 1362 tarihinde vefat eder. (83 yaşında İzmir’e sürgün gönderilir ve birkaç ay içinde oradan Ankara’ya ve Ankara’da hastalanır ve vefat eder, Bağlum’a defn edilir.)
Esseyid Abdülhakîm Arvasî, Başkale’de ilk tahsilini yaptıktan sonra Irak havalisinde bütün zahir ilimleri öğrenir: Lügat, mantık, riyaziye, hendese, tefsir, hadis vs. Hicrî 1300’de zahirî ilimlerde icazet alır. Seyyid Tâhâ’da ders görürken onun baş halifesi Seyyid Fehime bağlanır. Daha sonra 20 yıl memleketinde ders okutur. Öyle ki burada bütün din incelikleri çözülür ve ilim merkezi olur (Başkale-Arvas). Mezunları her yerde değer bulur. Talim ve terbiye insan takatinin üstünde idi. Geceleri talebe yalnız çalışırdı. Sabah erkenden münazara ve mübahase. Öğleden sonra akşama kadar devam eder. Tatil yoktu. İlimle yatıp kalkmak ve ilim yanında ve belki ondan daha önemli (çünkü ilmin gayesidir) nefs tezkiyesi yapmak. Hem ilim, hem hâl, ikisi birlikte...
Tekrar hatırlatalım ki, Esseyid Abdulhakîm Arvasî Hazretlerini şuur ve idrak seviyemizden anlatmaya çalışıyoruz fakat şuna dikkat etmek lazım, bu büyük veli menkıbe kalıplarına sığmaz. Gerçi hiçbir veli sığmaz ama İrşad Kutbu makamında daha dikkatli davranmak zorundayız. 
Necip Fazıl “O ve Ben” isimli eserinde Altun Silsile’nin 33’üncü ismini sıralarken takdimde şöyle der:
“Efendim, “Altun Silsile”nin 33’üncü halkasıdır. Tesbihin son tanesi gibi, başındakine ve bütün sayılara sayı ve yollara yol verene en yakından bağlı ve tam bir devrin dönüm ifadesi… Ayrıca devrimizin, yirminci asır ve ortalarının mânâ ve ruh buhranına denk bir ifade, memuriyet ifadesi…”
Ve Üstad şöyle devam eder, günümüzde irşad edicilik hakkında:
“Hiçbir devir boş olmayacağına göre, Abdülhakîm Efendi Hazretlerinden sonra kime geliyor sıra?..
Kat’î olarak bildiğimiz, hiçbir devrin boş olmayacağı prensibinden sonra kim, nerede ve nasıl suallerine:
-Bilmiyoruz!
Demekten ibaret…
Abdülhakîm Efendi Hazretleri, son günlerine kadar, kâmil mürşidi soranlara efendileri Seyyid Fehim Hazretlerine müracat ederek:
“-1313’ten beri kâmil mürşid gelmedi.”
Buyururlardı…
Biz de:
-1362 (1943) ten beri kâmil mürşidden haberimiz yok!
Demek mevkiindeyiz”
Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin vefatlarından sonra irşad ediciliğe devam etmelerine nazaran, Efendi Hazretlerinin nüfuz alanında ve zaman O’nun bölgesi olarak, BD-İBDA’nın var olduğunu ve bu açıdan zamanımızın boş olmadığını belirtiriz. İslâmcı mücadele ve kendinden zuhurumuz için, Müslümanca doğru safta durmak için bunu hatırlatırız. Elini sallasan ellisi ve çileden kaçan müridler kervanına katılmaktansa İslâmcı mücadeleyi sistemleştiren bütün ölçülerine de sımsıkı bağlı olan İBDA yolunda ermeye bakarız. Öyle mürid olmaktansa böyle müridin müridi olmayı yeğleriz.
Necip Fazıl’ın yakıcı bir dille ve bir o kadar da özlü anlattığı entelektüel bunalımının ve Efendi Hazretlerine bağlanışının hikâyesi olan “O ve Ben” eserinde safha safha çileleri ve vefatlarından sonra da Efendi Hazretlerinin Üstadı yalnız bırakmayışı ve terbiye edişi görülmektedir. Necip Fazıl’ın “O ve Ben” eserinde bilhassa “1943-1978” bölümünde anlattığı entelektüel çileleri, hafakanları ve sabit fikirleri karşısında şeyhinin mezardan imdat edişi. İnsan ve mümin olanın bu eseri okuyunca büyük irşad edicilik makamını görmemesi mümkün değil. Üstadın, “elime bir genç geçti, pîr geçti, kendi geldi” diye karşılayıp yetiştirdiği Salih Mirzabeyoğlu’nun çilesini ve sabrını da bu yolun büyüklerinden bilmek zorundayız; İrşad Kutbu Makamından…
Şu edeb hususunu da hatırlatalım ki, çile, sıkıntı, buhran, ıstırab vs. denince Üstadla bizim yani sıradan insanın çilesi bir zannedilmesin! Üstadın çektiği fikir ve hakikat çilesidir, bizde bu yoktur, İslâm’ı miras gibi almışız, hazır konmuşuz nasılsa. İstisnalar müstesna olmak üzere genelimiz böyle. Fakat Üstad, beş asırdır beklenen mütefekkir olduğu için ve dönüm noktasına geldiği için çilesi böyle. Keza Salih Mirzabeyoğlu da bu misyona bitişiktir. Bozulmanın Kanuni’den beri olduğu ve tarih ve hal muhasebemizin ve çağın fikriyatının BD-İBDA olduğunu en azından biliyoruz. “Beş asırdır beklenen fikir kahramanı” derken, bilhassa yakın tarih muhasebesi ile çağımızın ihtiyacı olan “fikir sistemi-ideolocya” kuruculuğu anlaşılmalıdır. Efendi Hazretlerinin mânâsına mutabık olarak; benzersiz, yeni, yenileyicilik misyonu gereği…
Biz burada mürid şeyh ilişkisinden ve mürid şeyh bolluğundan bahsetmiyoruz. İslâm ümmetinin önünün açılmasından ve kurtarıcı fikirden bahsediyoruz. Kimseyi de dervişliğe davet etmiyoruz. Anlattıklarımıza bu gözle bakılmalı.
Efendi Hazretlerinin sağlığında Necip Fazıl’da işaretlediği hususları vefatlarından sonra da adım adım takip etmesi. Üstaddan bunları en girift matematik probleminden daha can yakıcı ve kesin bilgiler olarak öğreniyoruz. İspatlanmış haliyle. 
Efendi Hazretlerinin takip ve tarassutu ile Üstadın fikir çileleri yepyeni bir gençlik ve yepyeni bir ideolocya doğurmasına yol açıyor. Çile şiirindeki mısralar gibi: “Ensemin örsünde bir demir balyoz, / Kapandım yatağa son çare diye. / Bir kanlı şafakta bana çil horoz, / Yepyeni bir dünya etti hediye.”
Efendi Hazretleri Üstada rüyasında:
-“Çok sıkılacaksın, çok sıkılacaksın!.. Sonunda…” 
Demişti… Batıp çıktığı demlerden sonra 1960 sonrası konferanslarla yurt çapında bir gençlik demetlemişti, “sonunda…”
Bir başka canlı misal: Efendi Hazretlerinin “İnşallah O’dur” buyurdukları Üstadın bir rüyası, O’nun vefatlarından çok sonra Samsun’da bir konferansta tecelli etmesi onu yetiştiren makamın keramet ve himmeti değil de nedir?
Ve diğer tasarrufları; Üstadın en uç noktalarda, iğneli kuyularda yalvarışları ve aldığı karşılıklar; “Büyük Kapı”ya kabul edilenler, bırakılmıyor, çeşitli çileler içinde pişiriliyor, yeter ki ihlas ve samimiyet ve himmet ve imdat olsun, oluş ve yardım geliyor.
Bütün müminler Allah Resûlünün tasarrufundadır, O’na ümmet olmanın  gereğidir bu. O’na nisbet ve bağlılığını ihlas ile muhafaza ettikten sonra, kıyamete kadar Resûlün ümmet üzerinde tasarrufu sürecek. Ve Allah Sevgilisinin varisleri olan bâtın yolu büyükleri eliyle de her asırda terbiye ve tasarruf devam edecektir. Her mümin, Peygamber ve O’nun varislerinin tasarrufuna muhatap olarak ve O’na ve O’nun yakınlarına layık olmaya çalışır.
“Üzerinden zaman geçmeyecek veli, büyük veli… Allahın izniyle ruhaniyeti her tarafta ve benim yanımda” diyen Necip Fazıl, Esseyid Abdülhakîm Hazretlerinin şeriat ölçülerine en ince bağlılık içinde rahmet ve kolaylığa yol verici olduğunu belirtir. Hem şer’i hassasiyet ve hem nezaket bir arada. Ayrıca bankacılık sistemi hakkında söyledikleri, yiyecekler hakkında aşırı hassasiyet gösterenlere tavırları, sigaraya haram diyenlere tepkilerini vs. bu minvalde sayabiliriz.
Dolambaçlı laflara sapmamaları, doğrudan söylemeleri, dünyada âriyet olarak yaşıyor oluşları. Ne fazla sevinmeleri ne fazla üzülmeleri. Her şeyi temkin ve telaşsız karşılayışları. Muhteşem bir heybet ve vakar. Sorulara sorulduğu kadar mukabele… Her zaman “Büyük Huzur”da bulunuşu, bu edep içinde oluşu; öyle ki, herkeste tabiî olarak bulunan esnemek, kaşınmak gibi nebatî fiillerden uzak, daima ilahî huzura çıkacakmış gibi bir tabiî hâl…  Devrimizdeki şeyhliklerden uzak hâli…
Zarafet ve nezaket halleri… Fakat bizim kullandığımız mânâların üstünde bir zerafet ve nezaket… Hikmetin tezahürü olarak bir nezaket… Hikmet derinliğine nisbetle… Taklidi gayri kabil olan… 
“Ne ibadetimden, ne amelimden rahmete güvenim var… Tek rahmet ümidim, mürtede buğzum, ondan nefretimdir.” demeleri… 
Kapalı Çarşıdan geçerken, karşılarına tanıdıklarından bir esnaf çıkmış: 
-Efendi Hazretleri dua edin de Allah Muhammed ümmetini kurtarsın!”
Diyenlere cevap vermişler:
-Siz bana Muhammed Ümmetini gösterin: ben de size onun hemen kurtulduğunu haber vereyim…
Nerede o ümmet?..”
Şu söz ona ait: “Hükümet tekkeleri değil, boş mekanları kapattı; onlar kendilerini çoktan kapatmışlardı!..”
Şu söz de ona ait: “Siz hiç çatal kaşıkla yemeğin lezzetini gösterebilir misiniz?..”
Şu sözünü de söylemeden geçmeyelim: “İlim, insanın cehlini alır, ahmaklığı bâki kalır.”
Onun sohbetinde-derslerinde oturanlar bir şey konuşulmasa bile sorusunun cevabını alır giderdi, sormaya lüzum kalmadan o bilgiyle dolup giderdi. Şimdi çok yabancısı olduğumuz bir hal. “Tatmin oldum, rahat ettim” deniyor ama, bu değil. Üstadın tasvir ettiği hâl, bambaşka bir hâl Tekrar ediyorum, lütfen büyüklerden bahsederken kavramlara basit mânâlar yüklemeyelim. Sinek de uçar ama kartaldan bahsediyoruz, lütfen dikkat. Her sakallı bir değil, her şeyh bir değil. Velilik makamının yüceliğini gösteren büyük bir veli, zaten başka türlü de olamazdı. “Bir veli mevzuunu bulamaz ki, ben, desin” hikmetinin tecelli ettiği bir zat.
 İnkâr ve ihtilaç asrındaki insanoğlunu Büyük Kapı’dan içeriye geçirse dahi, bunu, Efendi Hazretlerinin pabucunu silmekten daha değersiz görerek kendi nefsine pay çıkarmamayı ve her hizmeti büyüklerden bilmenin ahlakını bize ihtar eder Necip Fazıl. Şu mısralar onun Efendi Hazretlerini tanımadan önceki hayatının ifadesidir: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum. / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” 
“Necip Fazıl ilim adamı değildir” diyenler şunu bilsin ki, Necip Fazıl zahir ve bâtın ilmini Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinden almıştır. İlmin tâbi olduğu marifet başta olmak üzere derin tefekkürün yanında şer’i incelikler hususunda da Efendi Hazretlerinin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Fıkhın fehm-anlayış mânâsıyla birlikte, İslâma muhatap anlayışın biri “nasıl”, öbürü “niçin”ini örgüleştiren Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun “hakîm” ve “fakîh” oluşuna dikkat etmeli. Büyük Doğu-İBDA külliyatının başta Mektubat-ı Rabbanî olmak üzere Ehl-i Sünnet büyüklerinden süzülme olduğunu hatırlatalım. Sağlam kapıdır, sarsılmaz oluşu nisbetindendir.
“O Kapı’nın köpeği” ve “O geminin paspası” olmak rütbesinin üstünde dünyada pâye kabul etmeyen Necip Fazıl ve O’nun, “fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci” dediği Salih Mirzabeyoğlu ile yürüyen Büyük Doğu davası, zamanın irşad kutbu Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine tam bağlıdır. Onun için BD-İBDA üzerindeki tuğra isim Esseyid Abdülhakîm Arvasî’dir.
Cemiyet meydanına atılan ve kurtarıcı canhıraş feryatlar koparan insanlığı Allahın Sevgilisinin sarayına taşımak isteyen merhamet ve rikkat sahibi Üstadın ve Kumandanın bu çilelerde dünyalık ne menfaati olabilirdi ki? Eza ve cefadan başka. 
Fakat onların içindeki Allah ve Resûl aşkı, mümin ve insan olmanın derinden ızdırabı ve imanın haysiyeti, onları bu kutlu yola itti ve Altun Silsile kahramanlarının cezbesini celbetti. 
Eğer insan olmak ve kalbimizin sesini ve imanımızın zevkini duymak istiyorsak, mümin olma coşkusunu duyacağımız bu kutlu yoldur. Nefsini ezmenin, Allah’ta fani olmanın destanıdır Büyük Doğu: “Yol O’nun, varlık O’nun gerisi hep angarya…” Sadece şiir değil, damarlarımızda hissetmektir esas olan, Allah ve Resûl sevgisiyle yanmaktır esas olan.
İnsanın hissiz kalması ne demektir? Ya canavar olması, ya da makine olması demektir. Bunu hangi insan kabul eder? 
Ve Necip Fazıl’ın Efendi Hazretlerinden aldıkları, kurtarıcı fikrin rağmet yağmuru gibidir:
“Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur; ve bu suyun eğer bulanık bir tarafı varsa nefsime, nuranî özü de O’na aittir.
Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu arayan ceylan gençliği o pınara koşsun!..”
İBDA ise o pınardan içmenin ve gençliği büyüklerin himmetiyle o pınara davet etmenin adıdır; Büyük Doğu rahmet bulutlarını yağdırmanın adıdır.
“Hakîm”, varlığın hakikatine vakıf ve her yerde demek olan Büyük İrşad Kutbu’nun yürüyen eli Necip Fazıl ve O’nun müridi ve muradı Salih Mirzabeyoğlu ile...
BD-İBDA üzerindeki tuğra ismin Esseyid Abdülhakîm Arvasî olduğunu tekrar belirtelim. Allah O’na rahmet etsin “büyüklerin sevgisini en büyük sermaye kabul edin” diyen İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin tavsiyesinde olduğu üzere, bu sevgi ile yaşayıp bu sevgi ile ölmeyi de Allah bize nasip etsin!..  
 
Baran Dergisi 353. Sayı