Mevlüt Koç, 2008’de Baran Dergisi’nin 17. sayısında “Modern Kültür ve Mali Sermaye” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Yazıda postmodernizmin vasfının bir üslupsuzluk olduğunu, bunun da modernizmin kendi yapısından kaynaklandığını, her şeyi çok üretip kullandığımızdan dolayı da orijinal olan hiçbir şeyin bırakılmadığını ifade eden Mevlüt Koç, geçmişin ölü formlarını taklide, maskelere, müzelere sığınmaktan başka çarenin kalmadığını, kimsenin ifade edecek kendine has bir dünyası, has bir üslûbunun olmadığını aktardı.

İşte Mevlüt Koç’un o yazısı:
Modern kültürün yetiştirdiği Batı insanında, özellikle ileri modernizmler dönemi Batı aydınında bir husus hep dikkatimi çekti: Rûhen çok incelmiş bu insanların müziğinde, resminde, romanında velhasıl güzel sanatların diğer şubelerindeki eserlerinde çaresizliğin hazin bir itirafı var. Bu hali hissettiğim her vakıada bana kendimi bulduran, değerlendirmelerimde doğruyu bulmamı sağlayan ölçü, İbda Mimarı’nın şu harikulade tespiti oldu: “Gaye mihrakında Allah ve Sevgilisi olmayan, kendi kendinden ibaret her türlü varlık ve oluşun yokluğun buz denizine açıldığını görmüyor musun?”
 
Modernizm, postmodernizme ve sermaye maddi genişlemeden malî aşamasına evrilirken izledikleri süreç birbirine paralel seyretti. Netice olarak Modernizm, postmodernizmle sanatta, edebiyatta, kültürde sonculuğunu ilân ederken, finanslaşmış kapitâlde parayı meta haline getirdi. Hiçbir şey üretmeden kâr etmenin yolunu açtı. Özellikle bilinçli olarak karmaşık (kompleks) hâle getirilmiş bu toplumsal ideolojinin yerleştirilmesinde yeni düzenlemelere bilinç altını hazırlama görevi de Freud’a düştü.
 
Postmodernizm, bir sistem olmaktan çok, varlığını karşı çıktığı sisteme (modernizm) yönelik eleştirilerde bulan bir akım. Yine İbda Mimarı’nın bir değerlendirmesiyle söyleyecek olursak: “Karşısındakinin söylediğinin tersini söyleyerek doğruyu söylediğini sanma yanlışlığı”nı yaşayan bir akım. Bariz vasfı da üslûpsuzluk. Erken modernizm’in eser veren şahsiyetleri için üslûp ne kadar önemliyse, geç modernizm veya postmodernizm’in sanatkârı da o kadar üslûptan mahrum. Bu da modernizm’in kendi yapısından kaynaklanan bir durum. Çünkü, eşya ve hadiseleri o kadar çok yeniden üretti, çoğalttı, aşırı kullandı, aşındırdı ki ortada değer ifade eden, orijinal olan hiçbir şey bırakmadı. Postmodernizme de kala kala sonculuğunu ilân etmiş bir dilin içinden konuşmak, geçmişin ölü formlarını taklit, maskelere, müzelere sığınmaktan başka çare kalmadı. Artık kimsenin ifade edecek kendine has bir dünyası, has bir üslûbu yok. Bu da ister istemez yayılma, dağılma ve parçalanmaya yol açtı. Her şey o kadar sıradanlaştırıldı ki artık özel sayılır.
 
Kendi kurallarına göre işleyen piyasa ekonomisinin, menkûl kıymetler borsasına, krediye, faize, spekülâsyona yönelen malî sermayenin toplumsal dokuyu parçalayarak yaptığı kötülük, modernizm ve postmodernizmin sebep olduğu kültür erozyonundan az değil. Böyle bir yöneliş hiçbir şey üretmeden kâr etmenin yolunu açtığı gibi, kültürel üretim ve tüketimi de metalaştırdı. Kültür ürünlerini gösterişçi bir biçimde tüketmenin toplumsal statüyü belirleyen bir konuda getirilmesi, sanat ve sanatçıya yapılan yatırımlar, sermayeyi yeniden ticarete yatırmaktan daha kârlı hale getirdi. Kültürel üretim ve tüketim küreselleşme ve iletişim imkânlarıyla kapitalizmin diğer kârlı sektörleri kadar cazip kılındı. Ham bilgi bombardımanı altındaki insanlığın hayatı doğru okuma, değerlendirme şansı bilinçli olarak elinden alındı.
 
Bu durumu Galilei şöyle dile getiriyor: “ Bu kitapta, gözlerimizin önünde açık seçik duran bir felsefe yazılıdır (bu sözlerimle evreni belirtmek istiyorum) ; gelgelelim daha önce dili öğrenilmezse, yazıldığı harfler bilinmezse, bu felsefenin kavranabilmesi olanaksızdır. Yazılı olanlar, matematiğin diliyle yazılmıştır, harfleri üçgenler, çemberler ve öteki geometrik biçimlerdir; bu biçimler olmaksızın, insanoğlu tek bir sözcük bile anlayamaz; bu biçimler bilinmezse insanoğlu karanlık bir labirentin içerisinde dolanır durur.” İslâm’a muhatap anlayışın dil ve diyalektiği BD-İBDA’dır. Sıra dışı bir sıçramanın cehdiyle kurulan bu sistemin önemi kavranamadığı sürece meseleyi meselenin istediği seviyede ele almanın, İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik etmenin imkânı yok. Hakikati kendi şuur seviyesine indirerek gerçekliği yansıttığını, İslâm’ı yaşadığını zannedenlerin bu tezi zandan öteye gidemeyecek, züğürt tesellisi olarak kalacaktır.