“Kötü Bir Orkestranın İçinde Kalan Usta Şef“

 -İBDA DIŞI İBDACILIK-

Her iktidar kalıcı olmak, egemenliği altındakileri disipline etmek; her ideoloji topluma nüfûz ve sirayet edebilmek için, hem görsel hem edebî alanda maddî taşıyıcılar (mimarî-heykel-resim-müzik…) üzerinden bir algı oluşturmak ve bu alanı tanzim etmekle mükelleftir. Ancak, “her biri insan keyfiyetinin temsilcisi ferdlerin demeti olan toplum” (S. Mirzabeyoğlu- İbda Diyalektiği) denen “varlık” son derece karmaşık bir yapıdır. Ve “hiç kimse hangi zamanda ve hangi çevrede doğacağının tayin edicisi değil” (S. Mirzabeyoğlu- İbda Diyalektiği). Bununla birlikte belirleyicisi olmadığı, ama içine doğduğu çevreden izler (toplumsal konumu-aile kökenleri-mîzaç hususiyeti) taşıyan “Ferd, kendisine BİLDİREN çevre olmadan düşünemeyeceği ve “bilginin bilene var olması” gerçeğiyle KENDİNİ BULUR” (S. Mirzabeyoğlu-İbda Diyalektiği). Kendini bulduğu nisbette de peşinde olduğu ve iletmek istediği hakikat, üzerinde olduğu mevzu ile o denli derin ve o denli incelikli bir ilişki kurar, hayatı ve eseri de o nisbette bir anlam ve değer kazanır.

Ancak kendi kendisine oryantalist bakan, hafıza sorunu yaşayan, hâtırası oluşmayan bir toplumda;  her gelenin keyfine göre boşalttığı, tekrar tekrar ürettiği hafızayı geri dönüşlerle tazelemek, yeniden oluşturmak kolay bir şey değildir. Tümüyle red ve inkâr edilen bir hayatı ve dünya görüşünü yeniden ihya ve inşa etmek; ancak bütünlüklü çözümlemeler yapabilen, bulundukları alanı değiştirebilmiş, farklı bir yaratılışa sahip insanlardan kaynaklanır. Dolayısıyla, kendi içinde hissettiği âhengi çevresinde de kurmak isteyen, “Yeni-Mânevî Bir İdeal” formüle eden Salih Mirzabeyoğlu’na ve teklif ettiği “Yeni Dünya Düzeni”ne bu gözle bakmak gerekir.

Bugünden geriye baktığımızda, gerçekten de 1970’li yıllar tüm hareketliliğine rağmen İBDA MİHRAKI dışında, zihnî hayatın toplumsal ve kültürel hayatı derinlemesine hesaba çekemediği, verimsiz itiş kakışların yaşandığı, toplumun giderek biçimsiz kalabalıklara dönüştüğü bir dönem olarak geçmiştir. İbda Mimarı’nın bu yıllarda “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirmeye başladığı “Vasıta Sistem” arayışları, peşinde olduğu ve iletmek istediği hakikat, üzerinde olduğu mevzularla kurduğu derin ve kapsamlı ilişki radikal bir dönüşümü başlatmış, günümüze kadar da toplumsallaşarak ve belirleyiciliğini devam ettirerek gelmiştir. Ancak, bizi “Mutlak Fikir”le temasa getiren ve muazzam bir çabanın ürünü olan “bu dil ve diyalektiğin”, hem teoride hem de pratikte muradına uygun şekilde kavranmadığı ve olması gerektiği biçimde anlaşılmadığı kanaatindeyim. Bunu da üç temel sebebe bağlıyorum:

Birincisi; İslâmî kesimin teorik birikim ve bilinci, İbda Dil ve Diyalektiği’ni kavramaktan çok uzaktı. S. Mirzabeyoğlu “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı sistemleştirebilmenin zihnî doğum sancıları içinde kıvranırken, İslâmcı kökenden çıkan akımlar meselelerden başlık halinde bile habersiz olmanın”  rahatlığı” içinde; fal açar gibi, İslâm’ı, üç vakitte gerçekleştirileceğine inanılan muhayyel bir siyasî hurucun meşruluk zemini gibi teklif ediyorlardı ki, bu anlayış müesses nizamın sorgulanmasını geciktirmekten, ömrünü uzatmaktan başka bir şeye yaramadı. İkincisi; bir ferd yahut toplum, belli bir kültür fenomenine ancak ideolojik biçim içinde sahip olabilir. Yalnız, sadece bu tarz bir benimseyiş, benimseyişlerin en yüzeysel olanıdır ve kültürün diğer özümsenme biçimlerine nisbetle daha çabuk ve daha kolay yayılmak eğilimindedir. Derinlere nüfûz ve sirayet etmez, toplumsal ve kültürel süreçleri sadece dış yüzleri itibariyle tanıtır. Eşya ve hadiseleri teshirde tam bir tanıma sağlaması için ferdde bünye haline gelmesi, kültürün diğer biçimleriyle (tavır alış- maddi) birlikte özümsenmesi gerekir. Ne yazık ki, İslâmî kesim bu bütünlüğü hiç yakalayamadı. Oysa elinin altında BD-İBDA gibi bir dünya görüşü vardı ve hiçbir siyasî topluluğun ulaşamayacağı bir seviye tutturabilirdi. Üçüncüsü ise; İbda dışı ibdacılık diye nitelendirdiğim husustur ki, İbda’dan “habersiz” ibdacılık oynamaya, kitle kültürünün uyuşturduğu zihinlere, kültürel sindirimsizliğe ve taşra zevksizliğine denk düşer. “Hem kel hem fodul” hesabı; sürekli okuma zorluğundan şikâyet eden, ama bu zorluğu aşmak için bir çaba sarfetmeyen, bu sebeple okuma zorluğu aşıldıktan sonra eserlerden tütecek büyünün keyfine de bir türlü varamayan bu kesim kabuk değiştirmekte büyük sıkıntı yaşıyor.

İlk defa ibdaî bir fikirle karşılaşan insanın hâline şuuru olması, fikri benimsemesi ve bu durumu aşması kolay değildir. Fikri tam özümsememiş şuur onu tarifte de tavsifte de mutlaka zorlanacaktır. Dahası; yüzlerce yıl karanlıkta yol alan, kurtuluşunu farklı bir kültürde arayan sömürgeleştirilmiş zihinlerin yeniden kendine ait değerlerle buluşması oldukça zordur. Bu hâl, bir yere kadar tabiî bir durum olarak karşılanabilir. Ancak sorun şurada: Bir taraftan BD- İBDA’ya bağlılık iddiasında bulunurken diğer yandan gerçekle zihin bağınız kopuk, gerçekliği algılayışın sekteye uğradığı bir alanda yaşıyorsanız; sadece gözlerinizi açtığınız çevreyi ve o çevre içinde kendinizi anlamlandırır, oluşturduğunuz izafî anlamlarla yetinir, kendi sınıfınızın, dünyanızın dışına çıkamazsınız. Bu takdirde de; birkaç klişeyle kendinize yeter, kuru bir mantıkla meselelerin üstünden atlar, ne adına gerçekleştirildiği belli olmayan etkinliklerle avunursunuz.

Bu zihniyette olanlar kendilerini gerçekten ibdacı olarak düşünebilirler, ama İbda onların zannettiği bir şey değil. Dolayısıyla, bu olumsuzlukların üstünde ciddi şekilde düşünülmesi, herkesin kendini hesaba çekmesi gerektiği kanaatindeyim. “Gölge” kuşağının sonraki yıllarda iyi bir siyasî seviye tutturması, davaya yeni katılanlar ve ondan uzaklaşanlar olması bu gerçeği değiştirmiyor. Her fırsatta BD-İBDA Dünya Görüşü’ne mensup olduğumuzu söylememize ve bunun gereklerini parça parça hakikatler halinde yerine getiriyor olmamıza rağmen, bir bütün olarak düşünüldüğünde; ne siyasî, ne ictimaî, ne estetik, ne de kültürel anlamda İBDA bizim bildiğimiz bir şey! Sıra dışı ve olağanüstü bir etki gücüne sahip olduğunun, yüzlerce yıldır teyid edilmiş genel kanaatleri geçersiz kıldığının, “insan ve toplum meselelerinin “KURTULUŞ YOLU” hakikatine uygun olarak hâllinde” (S. Mirzabeyoğlu-İbda Diyalektiği) önemli bir dönüm noktasına tekabül ettiğinin yeteri kadar bilincinde olduğumuz söylenemez. Aslında; ortaya konulan “Dil ve Diyalektiğe” nisbetle, fikre muhatap olanlar açısından içler acısı bir yoksulluk bu!     

“Men ne direm tamburem ne cure” hesabı, kendi hakikatine taşırken sakatladığı düşünceyi tek doğru olarak dayatmakta bir beis görmeyen bu insanlar; dünya görüşünün bağlayıcılığından kurtulan düşüncenin nelere ve nerelere evrilebileceğinin timsâli halinde, zihin ve hayat olarak çok farklı yerdeler. Baştan beri devam ede gelen bu kısır döngünün kırıldığını söyleyebilmek ise hayli zor. Bu kadar rahatlık kıtlık getirir misâli; “Dava uğruna nasıl olsa geçilmesi mecburiyetinde olunan ‘zaruri’ dururken faydasız ‘kolay’a sapma” (S. Mirzabeyoğlu- İbda Diyalektiği), daha az zihnî efor gerektirdiği için dar kapsamlı düşünmeye meyyâller. Öğrenmemek gibi bir ayıpları, değişmemek gibi kötü bir huyları var. Oysa hiç değişmemek, hiçbir şeyi dönüştürmemek; sanatta, siyasette, kültürde vs. yeni ifade biçimlerine kayıtsız kalmak; İbda dışı ibdacılığın yarattığı kendine has bir şuur hâline tekabül eder. Ve biz bunu bilmiyoruz!

Eğer, gerçekten S. Mirzabeyoğlu’nu “tanıyor” ve eserlerinde kendimizi buluyor olsaydık; minnettarlığımızın ifadesi hâlinde, İbda Dil ve Diyalektiği’yle ilişkimizi farklı bir düzeyde kurmamız, bu tartışmaları da farklı bir düzeyde yapıyor olmamız gerekmez miydi? “İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı vardır” ama bu hak; öğrendiklerini düşünceye tahvil edebildiği, yeni bir üslûba ve ifadeye büründürebildiği kadardır. Aksi takdirde iş; “olamadığı mânânın mâliki görünme” züğürtlüğüne kadar varır ki, ne kimseyle iletişim kurabilir ne de gerçek bir diyaloga girebilirsiniz. Bu itibarla, bir mevzuyu işlerken belirleyici olan arkaplânları, onu doğuran kavramları çok iyi araştırmak, meseleyi bu kavramlar üstünde ele alıp değerlendirmek gerekir. Zira bir dünya görüşüne ait temel kavramları farklı düzeylerde ifade etmek başka, bunları ait oldukları bütünle ilişkilendirmek başkadır. Lâkin kavramsallaştırmada sorun yaşıyorsanız, zihinselleştirmede de probleminiz var demektir. Ve yanlış kavramsallaştırma, yanlış zihinselleştirmeyi getirecektir. Aynı kavramları farklı biçimlerde algılamak ilişkileri karmaşıklaştıracak, anlaşmazlıkları arttıracaktır. Bunu önlemenin tek yolu; hadiseleri değil, onları yöneten, yönlendiren, raks ettiren cevheri zihinselleştirebilmektir. Bir şeyi bu şekilde mülk edinmek ise; o şeyi yeni bir terkip içinde ifade etmek, belli bir üslûba ve ihtiyaca uyarlamaktır. Yani vehmetmekten kurtulup, fehmetmeye intikâldir.

Bu intikâl sürecinde belirleyici olan en önemli unsur; mânâ unsurudur. Mânâ atfı; canlı ya da cansız bütün eşyanın keyfiyetini kökünden değiştirir, aralarında hiçbir bağ olmayan objeleri aynı mânâ – değer ve kurallar bütünü etrafında buluşturur. Fakat “bizde” böyle olmuyor. Bilmemenin, neyi bilmediğini de bilmemenin keyfiliği içinde, geyik muhabbeti tadında lafazanlıklarla vakit öldürüyor, diyalektik bir ilişki içinde götürülmesi gereken teori ve politik çizgi dengesini kuramadığımız için de tesbit, teşhis ve yorumlarımızda bir uçtan diğer uca savruluyoruz. Bunca yıldır İbda Dil ve Diyalektiğiyle iç içeyiz, onunla yatıp onunla kalkıyoruz, ama bir dünya görüşü olarak ne ifade ettiği hususunda belli mânâ- kıymet ve kurallar bütünü etrafında anlaşabilmiş değiliz. Böyle bir belirsizlik ortamında İbda’ya bağlılığın ne olması nasıl olması gerektiği hususu daha da karmaşık bir hâl alıyor. İbda; “herkesi sadece kendi olduğu bir nefs muhasebesine iter ve kendi orijinini göstermeye davet ederken” (S. Mirzabeyoğlu- Dil ve Anlayış ), “bizler” muhayyel bir İbda algısı içinde, fikrin zihnî dokusuna ait unsur ve şartları göz ardı ederek; neticesi ve devamı mahiyetindeki vasıtaları benimsemekle, bunları farklı üretim alanlarında kullanmakla fikri ihya ettiğimiz zannı içinde avunuyoruz.  Oysa akortsuz seslerin İBDA’yı orkestrasyona tâbi tutmasıyla “bütün” “parça”da tecelli etmiyor. Seslerin senkronizasyonu (senfoni); ancak düşünce sun’ilikten uzak, zihni ve mimari bir bütünlüğe haiz ise temin edilebilir.

S. Mirzabeyoğlu, insan takatinin üstünde entelektüel bir çaba isteyen bu bütüncüllüğü hayatı pahasına ortaya koydu. Ortaya koyduğu sistem hem yeni bir politikanın oluşumunda tayin edici oldu, hem de hâkim şuurun dönüşümünde önemli bir rol oynadı. Zira yeni-politik bir vizyon, hâkim konumdaki şuurun başkalaşımları gerçeklikle kurulan yeni bilme biçimlerine tekabül eder. Siyasî olan da budur. Gerçekliğin yeni bir vizyonla idrakine dair her çaba, siyasî bir çabadır. Ak Parti iktidarı toplum nezdinde, sessiz devrim niteliğinde büyük bir sosyal transformanyon gerçekleştirebildiyse, bu dönüşümün asıl öznesi BD- İBDA’dır.

Bugün, ülke siyasetinde “GÖLGE” kuşağı diyebileceğimiz kadrolar belirleyici ise, iç ve dış siyasette radikal bir dönüşüm yaşanıyorsa, bu gelişmeler; İbda Mimarı’nın 1970’lerde ektiği fikir tohumunun meyveye durduğuna delildir. Hadiseleri doğru okuyabilen basiret sahibi her insan; bu kadroların bugüne kadar BD-İBDA Dünya Görüşü’ne kayıtsız ve uzak kalmadıklarını; aksine tartıya gelmeyen bir yakınlık hissi içinde olduklarını, artık sosyo-ekonomik temelli bir anlayıştan, ideolojik temelli bir anlayışa geçtiklerini de görebilecektir. Lâkin “bilgi bilene var” ve “halkın aklı gözündedir”, sansasyonel olanı sever.

*Paul Klee’nin bir resminin adı

Aylık Ekim 2014