Salih Mirzabeyoğlu: -Ondan sonra biz, bu mânâlar etrafında dolanırken Üstad’ın o sözüne denk geldi… Tevâfuk… Üstad diyor ki; “2078’de Kıyâmet kopar mı kopmaz mı”… filân… Hadi bakalım, al sana mesele… Şimdi ben orda bir takım tarih hikâyelerine girmiştim, çok karışık işlerdi onlar, takib eden oldu, olmadı bilmiyorum… Mesela, milâdi bir yıl söylüyorsun değil mi? Miladi takvime göre Resulullah Efendimizin doğum; 571… Ondan sonra Hicrî takvim diyorsun, “Hicret”i mi asıl alıyorsun, yoksa, “Hicri takvim” derken, yani adı her ne kadar, “Hicret’ten”sonra konulmuş takvim ise de… Mesela şuna benzer bu; Şimdi o Hristiyan takvimini yapan adam, 1500’lerde filân yapıyor, İsâ Aleyhisselâm’ın doğumunu ölçü alıyor.
 
Şükrü Sak: -Sıfır diyor…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Bunun gibi sen, Hicret’in olduğu sene mi bu takvim hikâyesi konuldu ortaya, yoksa Resulullah Efendimizden, O’nun doğumundan mı başlayan bir şey… Yani, 571, sıfır mı? Böyle aldığın zaman, 571’i sıfır olarak aldığın zaman, mânâlar daha bir yerli yerine oturuyor. Bu Üstad’ın o sözüne de uygun;   “Bu devir bomboş bir devir”… Yani, “Allah’ın yaratmasına mahsus” olan bir devir, anlatabildim mi? “Yaratmasına mahsus” derken de kullarında yaratacak… Nasibi olan kullarında!
 
Şükrü Sak: -Evet efendim…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Neyse… Şimdi orada meselâ, tarihi sıfırdan aldığın zaman şöyle çıkıyor yahut da bu kullanılan takvimin başlangıcı, tamam mı, işte milattan daha önce filan yerden başlamış, “şöyle olursa böyle, böyle olursa şöyle” derken filân, karışık gibi görünüyor, bazen de karışıyor tabiî olarak… Bu bahsettiğim belirsizliklerden dolayı… Şimdi bu takvim oynamaları içinde, ben o işaret edilen tarihi buldum; 2078… Bu önemli bir tarih… İşaretler bunu gösteriyor. Onun dışında, Said-i Nursi hazretlerinin böyle bir şeyi vardır, der ki; “Kıyâmeti Allah bilir…” Ama, bunda “tahmin” dediğimiz şey yoktur. Tahmin dediğim şey de, rasgele sallamak değil. “Tahmin”de de tabii, inatçı olmamak lazım, anlatabiliyor muyum? Hani, böyle bir şey olursa anlatabiliyor muyum? Bu,  “söylenmiş-söylenmişti” olarak belirtilir. Bu tarihe “işaret edilmişti” anlamında… Şimdi bunun gibi, “Kıyâmet” dediğimiz hâdise… Farklı anlamları var biliyorsun… “Kıyâmet” muhteliftir. Mesela, o zaman geldiğinde –bu işaretlenen zaman, tarih-geldiğinde, bu türlü bir kıyamet olmaz ama, kıyamet çapında büyük bir şey olacaktır belki! Burada önemli olan ona dikkat çekilmesidir. Yukarıda söylediğim, “tahmin ve işaret” yoluyla, farklı usullerle “işaret edilen” zaman geldiğinde… Belki, “öyle bir kıyâmet” kopmayacaktır ama, başka türlü büyük bir hadise olacaktır… Burada önemli olan ona dikkat çekilmesidir…
 
Şükrü Sak: Kıyameti “andıran” bir şey olacaktır belki de…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Hah, anladın değil mi ne demek istediğimi? Böyle kaz gibi olmaz. Ve bunlarda esasen öyle dört köşe anlaşılacak hususlar değildir. Şimdi böyle bu tarihe, böyle bir işaret var diye, sen şimdi otur, pişkin pişkin; “Ooo, 2078’ye daha çok var!” deyip yat! Olmaz! Anlatabiliyor muyum… O şekilde anlaşılacak bir mesele değil bu!
 
Şükrü Sak: -Anladım efendim…
 
 
“99; Bir Fışkırış Yılı…”

 
Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi, 99 bir fışkırma yılı…  O zamandan bugüne uzanan çizgiye bak, değil mi?.. Biliyorsun o günleri… Neler neler… Herkes markete koşuyor şimdi… Nasıl olsa ortalık karışacak, yani, “biz ne alırsak, kâr” hesabı…(Gülüyor…) Anladın değil mi?... Şimdi bunlara benzetmemek lâzım… Bak o şeyi hatırlatman güzel oldu… Bunları çok detaylı yazdığım için tekrara girmeyeyim…  Bu 1400 etrafında istiflenen mânâları söyledim sana; nasıl aynı hizaya geldiklerini… Nasıl böyle lâtif bir helezon gibi üst üstü bindiklerini… Hangi mânâlara tekabül ettiğini… Allah’ın isimleri… Allah’ın Resulü’nün, Efendi Hazretlerinin ismi… İmam-ı Rabbâni Hazretlerinin, “Geldiği zaman benim bütün söylediklerimi doğrulayacak” dediği kişi… Ondan sonra, Cumhuriyet’in ilanından sonra Efendi Hazretlerinin “Üçışık” soyadını alması… Anladın değil mi? Bunlar rasgele şeyler değildir.
 
Şükrü Sak: -Evet efendim…
 
 
 
“Öne Alınmış Delil; Takdim…”
 
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Üçışığın, mânâlarını verdim.  Anlatabiliyor muyum? Bak; “cin hastalığı…” Ondan sonra bak, Allah’ın “Lâtif” ismi, cinler mertebesi… Kamer menzillerinden “Mukaddem mine d-Delâl”; Öne alınmış delil; Takdim… Ondan sonra “mührü” biliyorsun… Bütün bunlar nedir? Böyle bir “mânâ yumağı” hâlinde –Üstad’ın bütün bir varlık ve oluşu, insanı, toplumu, hayatı, kâinatı kuşatma-izah çabası içinde ideolojiyi tarif ederken söylediği o ifâdeler varya- böyle bir mâna yumağı hâlinde,  iç içe geçmiş, birbirinden yol bulan –bir bakıma- dışa doğru sonsuz “çok”a, içe doğru “bir”e toplanan bir mânâ yumağı… Üstad’ın tarif ederken böyle ince ince, adetâ hissedilir derecede katılaştırdığı bir mânâ yumağı…
 
 
"Dil... Mülklerin En Tehlikelisi..."
 
 
Şükrü Sak: -“Derinliği herkeste ayrı olan” lisân gibi… Cehennem… Zebân… “Mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana” diye… Nerdeyse her kelimenin, her insanda karşılığı farklı…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Değil mi?.. İşte bu meselelere o derinlikten bakacaksın!. Bakabilmek lâzım… Ne harikâlar ortaya çıkar, ne müthiş güzellikler keşfedilir, aslı İslâm olan, İslâm’da olan, İslâm’ın olan… Bunu, “Mülk Allah’ındır” ölçüsü ile birlikte düşünürsen… Ve “Herşeyden önce kelâm vardı” sırrıyla… Değil mi!.
 
Şükrü Sak: -“Döllenir kelimeler kelimelerle/Sura üflenmeden önce soyumuz…” “Ancak dil olan yerde dünya vardır” diye Hölderlin’in sözüne…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi, buradaki –mülk ve tehlike- kavramlarına da “derinliği her insanda farklı” olan lisân noktasından bakarsan… İzâhı da öyledir… İşte onlarda “karşılığı” var, burada yok… Bizim, her dünya görüşü ayrı bir dildir diye izahını yaptığımız meseleler, görüyorsun değil mi?.. Böyle idrak inceldikçe, oralara doğru gider... “Niye mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana,” bu niçin tehlikelidir filân. Anlatabildim mi?.. Yukarıda izâh ettim; Lisân; bildirme, bildirebilme… “Anlaşma” bununla mümkün…
 
-Şükrü Sak: -“Dil, mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana. Kendisinin ne olduğuna şahitlik etsin diye…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Bak şimdi, mesele nereye geliyor… ” Şahid… Şehid… Müşahede… Şehadet âlemi… Görünen âlem… Görünen âlemi müşâhede eden… Anlattım bunları. Bak şimdi, “şahitlik etmek?..” Biliyorsun değil mi?. ‘Bunu meseleler içinde döne dolaşa nasıl işlediğimizi… “ Şahitlik etmek, “bildirmek” demektir… Bu, şu mânâya da gelir: Bildirmede, bildirilmiş olanın teminatını da vermek. Anladın değil mi? Bak şimdi,  İnsan, kendisi olandır; hele kendi varoluşuna şahitlik ederken. Bu şahitlik etme, burada insan varoluşunun tamamlayıcı ve ek bir anlatımı demek değildir; ama insanın varoluşunu açıklığa kavuşturur… “ Lisân bahsi üzerinde niye bu kadar durduğum anlaşılıyor değil mi? Buradan “Hakikat-i Ferdiyye” bahsine kadar uzanır mevzuu
 
Şükrü Sak: -Mülklerin en tehlikelisi…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Bak şimdi, soruyu böyle sorduğun zaman, anlıyorsun değil mi “mülklerin en tehlikelisi”…  Resulullah Efendimiz diyor ya;-Hadiste geçen- mevzu; “Mü’min yalan söylemez…” Diğer yanlışlarla bunu ayrı tutarak… Buradan yüzlerce mesele ile irtibat kurabilirsin, bizim kendi “dil ve diyalektiğimiz” içinde, binlerce… Anlatabildim mi! Şimdi, bu mesele üzerinde tâ Kültür Davamız’dan bu yana duruyorum, -dil ve diyalektik, teorik dil alanı, dünya görüşü-dil-“üst dil” –“mânâ dili”- meseleleri üzerinde, baştan beri duruyorum, bak ne diyor adam Hölderlin; O, tehlikeler tehlikesidir, çünkü her şeyden önce tehlike imkânını meydana getirir. “Dil-lisân”… Zebân… Cehennem… Sakar….Bak, böyle bir seviyeden –derinlikten- girebiliyor musun mevzuya… Anlatıyoruz, “Allâh kelâmı, Resûl kelâmı… Veli Kelâmı…” Hatırladın değil mi; “Veli kelâmı bize daha yakındır” mevzunu… Bak şimdi, işte o adamın dediği şeye ( -Ancak dil olan yerde dünya vardır-) buralardan bakabiliyor musun?. O derinlik görülüyor değil mi?..
 
Şükrü Sak: Evet efendim… Pek bilinen bir isim değil burada… “Tehlike, var olanın varoluşu tehdididir” diyor… Yani,  “varoluşa” yönelik tehdit ile kargaşanın açık şartlarını meydana getiren ve böylece varoluşun yitmesi imkânına, yâni tehlikeye yol açan dildir diyor…
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Neyse… (Gülüyor…) Vesaire, vesaire… Her neyse, Allah hayırlısını nâsib etsin. Bunlar böyle yavelikler değil de, fikir zevki bakımından, “zevken” anlaşılması, hissedilmesi gereken şeyler, anladın değil mi… Mevzu ondan ibaret.
 
Şükrü Sak (Röportaj Nabız Haber’den alınmıştır)