Büyük Doğu, bir dünya görüşü... Dünya sahnesinden İslâm’ın iktidarını silmek ve Müslümanların “topluluk hakikati” nisbetinde yeniden görünmesinin önüne geçmek isteyen küfür ve nifak taifesine karşı, İslâm’dan zerre feda etmeksizin lif lif örgüleştirilen bir “dünya görüşü-sistem”dir. Dünya görüşü; üzerinde yaşadığımız âlemin gayesini, hayatın anlamını, değerini, varoluşu ve içerisinde bulunduğumuz çağı tanıyıp anlamamızı, kavramamızı sağlayan anlayıştır. Büyük Doğu, yepyeni bir nizam hâlinde, “şeriat ölçülerine” sımsıkı bağlı İslâmî bir “tatbik fikir-ideolocya”dır. Mimarı’nın diliyle “Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece ‘Sünnet ve Cemaat Ehli’ tabirinin ifâdelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı...” (Kısakürek, İdeolocya Örgüsü 1994: 10)
Nisbet; ilgi, alaka, ahenk, oran ve saire.
Eşya ve hadise; çevremizde maddî ve manevî olan biten her şey ve tekâmül eden, değişen cisimler, olaylar.
İslâm, ana ölçülerimizi barındıran inancımız olurken bu inanca sımsıkı bağlı vatan, millet, bayrak, aile, ticaret ve sair şeyler de fikrimizin sembolleri olmakta. Bu sembolleri besleyen, yaşatan ve hayatta devamını sağlayan şey de fikir yâni anlayış. Anlayış ise İslâm’a nisbeten ortaya çıkar. Nihayetinde anlayış değişir, İslâm değişmez. Değişmeyen İslâm, itikat ve amel bütünlüğüne sahip sarsılmaz bir yapı izlerken, mevcud eşya ve hadiseye göre değişen anlayış ise -asla bağlı kalma kaydıyla- bir mubahlar alanı oluşturur. Bu mubahlar alanında keyfiyet ve kemiyet devşirmesi, gelişmesi yaşanır ve gerçekleşir. İtikat, kırmızı çizgi gibi anlaşılmalı; helaller, haramlar, küfür ve şirk durumları, farz ve vacipler ve sair. Dünya görüşü, işte mubahlar dairesinde yeşerir ve kırmızı çizgilerini belirledikten sonra bu sahada büyümeye bakar. Bu, aynı zamanda siyasî ve ahlâkî otoritenin yaygınlaşması, iktisadî ve ticarî üretimin kontrolü, felsefî ve hikemî düşünmenin artması demektir.
Bu dünya görüşünde faiz ve rüşvete, haksız kazanç ve rekabete yer yoktur. Bu husustaki içtimaî ve iktisadî kanunlar öylesine bir ahenk ve ahlakla yoğrulmuşlardır ki, böylesi bir kazancın kapısını açmaya ne kimsede ihtiyaç ne de ihtiras kalmıştır. Bu dünya görüşünde ferde ait bütün suç işleme imkânları ortadan kaldırıldıktan ve yine aynı fertler muhteşem bir ahlâkî sermaye ile donatıldıktan sonra –zuhur imkânı olmamasına rağmen- “şeriat hükümleri nasipsiz içindir” hikmetinden payla hırsızı bir daha hırsızlık yapamayacak, katili bir daha kimseyi katledemeyecek, evli-bekâr zina edeni bir daha zina edemeyecek hale getirecek bir kanun tatbikatı vardır. Ayrıca bu dünya görüşünde, güzel sanatların birçok şubesine müsaade varken, heykel ve benzerlerine kapı sıkıca kapalı tutulmuştur. Yine bu dünya görüşünde, şehirleri bir sanat eseri gibi inşaya izin varken, cami ve mescidlerin sade ve nazenin tutulması arzulanmıştır. Yine bu dünya görüşünde, kadına imamlık ve kadılık hariç bütün iş sahaları açık tutulmuş ve İslâm edeb ve ahlâkından zerre taviz vermeme kaydıyla dış yüzden süsü ona hak olarak göstermiştir. Yine bu dünya görüşünde, kahvehaneden meyhaneye, eğitimden askeriyeye, siyasetten dine kadar bütün mevzular İslâm’a Muhatap Anlayış zaviyesinden değerlendirilmiş ve örgüleştirilmiştir. Öyle ki, bu sistemde “vatan dışı” diye bir başlık vardır ki, sırf bu başlık yüzünden Yahudi’nin Büyük Doğu düşmanlığı kin ve öfke doludur. Nihayetinde bu “vatan dışı” başlığı altında sıralanan ifâdelere baktığımızda, Yahudi sadece bu topraklardan dışarı atılmıyor, ona ait ne varsa, neyi içimize soktuysa her şeyi ile birlikte bu topraklardan def ediliyor, çıkarılıyor. İdeolocya’da aynen şöyle yazar:
“Yahudiler, olanca servet ve imkânlarına sahip ve ellerinden hiçbir şey alınmamış olarak, muayyen bir vâde içinde Türk vatanını terk etmeye mecbur tutulacaklardır. Yahudi’den hiçbir istihale ve bize inkılâp edası kabul olunamaz.” (Kısakürek, 300)
Hiçbir şey alınmamış olarak, gizli-aşikâr Yahudi sermayesi ne varsa. Cola’dan deterjana, teknolojik araçlardan ilaca kadar tüm sermayesiyle birlikte vatanın dışına çıkarılacaktır.
Ancak bütün bunlar, en ince strateji ve mücadele ile gerçekleşir. Bazen açıktan bazen derinden yürütülen kavgalar, zaman zaman dış yüzden mevzunun farklı algılanmasına sebep olabilir.  Bu sebeble hep şu hatırlanmalı: Meydan yerine çıkacağın ana kadar, her nerede davan lehine semerelendireceğin ne varsa topla. Anadolu’nun üzerine ticareti ile medeniyeti ile kültürü ile çöreklenen BATI ve YAHUDİ’ye gerekli cevabı en hızlı ve en sert dille vermek için harekete geç. Ama tek şartla; adaleti, hukuku ve ahlâkı elden bırakma. İlimde, fende, sanatta ve mimaride ihtisaslaş ve Anadolu’yu yine çağları aşan bir fikir ve aksiyonla yoğur.
Suriye, Irak, Afganistan, Libya gibi Müslüman ülkelere bakış da, onlara karşı yıllardır yürütülen Haçlı işgali ve sömürüsü de dünya görüşü nisbetinde değerlendirilmesi gereken bir mevzudur. Yoksa Batı’nın demokrasi ihracı oyunu ve zalim-diktatör palavraları ile sosyolojik ve akademik tahliller yaparak güya muhalefet örneği sergilenir. Böylesi bir muhalefet ise kölenin efendisine yalvarması gibi garip bir ikiyüzlülük doğurur. Bu yüzden dünya görüşü şartı başa alınmalı, bütün fikir ve aksiyonlar bu dünya görüşüne nisbetle gelişmelidir. Böylesi bir başa alışta ise şu hakikat önümüze çıkar: Müslüman ülkelerde yaşanan bazı aksaklıklar ve idarecilerin işledikleri hiçbir günah, Haçlı işgal, yağma ve katliamının meşru gerekçesi olamaz. Batıcıların yaptığı gibi güya hakkı söyleme adına kendi insanının esaretini kolaylaştıran muhalefet -FETÖ örneğinde olduğu gibi- aslında muhalefet değil düpedüz ihanettir. Oysa asıl yapılması gereken, güya yanlışları söylemek adına muhalefet ettiğini iddia eden, gerçekte ise Batı işgal ve katliamına kapı aralamaya çalışan bu ve benzeri ihanet şebekelerine karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış, salt yanlışı göstermekle değil aynı zamanda doğruyu teklif ve tatbik ettirmenin yollarını aramakla gerçekleştiği için de sağlam bir netice doğurur. Dünya görüşü, bu mânâda peşin fikir ve kendisiyle hareket ettiğimiz ilk doğrumuzdur.
Yine bir başka misâl: Üniversiteler. Kız erkek ayrı eğitim almanın fâidesi ve zarureti... İdeolocya’da şöyle geçer: “Bağlı bulunduğumuz mutlak hakikat kutbunun mutlak bir ölçüsüne uygun olarak tedrisat usûlümüzde kız ve erkek karışık öğretime imkân olmadığı için, Üniversitelerimiz de, kız ve erkek Külliyeleri hâlinde ayrı olacaktır.” Şimdi bunu ham yobaz kaba softa tavrı ile salt cinsel istek ve arzular noktasından açıklarsak, mevzu dünya görüşü olmaktan ziyade nefsani ve şeytani birtakım ayrımlar sebebi ile isteniyor görünür. Oysa bu meselenin de bir başlık olarak değerlendirildiği ve eğitimde kalitenin artırılması, buluş ve keşiflerin hangi zihin süreçlerinde daha hızlı açığa çıktığı, rahatlık ve huzur açısından bu tür bir eğitim sisteminin psikolojik ve sosyolojik açıdan önemli bir destek sağladığı açıklandığında daha tutarlı bir muhalefet ve mücadele izlenmiş olur. Yukarıda dedik, mealen tekrar edelim: Dünya görüşü toplayıcıdır, birleştirir ve başıboşluğa izin vermez. Nasıl ki mezhepler bir zarureti ihtar eder, bilgi toplam hâlinde kıymete haizdir ve dini bilgiye erişimin esas ve usulünün kaybolduğu yerde mezhepsizlik-anarşizm doğar. Benzer şekilde dünya görüşsüz ve herkesin kafasına göre ahkâm kestiği bir muhalefet anlayışında da ortaya kakafoniden başka bir şey çıkmaz.
Bir dünya görüşünü hayat sahasına geçirmek demek, mücadele sahasına girmek demektir. Nihayetinde hiç kimse kendi düzeninin bozulmasını istemez, hele ki bu, Osmanlı gibi muhteşem bir İmparatorluğun üzerine konan Yahudi ve Batı ülkeleri ise. Yaşanan son hadiseler bunun en güzel delili. Kim Batı ve Yahudi’nin çarkına bir çomak sokuyorsa hemen onu derdest edip ortadan kaldırmanın yolu aranıyor. Eğer bunda başarılı olunmadıysa bu defa itibar suikastine tâbi tutuluyor. Yıllardır ülkemizde siyasî liderlere, birçok âlim ve mütefekkire bu yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Bu itibar suikastlarında da insana en kolay ve tatlı gelen bir metod denenir: “Haklı Eleştiri”. Psikolojik savaşın en usta şekillerindendir; kendi çocuğuna babasını dövdürmek... Hem de haklı sebepten, babasının şu yanlışı varmış. Bu sebeple İslâm başıboş mücadeleciliğe, rastgele bir muhalefete müsaade etmez. Hele hele “doğruyu söylüyorum” zannı ile “doğruyu yanlış zamanda, yanlış usûlle söylemek” korkunç bir felaketin sebebi olabilir. II. Abdülhamid Han’ı indirmek isteyenlerin içtimaî hayatta var olan bazı eksik ve yanlışları bahane ederek “şeriat isterük” ayaklanması gerçekleştirmesi ve akabinde şeriatın kendisini yıkması buna güzel bir misâldir.
Nisbet meselesini başa aldık ya!.. Ne kadar mühim... Tenkide evet!.. Ama yapıcı ve nizam verici tenkide… Yoksa iş -yerel deyişle- bağcı dövmeye gider ki, bu da tenkid değil, düpedüz muhatabına savaş açmak yahud haset etmektir. Bir dünya görüşü nisbetinde tenkid ise daha çok yapmakla ilgilidir. Nihayetinde bu dünya görüşünün bir teklifi, mücadele tarihi ve bir kadrosu vardır. Eşya ve hadiseler tahlil ve tenkide tabi tutulurken bu çerçevede hesap yapılmalı, zaman ve mekân tayini başta olmak üzere, hangi sözün öne alınacağı yahud söylenip söylenmeyeceği bu çerçevede belirlenmelidir. Yoksa küfrün tutuşturduğu ateşe odun taşımak ve kendi yangınımızı körüklemek gibi bir hâl yaşarız. Küfür, bütün şubeleriyle KÖKLÜ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ ile reddedilir ama onunla şube şube mücadele edilir. Asıl hedefe doğru giderken, milletin enerjisini tüketen işlerle vakit kaybedilmez. Fayda getirmeyecekse bazen boykot bile bir yerde ucuz bir eylem biçimi olarak kalır, yok eğer fayda getirecekse basit bir cola şişesinin kırılması bile bir devrim kıvılcımı saçabilir. Her şey eşya ve hadisenin kendi zaman ve mekân şartlarında geçerli. Dünya görüşü nisbeti, işte bu açıdan çok önemli. Kaldı ki, aynı dünya görüşü bağımsız ferdî hareketleri bile kendi hasrında eritir, yeter ki bu dünya görüşüne muhatap kişi nisbetini doğru kursun ve dünya görüşünün etiketi ile hareket etsin.
Bir fikrin kavgasını vermek, rastgele aktüel mevzular arasında kaybolmak yahud her gündem olan mevzuya müdahil olmak demek değildir. Hele hele gündem manyağı olacak şekilde salt o işle meşgul olmak, karşı olunan sistemi yaşatmak gibi tersinden bir zafiyete sebep olur ki, bu durum ahmaklıktan başka bir şeyle açıklanamaz. İlkesizlik ve fikirsizlik beraberinde savrulma getirir. Günümüzde bunun misallerini bedahet derecesinde binlerce kez yaşamaktayız.
İbda Mimarı’nın “Marifetname” adlı eserinden iktibasla mevzumuzu noktalayalım: “Yapacağın her işte, teşebbüsten evvel, önceden ne olacağını ve arkasından ne çıkacağını iyice düşün, ondan sonra teşebbüse kalk; bu yolu tutmazsan, yapacağın her harekette evvelâ zevk duyarsın... Zira arkasından ne çıkacağını tasavvur etmiş değilsindir. Fakat sonunda rezalet kendini göstermeye başlayınca, hicab içinde kalırsın.” (Mirzabeyoğlu 1986: 291)
 
Baran Dergisi 559. Sayı