Faizin hemen bütün dinlerde, içtimaî adalet iddiasındaki ideolojilerde kerih görüldüğünü ifade etmiştik. Bunun sebebi de doğrusu çok açıktır; faiz, sermayeyi zahmetsizce biriktirip sonsuz büyütmeyi yadsımayan, bunu tabiî kabul eden bir içtimaî anlayışın ürünüdür ve dolayısıyla cemiyeti oluşturan unsurlar arasında tamamen çıkar eksenli bir ağın oluşmasına yol açmaktadır. Vücudun uzuvlarının hilafına sürekli büyüyen ve bünyeyi bozan bir tümör gibidir. Kişiler arası yardımlaşma ve dayanışma hislerini yok ederek sosyal dokuyu yozlaştırmaktadır. Böylesi bir cemiyetin çöküşü mukadderdir. Bu yüzden de içtimaî adalet iddiasındaki bir anlayışın, insan fıtratına aykırı ve gayritabii bir faaliyet olan faizi savunması düşünülemez.

İçtimaî düzenin esaslarını inceleyen Aristo “Politika” adlı kitabında faizi niye kötü gördüğünü şöyle izah etmektedir:

“En çok tiksinmeyi hak eden, faizciliktir: çünkü bundan sağlanan kazanç, doğrudan doğruya paranın kendi varlığından ileri gelir ve paranın doğuşuna yol açmış olan gayeye aykırıdır. Zira para mübadele için yaratılmıştır; oysa faiz paranın miktarını çoğaltır… Dolayısıyla da tabiata en aykırı düşen para kazanma tarzıdır.”

(Burada bir hususa teması zaruri görmekteyiz: Çok eski çağlardan beri bir çeşit vakıf hüviyeti taşıyan mabed, hastane, aşevi, yetimhane gibi kurumları işleten ruhban sınıfının, piyasada faizli işlemler yapılmasına karşı çıkarken kendi kurumları menfaatine bir nevi banka gibi çalışıp faizle borç verdikleri bilinmektedir. Bu kurumların büyüyüp ayakta almasının kamu lehine olduğu düşüncesinden hareketle muhtemelen bu tür faaliyetlere izin verilmekteydi. Budistlerde, Hindularda ve Zerdüştlerde bu tarz birçok vakıf benzeri müessese bulunmaktaydı. Her ne kadar İslâm’daki para vakıfları ilk bakışta bu kategoriye giriyor gibi gözükse de, bu tarz vakıfların mezkûr kurumlarla derin farklılıkları mevcuttur. Bu bahsi ayrı bir başlık altında işleyeceğimizden, şimdilik İslâm para vakıflarının murabehe, yani ortada bir metanın olduğu bir alışveriş şekli ile çalıştığını ve doğrudan faizli işlem asla yapmadığını belirtmek kanaatimizce kâfidir.)

Faizin, her tür metada mümkün olmasına rağmen, asıl vasıtasının para olduğu malum. Para, muhafaza ve stok problemi yaşanan diğer metalara nazaran gömülemeye (iddihar) daha uygun olsa da, bu işlem paranın mahiyetine aykırıdır. Adam Smith’in ifadesiyle gömüleme “bir ruh hastalığına” işaret eder. Ona göre eldeki mevcut paranın vazifesi ya insanın ihtiyaçlarını/zevklerini karşılamak ya da daha çok kazanmak için yatırıma çevirmektir. Veyahut da fakirlere yardım etmek için kullanılabilir. Cemiyet için zararlı gördüğü gömülemeyi ve israfı engelleyip parayı piyasa tedavülüne sokmak için faizden başka bir yol yoktur. Parayı kazanıp gömerek kullanımdan çıkarmanın doğru olmadığı bariz bir hakikat, lakin işte bizimle bilhassa Batı insanı arasındaki farkın temayüz ettiği nokta tam da burası: Para, kendisi için, alma ve kazanma kapasitesi taşıdığı şeyler için önemlidir. Para kültürü, Batı’da para fetişizmine evrilmiş ve sürekli artırmak artık başlı başına bir hedef haline gelmiştir. Paranın herhangi bir maksatla harcanmayıp yatırıma da dönüştürülmemesi, atıl bir şekilde durması, bu mantıkla bakıldığında, onlar için kâbus bir şey olsa gerek. Paranın, tıpkı bir köpekbalığı gibi sürekli yemesi, yani üstüne koyması/kazanması lazımdır. Onlara göre de bunun en olağan yolu da faizle borç vermektir.

Bizdeyse, para sadece bir mübadele vasıtasıdır; fetişizme konu olamaz. Bizde de gömüleme istenmez, paranın asli vazifesini ifası için tedavülde bulunması arzulanır. Ama bunu, faiz gibi denge bozucu bir sâiki meşrulaştırıp parayı piyasaya çekme enstrümanı şeklinde kullanarak değil, duran paranın üzerine zekât müeyyidesini koyarak sağlar. Faizi yasaklayıp zekâtı farz kılarak parayı yatırıma yönlendirir. İsrafın haram kılınması da yine aynı gayeye hizmet etmektedir. İnsanların dünya nimetlerinden faydalanması ve fıtrî kazanma arzuları, İslâm dairesi içinde olmak kaydıyla en tabii haklarıdır. Bu haklar, engellenmez, yönetilir; her tür üretim ve ticaret yoluyla kârın helal kılınması yoluyla sağlanır bu. İsrafın, kişiden kişiye farklılık arz eden hüviyeti, kazancın Allah’ın rızasının olduğu yollardan elde edilmesi, meseleyi bir inanç ve kültür işi yapmaktır; bizim sürekli “İslâm iktisadı, İslâm rejiminde mümkündür” tezini tekrarlamamız bundan ötürüdür.

İslâm’da ayrıca arazi mülkiyetine tahdid konmak suretiyle paranın ranta gömülmesi de engellenir. Yani sermaye biriktirme, ancak üretmek ve üretilen bu malları alıp satmakla mümkün olabilmektedir. İmam Gazali paranın değersiz taşlar (altun ve gümüş) olduğunu, dayanıklılık ve nedret dolayısıyla mübadeleye konu olduklarını ve bu maksad haricinde kullanılmalarının doğru olmadığını söyler. O yüzden bizde gümüş ve altının ev eşyası olarak kullanımı yasaktır. Aynı şekilde erkekler altın ziynet eşyası takınamazlar. Elbette hep söylediğimiz üzere faiz bir sosyolojik habitat meselesidir.

Bu noktada faizin tarihi serencamından bir miktar bahsetmek istiyoruz. Akabinde faiz teorilerine kısaca değineceğiz.

Mısır, Sümer, Babil, Asur, eski Yunan, Roma gibi toplumlarda da, kimi zaman yasaklansa, kimi zaman sınırlansa da, faize çokça rastlanmaktadır. Hammurabi kanunları borç işlemlerini her yönüyle düzenlemiş, Firavunlar devrinde Mısır’da faizin anaparayı aşması yasaklanmış, borcunu ödeyemeyen kişinin alacaklısının kölesi haline geldiği eski Yunan ve Roma’da borçlunun sorumluluğu malı ve zimmetiyle, faiz haddi de % 12 ile sınırlandırılmıştır. Daha sonra Jüstinyen, ticarette bu oranı devam ettirirken asillere % 4 sınırını getirmiştir. Eski Hint’te de yüksek kastlar için faiz tamamen yasak iken aşağı kastlar için adil bir faizden bahsedilir. Bu toplumda sosyal statü ve asalet seviyesi yükseldikçe faizin kınanması ve yasaklanması temayülü artmaktadır. Ülkemizde yapılan kazılarda, Asurlu tüccarların M.Ö. 2000 yıllarında Anadolu halkına % 100 faizle ödünç altın ve gümüş para ile kalay ve buğday sattığını ortaya koymuştur.

Bugün Mikonos adasının hemen yanı başında ıssız bir ada olan Delos adası kurulduğu andan sonuna değin, -ki bu da takriben milattan önce 7. Asra tekabül etmektedir,- tüm gelirleri kutsal alanın hazinesinde toplanan, sadece Apollon’a adanmış bir kült merkezi haline gelmişti. Faiz sistemine dayanan bankacılık da bu adada kurulmuştu. Delos adası rahiplerinin özellikle tiranlara sıklıkla borç para verdiği bilinmektedir. Bu zenginlik Perslere karşı Attika-Delos deniz birliğinin kurulmasında da önemli bir amil olmuştur.

Faizi din ve ahlâk açısından tahlil eden Eflatun ile Aristo onu mahkûm etmişlerdir. Çirkin bir kazanç yolu olarak gördükleri faiz onlara göre zenginlerle fakirleri karşı karşıya getirerek devletin selametini tehlikeye atabilir. Aristo, yukarıdaki iktibasımızdan da anlaşılacağı gibi, kısır bir metal olan paradan kazanç elde etmeyi gayr-i tabiî ve adalete aykırı bulmaktaydı. Onun bu görüşü, ödünç alınan para ile bir kazanç sağlanacağı, dolayısıyla bu kazançtan para sahibine de faiz ödenmesi gerektiği şeklinde bir itirazla karşılansa bile faizde aklıselim ve vicdanın kabul edemeyeceği özelliklerin bulunduğunu göstermesi bakımından önem taşır. Faizi kınayan benzer ifadelere Cicero, Cato ve Seneca gibi ilk dönem Romalı düşünürlerde de rastlanır.

Bütün bu bulgular, ilk dönemlerden itibaren tarih boyunca bazı kayıt ve sınırlamalar getirilerek kontrol altına alınmaya çalışılan faizin esasen ahlâka ve insan tabiatına aykırı bir adet olduğu konusunda hemen hemen ortak bir fikir ve tavır birliği oluştuğunu göstermektedir. Laik hukuk sistemlerinde genellikle borçlu lehine getirilen bazı kolaylıklar, özellikle de faiz haddini sınırlama şeklinde kendini gösteren faize karşı bu mücadele, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi semavi dinlerde daha netleşerek faizin kökten yasaklanması şeklinde ortaya çıkmıştır. Yahudiliğin orijinal halinde faiz yasaklanmıştı. Daha sonra İsrail kavmi arasındaki ilişkiler gözetilerek bu yasak saptırılmış ve sadece Yahudiler arasında geçerli olduğu, Yahudi olmayanlardan faiz alınmasının serbest olduğu hükmüne varılmıştır. Bu yüzden Yahudiler faiz yasağını sadece kendi aralarında uygulamış, yabancılardan faiz almakta bir sakınca görmemişlerdir. Kudüs’te ve diğer şehirlerde faizcilik ile uğraşan simsarlar vardı. Kudüs’te bu tefecilerin tezgâhlarını Hz. İsa (as)’ın elinde kamçı devirmesi meşhurdur. Yahudi din adamları, özellikle bu hadiseden sonra O’nu çok tehlikeli görmüşlerdir. Faizin dünyada bugüne kadar devam edip yaygınlaşmasında Yahudilerin “meşrulaştırma” gayretlerinin etkisi büyüktür. Özellikle 14. Asırda Yahudi din adamlarının faizi kendi aralarında dahi caiz olacak şekilde esnetmeleri, mülk sahibi olmalarına ve esnaflık yapmalarına sıkı tahdidler konan bu milletin önemli bir kısmının geçim kaynağının faizden kazanılan paralar olması neticesini doğurmuştur. Avrupa’daki para fetişizmi sembolünün Yahudi olması boşuna değildir.

Öte yandan Luther olmak üzere faiz konusunda büyük duyarlılık gösteren Hristiyan din adamları ise faizi asırlarca haram saymışlardır. Ortaçağ kilisesindeki faiz yasağı en başta tüketim borçlarını hedef alıyordu. Ancak Avrupa’da sanayi ve ticaret hacminin genişlemesi “ödünç sermaye” ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Hatta bizzat kilise erbabı iş kurmak ve Haçlı seferlerini finanse etmek için büyük miktarlarda borç paraya gerek duydu. Avrupa’da parayı elinde tutan, tüccar şehir devletleri Venedik ve Cenevizdi. İsteyenlere faizle borç vermekteydiler. Zaten ticaret döngüsü de borç verdikleri meblağların nihayetinde dönüp ellerine gelmesine yol açmaktaydı. Braudel, Avrupa’da “kapitalist sıçramayı” Venedik ile başlatır. Bu sıçramayı sağlayan, Venedik’teki ciddi bir kısmı Yahudi olan para baronlarıydı.

Akabinde kilise de, geniş servet sahibi olarak, kendisi de borç para vermeye girişince, kilise mensupları, İncil ayetlerini bu tür faaliyetlerine imkân tanıyacak şekilde yorumlamaya sevketti. İslâm âlemindeki “reformistler”de de aynı sapkınlığı gördüğümüzden, bize çok tanıdık geliyor bu tür teşebbüsler... Bunlar, ticaretin bile hırs ve tamah duygularına dayanan kötü bir şey olduğu yolundaki eski görüşlerini terk etmekle kalmayıp faiz konusunda çok yumuşak bir çizgi takip ederek kapitalizmin tohumlarını da atmış oldular. Hıristiyanlığın faiz yasağının yerini dolduracak müesseseler getirememesinin yanı sıra ortaya çıkan ekonomik gelişmeler Ortaçağ’da faiz yasağının tedrici olarak gevşemesine, hatta yasağı tamamıyla kaldırma teşebbüslerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu çerçevede, Ortaçağ teolog ve düşünürleri, bütün borçlu-alacaklı ilişkilerine uygulanabilecek bir faiz tahlili oluşturmayı kendilerine görev bildiler. Bunlardan Saint Thomas d’Aquinas başlangıçta, kullanıldığında tüketilen eşya ile (gıda maddeleri gibi) tüketilmeden kullanılabilen eşyayı (at, ev gibi) birbirinden ayırdı. Ona göre tüketilmeden kullanılabilen eşyanın kullanımına karşılık bir ödemenin (kira) talep edilmesi adalete uygundur. Buna mukabil tüketilerek kullanılan eşyanın mislinin iadesinde ödünç alınan miktara ilave olarak bir de kullanım bedelinin (faiz) talep edilmesi haksızlıktır ve mevcut olmayan bir şeyi satmak demektir. Çünkü bu eşyanın kullanımı tüketilip yok edilmesinden ibarettir. Şu ifadeler d’Aquinas’a ait:

“Parayı ve paranın kullanımını ayrı ayrı satmak imkânı yoktur. Herhangi bir malın bizzat kendisiyle kullanımını ayırmak ve böylece satmak mümkün olmadığına göre, kullanım karşılığı olan bir faiz istemek aslında haksızlık, hatta hırsızlıktır. Çünkü bu ayni şeyi iki defa satmak (kullanımıyla bizzat malın kendisini) demektir. Faiz, zamanın bir fiyatı ise, hiç kimse faiz talep etme durumunda değildir. Çünkü zaman bütün insanlar için ortaktır ve sadece Tanrı’ya aittir. Öyleyse, bir faiz ödetmek, hem hırsızlıktır ve hem de zamanı insanlara bedava veren Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suçtur.”

Ancak faiz hakkında önceleri bu açıklamaları yapan ve faiz-kira ayırımında önemli esaslar ortaya koyan Saint Thomas, herhalde Hristiyan âleminde para tekelinin Yahudilere geçtiğini gördüğünden olsa gerek, faize cevaz vermede gittikçe daha yumuşak davranmıştır. Bazı gerekçeler ileri sürerek para sahibinin verdiği paradan başka “tazminat akçesi” adı altında ayrı bir fazlalık almasını da meşru görmeye başlamıştır. Bu görüşünü ödünç verenin bir müddet parasını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle zarara uğramış olması, paranın ödünç verilmeyip de bir işte kullanılması halinde elde edilebilecek kazancın kaybı veya bir gemi karşılık gösterilerek ödünç verilen bir paranın bu geminin batması halinde karşılaşabileceği risk gibi gerekçelerle açıklamaya çalışmıştır. Bu tür gerekçeler, şu veya bu şekilde klasik dönem iktisadçıları tarafından da kullanılmıştır. Böylece önceleri faize karşı olan Saint Thomas, sonradan ileri sürdüğü birtakım bahanelerle faiz yasağının ortadan kalkmasına zemin hazırlamıştır. Bu yasağın bertaraf edilmesinde kullanılan en etkili yol, doğrudan tüketim için alınan borç ile ticarî maksatla alınan borcu birbirinden ayırma teşebbüsü oldu. Tüketim borcuna tefecilik deyip reddederken ticarî borca faiz deyip kabul etme usulü, dindeki yasakla faizli borçlanmalara olan ihtiyacı telif için ısrarla kullanıldı. Bu görüşün mensuplarına göre faiz, sermayenin üretkenliği, en azından üretken kullanımlara uygulanabilirliği sebebiyle meşrudur. Nitekim önceleri muhalefet etmesine rağmen daha sonra ticarî amaçla faizli ödünç almanın caiz olduğunu ilk defa ciddi surette savunan Hristiyan reformcusu Jean Calvin, faizi günah olmaktan çıkartma yolunda gayret sarf ederken tüketimle üretim borcunu, dolayısıyla tefecilik ile faizi birbirinden ayırma yöntemini kullandı. Böylece söz konusu yöntem kapitalizmin doğuşunda zorunlu bir yardım eli olarak kendini gösterdi. Bundan sonra tefecilik ile faiz birbirinden farklı görülerek ayrı hükümlere tabi tutuldu ve nihayet 1789 Fransız ihtilali sonrasında kanunun belirlediği sınırlar çerçevesinde faizli işlemlere resmen izin verildi.

Bu arada tarihteki ilginç bir münasebeti aktarmak istiyoruz: Avrupa’daki ortaçağ boyunca her kaotik ortamda ilk önce Yahudilere saldırılıp tefecilikle kazandıkları ellerinden alınırdı. Yahudilerin ancak şehirlerin etrafı duvarlarla çevrili varoşlarında hayatlarını sürdürebilmeleri, hem şehirde istenmemelerinden hem de bu korkudan kaynaklanmaktaydı. Bu durumun ilk değiştiği ve Yahudilerin nisbeten rahat yaşayabildikleri ülke, ne tesadüf ki, Venedik’ten sonra kapitalist finans kaynağının, yani altının yığıldığı yer olan Hollanda’ydı.

(Bu bölümde TDV İslam Ansiklopedisi’nden istifade ettik.)

Baran Dergisi 554. Sayı