“Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor!” diyor Üstad! Çevremizdeki insanların çehrelerine şöyle bir göz atın. Kimin ne durumda olduğunu hemen fark edersiniz.  Birinin diğerinden kalır yanı yok! Herkesin sevdası başka! İnsanlar küpünü doldurmakla meşgul. “Ne kadar doldurursam o kadar kar!” hesabı! Küpü olmayanlar onun hayaliyle yaşıyor! Olanların hayatına varlığına imreniyor. “Onda olan bende de olmalı” mantığı hâkim. Bu düşünce beyne yerleştiği an yarış başlıyor. Bu yarışın adı kapitalizmdir. Artık ne kadar kazanırsan o kadar varsın. Bir şeyin yoksa senin kendi gözünde bile bir değerin yoktur! Kendini var etme mücadelesinde bundan sonra her şey sana mubahtır. Çal çırp, ye iç, gez, toz, her şeyi kitabına uydur! Bunları becerebiliyorsan kral sensin! Artık, ailenin hâkimi, toplumun gözdesi, partinin en mümtaz kişisi, teşkilatın efendisi, herkesin gıpta ettiği adamsındır. Senin gibisi yoktur! Attığın adımları takip edecek kitleler, şimdi senin gibi olmaya namzet yeni adaylar olarak peşinden gelecek! 

Niçin böyle olduk? Bu halkın genetiği ile oynadılar. Varoluş hikmetine aykırı her türlü zorbalığı dayattılar. “Modern Türkiye’nin Doğuşu”nu inşa edenler, böyle bir netice elde etmenin temellerini sağlam döşediler. Hilafeti lağvettiler. Yenilik ve çağdaşlık adına, “gericilik” adı altında hedef gösterdikleri İslami değerlerin tamamına karşı çaktırmadan tasfiye hareketini başlattılar. Adına “devrim” dedikleri herze ile her türlü melaneti işlediler. Harf inkılabı ile geçmişle aramıza köprü oluşturan bütün güzel kelimeleri lügatlerden sildiler. Kılık kıyafet devimi ile istedikleri insan tipine uygun şeklin modelini çizdiler. Sırf bunun için binlerce insanı darağaçlarına göndermekten bile imtina etmediler. Şehir, dağ, dere, tepe, köy, kasaba isimlerini değiştirip onların adını anmayı yasakladılar. Kadim kültürümüzün temel taşı olan kelimeleri bile yasakladılar! Bütün bunları “Türkçülük” maskesi takarak yaptılar. Sırtını sıvazladıkları Türk’e: “Bir Türk Dünya’ya bedeldir!” nanesini yutturdular. Onları, “vay be, ben neymişim de haberim yokmuş!” kıvamına getirerek özündeki mayayı çürüttüler. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” anlayışını baş tacı yaptılar. Ümmet bilincini yok etmek için böyle yapmaları gerekirdi. Yaptılar. Kavmiyetçilik belasını halkımıza musallat ettiler!

Devleti yöneten bürokrasi kesimi, elde ettikleri imtiyazları muhafaza etmek gayesiyle nasıl isteniyorsa öyle olma yarışına girdi. Ordu, Modern Türkiye’nin bekçisi yapıldı. Halk despot yöntemlerle ehlileştirildi. Darbelerle hizaya çekildi. Köy Enstitüleri adını verdikleri okullar vasıtasıyla Anadolu köylerinden topladıkları çocukların kafalarına kendi umdelerini yerleştirdiler! Onlar, tezgâhtan geçmiş  çağdaş, aydın, Atatürkçü, laik medeni yeni bir insan tipi olarak bürokrasinin her kademesine özenle yerleştirildiler. Artık “kan ve irfanla kurulan cumhuriyet!” emin ellerdeydi. İrtica dedikleri hortlak her neyse bir daha rüyalarına bile girmeyecekti!

Gel zaman git zaman kurdukları düzen ne yaparlarsa yapsın istedikleri gibi işlemiyordu. Uyguladıkları yöntemler pek işe yaramıyordu. On yılda bir ayar verseler de ayakta kalacak mecali kalmamıştı! Nihayet bin yıl süreceğini iddia ettikleri 28 Şubat’ı yaptılar. Şimdilerde ise, özellikle 15 Temmuz’dan sonra 28 Şubatın yerinde yeller esmekte. Rejimin kuruluşundan bu yana beslediği kafası Kemalizm buğusu ile tütsülenmiş, adına aydın denen aşağılık tipler, eski anlı şanlı günlerinin hayaliyle el ovuşturmaktalar. 

Bundandır olumlu her şeye karşı olma hezeyanlarının nedeni? Çevrenizde gördüğünüz, amir, memur, öğretmen, hakim savcı, akademisyen, zamanında mevki sahibi olmuş kimi Kemalist tipler kendilerini hemen belli ederler. Onlar için yolun sonu gelmiştir. Bunun farkındadırlar. Yapacak fazla bir şeyleri de yoktur! Mabutlarının maddesinden başka bir mânâsı yoktur. Heykelleri ile baş başa kalmışlardır. İradelerini teslim ettikleri zamanların şaşaalı günleri geride kalmıştır. İktidar değiller. Muktedir olamayacaklar. Bu durum, mevcut halin gidişatından belli. Ne olursa olsun gelen biziz. Gidecek olanlar onlar. 

Bugün dünya ölçeğinde yaşananlara nispetle bir sistem teklifi ile gelen tek hareket İBDA’dır. 

Millet kendisine gösterilen çıkış yolunu er veya geç bulacaktır. Doğru ise bu çıkış yolundan kaçış mümkün değildir. Bizim vazifemiz bu yolun önündeki engelleri kaldırmaktan başka bir şey değildir.

“Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme:
Başsız başsız adamlar...
Ağlayın, su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et, emi!”
Necip Fazıl Kısakürek
(1944)


Baran Dergisi 654. Sayı