Bu haftaki yazımıza önemli bir düzeltme yaparak başlamak istiyoruz. Geçen hafta büyük bir iç çatışma yaşayan bölünmüş vaziyetteki Zhou (Çu) Hanedanlığını, Hanlıların MÖ 256 yılında ortadan kaldırdığını söylemiştik. Aslında Han İmparatorluğu, tarihlerde Zhou Hanedanlığından sonra Çin medeniyetine yeni bir istikamet veren ve ona “Altın Çağ”ını yaşatan devlet biçiminde anılmaktadır. Ancak Zhou devletini fiilen yıkan Han Hanedanlığı değil, “Çin” Hanedanlığıydı. İsmini bugünkü Çin ülkesinin ortasındaki bir bölgeden alan (Gansu ve Şenzi eyaletlerinin kalbinde bulunan antik “Çin bölgesi”) bu hanedanlık, MÖ 4. Asır Çinine hâkim 7 askerî devletten birisi idi ve kabul ettiği pratik yöntemlerle, askerî ve siyasî sahalarda rakiplerine karşı üstünlük sağlamıştı. Çin hanedanlığı, nihayet artık sadece ismen varlığını sürdüren, ama “Şang-ti’nin (Şang-ti: Yüce Tanrı) vekâleti”, yani yeryüzünde insanları idare etme hakkı Tanrı tarafından kendilerine verilmiş bulunan Zhou devletini MÖ 221 yılında ortadan kaldırmıştır. Hanlılar, bir nevi içtimaî Makyavelizm olan “legalizm” doktrinini benimsemiş ve halkın üzerinde tam bir despotizm uygulayarak şeklen de olsa büyük Çin ülkesinde birliği sağlamış bu hanedanlığı MÖ 206 yılında devirerek iktidara gelmişlerdir. Ancak Çin Hanedanlığı, benzeri bizimki de dâhil birçok ülkede yaşanmış bir tecrübeye işaret etmesinden dolayı nazarımızda hususî bir ilgiye layıktır.
Şang devletinin efsanevî imparatorluk danışmanı Gao Yao'nun neslinden Feizi, Çin Hanedanlığının kurucusu ve bugünkü Peytonians’ın bulunduğu eski Çin Şehri'nin yöneticisiydi. Çin şehrinin olduğu bölge Zhou Hanedanlığının 8. yöneticisi olan Kral Hiyao’nun döneminde “Çin bölgesi” olarak anılmaya başlandı. Çin Devleti, etrafındaki beyliklerin tehdidiyle büyük akınlarda bulunmamış olsa da, MÖ 672'de Orta Çin bölgelerine ilk seferini düzenledi. MÖ 4. yüzyılın sonlarında Çin Devleti'nin etrafındaki beylikleri kontrol altına almış ya da fethetmiş olması, daha sonra Çin Hanedanlığının yayılmacı politikası için zemin oluşturmuştur.
Çin devlet adamlarından Şang Yang, kendisinden önce Çin’e hâkim durumdaki akidelerin ve bunlara bağlı ahlâkî kaidelerin yararsızlığına inanmış ve insanları terbiye etmenin tek yolunun onlar üzerinde şiddet uygulamak olduğunu kabul etmişti. Bu dönem Çin’de legalist reformlar devri diye anılmaktadır. Bu, içtimaî ya da askerî, her sahada acımasız ve uygulamalı bir harp halini savunan bir felsefî ekoldür. Legalizm, Zhou Hanedanlığı devrinde ve Savaşan Devletler Çağında harbi, Şang-ti’nin koyduğu kurallarla yönetme anlayışına karşı bir felsefedir ve düşmanın zayıf noktalarından yararlanmayı uygun görür. Legalist düşüncenin yanı sıra uzun yaşayan yöneticilerin iyi siyasetçi oluşları, başka hanedanlıklardan yetenekli kişilerin görevlendirilmesinin kötü karşılanmaması ve iç muhalefetin az olması gibi sebebler, Çin Hanedanlığının kendi içinde sağlam bir siyasî zemin oluşturmasına yol açmıştır.
Çin hanedanlığı, verimli, büyük bir orduyla kabiliyetli komutanlara sahibti. Düşmanlarının aksine silah ve intikaldeki son gelişmeleri kullanmaları, farklı coğrafya ve iklimlerde de etkili bir şekilde savaşmalarına yardımcı olmaktaydı. Diğer taraftan, eski Çinlilerin “düşmana dahi adil davranılmalı” biçiminde özetlenebilecek askerî anlayışını reddedip Makyavelizm’den bildiğimiz “zafere giden her yol mubahtır” düşüncesini şiar edinmeleri, bunu bilerek reddeden veya alışık olmayan düşmanlarına karşı onları avantajlı bir konuma getirmekteydi. Hanedanlık yavaş ve bürokratik olmasına rağmen ordu, dönemin en son geliştirilmiş savaş aletleri, ulaşım yolları ve taktiklerini kullanmaktaydı. Nihayet Çin Hanedanlığı, başlangıç ve büyüme dönemlerinde etrafı dağlarla çevrili olmasından dolayı doğal bir koruma altında, jeopolitik bir mevkie ve verimli arazilere sahipti. Gelişmiş ziraî üretim, büyük ordusunun besin ihtiyacını karşılamaya yeterli seviyedeydi. MÖ 246'da inşa edilen Wei Nehri kanalı da ziraî gelişmede büyük rol oynamıştır.
Çin Hanedanlığının, hanedanlık süresi boyunca ticarî, ziraî ve askerî alanlarda gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin sebebi, köylüleri bir nevi karın tokluğuna çalıştıran derebeylerin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmiştir. Gerçi köylülerin durumunda büyük bir iyileşme gözlenememiştir ancak, bu yolla merkezî idare, büyük halk topluluklarını doğrudan kontrol altına almış ve devletin gelirleri ciddi miktarlarda artmıştır. Çin Hanedanlığının, eski hanedanlıkların izlerini yok etmek için giriştiği bilhassa Konfüçyüsçülük müdafi kitabların yakılıp bu görüşü savunan bilginlerin katledilmesi işinin toplumda ciddi reaksiyonlara yol açtığını sonraki gelişmelerden çıkarabilmekteyiz. Çin hanedanlığının sonunu hazırlayan en büyük âmillerden birisi de, Çin toplumunca saygı gören kişi ve inançlara karşı gösterilen bu tahammülsüzlüktü diyebiliriz.
Kısa vadede bu legalist anlayışın, karmaşadan bunalmış kitlelere huzur getirmesinden dolayı itibar gördüğü anlaşılmaktadır. Kriz anlarında sert metotlarla sükûneti temin ederek insanların karnını doyurmak ve onların can ve mal emniyetini kısa bir süreliğine temin etmek mümkün, hatta belki zaruridir; ancak bu durumun kalıcılığını sağlamak, halkın vicdanına hitab eden, onları gönüllü olarak doğru davranmaya iten ahlâkî kurallardır. Bir Üst Varlık ve ondan kaynaklı, insanların hür iradeleriyle uyacakları ahlâkî kuralların mevcud bulunmadığı durumlar, belki bazen bir sükûnet görünümü arz etse de, içinde çok müthiş bir kaotik enerji barındırır. İnanca aktarılamayan ruhî kudretin, başka kanallara akıtılması mukadderdir. Bu enerjiyi zapturapt altında tutmak için sürekli baskılamak gerekir. Uzun süren karmaşa döneminin getirdiği akıl bulanıklığından ötürü, bu karmaşayı ortadan kaldırma yöntemi olarak zorlayıcı çözümleri kabul ettiği, Çin devletinin, askerî sahaya yaptığı büyük yatırımlardan ve bu sahada gösterdiği gelişmelerden izlenebilmektedir. Ancak bu hâkimiyetin bir yanılgıdan ibaret olduğu, birleştirdiği Çin toplumunu sadece 15 sene yönetebilmesinden anlayabiliriz.
Zhou devletini MÖ 221 yılında ortadan kaldırıp büyük Çin ülkesinde ilk kez merkezî bir imparatorluk kuran Çin Şi Huang’nin MÖ 210'da ölümünün ardından, imparatorun iki eski danışmanı, onun üzerinden hanedanlığı kontrol etmek için oğlunu tahta geçirdi. Ancak kısa sürede iki danışman da, ikinci imparator da vefat etti. Bu ölümlerden birkaç yıl sonra halk ayaklandı ve imparatorluğun yönetimi Han Hanedanlığına geçti. Kısa sürede sonlanmasına rağmen Çin Hanedanlığı, kendinden sonra gelen Han Hanedanlığınınkiler başta olmak üzere Çin imparatorları üzerinde menfi ve müsbet yönlerden büyük izler bıraktı. Böylesi bir sertlikle dolu tecrübenin, ondan sonra gelen halkı idare iddiasındaki kesimleri etkilememesi düşünülemez.
Bütün bu gelişmelerin tabii sonucu olarak, bu hanedanlığın hâkim olduğu coğrafyada hayır işleri ile iştigal eden kurumlar ortadan kalkmaya başlamıştı. Meseleye farklı veçhelerden bakılabilir, ancak üç kritik nokta mevcuttur. Birincisi, Çin Hanedanlığının benimsediği legalizm rejiminin ihtiyaç sahiblerini tufeyli olarak telakki etmesi ve bunların üretmeden yaşamasına hoş gözle bakmamasıydı. İkincisi, derebeyleri ortadan kalktığından dolayı zaten bu tür karşılıksız hayır işlerini yapacak para gücüne sahib kesimin kalmamış bulunmasıydı. Üçüncüsü ve en önemlisi ise, böylesi davranışları güdüleyen ahlâkî sâikin yok olmasıydı.
Burada önemli nokta, insanlardaki iyilik etme hissinin çevre tarafından açığa çıkarılmasının ve bu hissin yaşayabileceği ortamın meydana getirilmesinin zaruri oluşudur. İşte bu yüzden, İslâm âlemindeki vakıflar, ancak İslâmî bir idarenin mevcudiyeti ile yaşayabilmekte ve fonksiyonlarını icra edebilmektedir. Diğer türlüsü, yani bu tarz kurumların onları yok etmeye uğraşan bir rejimin idaresi altında varlık bulabileceği düşüncesi belki nazarî planda imkân dâhilindeymiş gibi durmaktadır ancak, fiilen mümkün olamamaktadır. Şu anki mevzumuz olan Çin Hanedanlığı hâkimiyeti atında o zamanki hayır kurumlarının hâli bu duruma güzel bir örnektir.
Bilhassa Konfüçyüsçü diğerkâm ahlâkî anlayışı yeren, onun yerine cemiyeti silah gücüne dayalı hiyerarşik bir çizgide bir arada tutmayı gaye edinen bir rejimin hâkimiyeti altında cemiyetin büyük bir travma geçirmesi, son derece anlaşılabilir bir vaziyet arz etmektedir. Çin toplumunun Çin Hanedanlığı vesilesiyle maruz kaldığı bu tecrübenin benzerini, Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’deki Müslümanlar da yaşamışlardı. Şu farkla ki, Çin hanedanlığı Çin ülkesi ve cemiyetinin içine girdiği kaotik durumdan, insanlara faziletli ve diğerkâmca davranmayı öğütleyen, kötücül davranışlara yönelik daha çok ahlâkî bir mücadele metodu benimseyen Konfüçyüsçülük gibi eski inanışları mesul tutmuş ve bunların tasfiyesi ile ancak cemiyetin huzura erişebileceğine inanmış iken, bizde dışarının zorlaması ve içerideki bu zorlamaya teşne kesimlerin gayretkeşliği ile milletin inanç düzeninin tasfiyesine teşebbüs edilmiştir. Diğer bir fark da, Çin’de bu dönemde toprak sahibi derebeyleri, bugünkü deyişle oligarşik düzen ortada kaldırılmış ve bütün iktidar imparatorun elinde toplanmıştı. Çin hanedanlığından sonra gelen ve bir çeşit “restorasyon idaresi” vazifesini gören Han Devleti, bu hanedanlığın devlet aygıtını kuvvetlendirmesinin nimetlerinden çokça faydalanmıştır. Han Devleti yönetiminde Çin’in “Altın Çağı”nı yaşamasını, biraz da Çin Hanedanlığının getirdiği bu istikrar ortamı sağlamıştır. Bizde ise, öncesinde mevcut bulunmayan oligarşik yapı, cumhuriyet ile birlikte ihdas olunmuş ve zaten kıt durumdaki devlet imkânları bu güruha acımasızca yağmalatılmıştır. Çin Hanedanlığının hâkimiyeti altına aldığı bölgelerde, hayır kurumu fonksiyonunu icra eden yapılar peyderpey devlet denetimine geçerken, bizde vakıflar, hazineyi yağmalamayı tek marifet sayan bu oligarkların pençelerinden kendilerini kurtaramamışlardır. Hülasa, Antik Çin’de 2500 yıl evvel gerçekleştiğine tarihî vesikalar sayesinde şahit olduğumuz hadiseler, bundan 100 yıl önce, hem de daha vahim bir şekilde bizim ülkemizde de cereyan etmiştir. Zaman-mekân farklılığını aşar bir halde, şu veya bu gelişmeden bağımsız bir şekilde, menfi tarafından da olsa insanoğlundaki değişmeyen ortak ciheti göstermesi açısından bu iki devir ilginç bir örneklik teşkil etmektedir kanaatimizce… 
Baran Dergisi 450. Sayı