Ahlâk, “nasıl” sorusunun ruhumuza dönük cevabı iken teknik de maddeye dönük cevabıdır. Dolayısıyla daha ilk bakışta teknik ile ahlâk arasında ince bir alâka olduğu sezilmektedir. Diğer taraftan ikisinin arasında bir öncelik farkı olduğu malûm. Çünkü en başta tekniğe muhatap olan kişinin, teknikle olan ilişkisini de belirleyici bir “ahlâk”ı vardır. Zaten “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti de olmaz” ölçüsünden, önceliğin her zaman “mücerret”te olduğunu, belirleyicinin mücerret olduğunu, daha sonra müşahhasın geldiğini süzebiliyoruz. Öyleyse mücerret mânâda ‘nasıl’ sorusunun cevabı verilmeden, müşahhas sahadaki nasıl üzerine yoğunlaşılamaz. Şayet yoğunlaşılmaya çalışılsa bile, bugün Batı hegemonyası altındaki dünyanın sergilediği “teknikleşmiş/mekanikleşmiş ahlâk” manzarası oluşur. Mücerret bir mevzuda oluşan boşluğu müşahhas, müşahhas bir mevzuda oluşan boşluğu da mücerret doldurmaya teşebbüs eder ve doldururlar da... Ancak netice hazin olur. Tıpkı bugünkü gibi... Malûm olduğu üzere teknik putlaşmıştır. Dolayısıyla hayatın her şubesi tekniğe göre şekillendirilmiş vaziyette. Kendisiyle az-çok münasebeti olduğunu sezdiğimiz ahlâkın da yerini maalesef teknik doldurmuştur. Bu durum tüm dünyada böyle… Zira neredeyse tüm dünya Batı hegemonyası altında... Evet, Batı’nın kendisini oluşturan formülde Hristyan Ahlâkı denen bir mefhum var; fakat bu Hristiyanlık, Aydınlanma sonrası Batısı için “istemem ama yan cebime” tarzı bir öneme sahip olduğundan Batılı nezdinde her zaman belirleyici kıstas bilim ve teknik olmuştur.
Son ikiyüzyıllık dönemde Üstad Necip Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na kadar İslâm’a Muhatab Anlayış’ın yenilenemeyişinin getirdiği yıkımlardan biri olarak, “nasıl” sorusuna cevab vermesi gereken mücerret cenahı sükût etmiş, onun yerine bu soruya müşahhas cenahın mümessili teknik mukabelede bulunmuştur. Üstelik bu müşahhastaki üstünlüğü de Batı ele geçirdiğinden, ortaya “Batı ahlâkı”nın taklitçisi bireyler çıkmaya başlamıştır. Ülkemiz özelinde “bu durum tabii seyrinde gelişmemiş, yabancılaşmış adamlar vasıtasıyla cebren gerçekleştirilmiştir” şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Fakat bu hâl, İslâm’a Muhatab Anlayış’ın yenilenemeyişinin kaçınılmaz neticesidir. Kendisini dış dünyadan en çok soyutlamayı başaran, özünden, dilinden kopmamaya gayret eden ülkelerden biri olan Japonya’da bile Batı kültürü hâkim olmaya başarmıştır. Fizikî veya içtimaî; tabiat boşluk kaldırmaz.
Günümüz teknolojisi yukarıda bahsettiğimiz “mücerret boşluğun” doldurulamamasından dolayı, ateşin her şeyi kendine tahvil etmesi gibi, insanoğlunu mekanikleştirmiş, ondaki ruhî tarafı köreltip analitik düşünen bir varlık haline getirmiştir. Bu yüzden hayatının birçok noktasını ayarlamada teknik onun temel kıstası haline gelmiştir. Örneğin günlük hayattaki içtimai ilişkilerde abes karşılanan birçok şey, sosyal medya aracılığıyla çok kolay sağlanmıştır. Normal şartlarda birbirine mahrem bir bayan ve erkeğin birbiriyle herhangi bir şekilde, herhangi bir ilişki kurması abes karşılanır. Oysa sosyal medya aracılığıyla bu çok kolayca oluyor ve taraflar bunu abes karşılamıyor. Belli bir zamandan sonra alakasız bir şekilde münasebette bulunabilme geleneği, sanal dünyada kalmayıp, reel-gerçek dünyada da gelenekleşiyor. Dolaylı olarak ahlâkı etkilemiş veya dizayn etmiş oluyor. Yine başka bir örnek vermek gerekirse hepimizin nefsi bizlere her an küfrü ve bâtılı emreder. Bizler de bunu yenmeye çalışırız. Hiç değilse etrafımızdaki insanlardan utanırız. Nitekim “haya”nın manalarından biri de budur. Bu mücadele bizlere belli bir olgunluk kazandırır. Mücadelemizi başarıyla verebilirsek o seviyeyi geçmiş sayılır ve “ölmeden ölenler”e biraz daha yaklaşırız. Oysaki teknoloji bizlere bu mücadelede nefsin lehine birçok kolaylık sağlamakta... Çünkü gerçek hayatta yapamadığımız birçok şeyi, kapalı kapılar ardında ve “nickname” denen sahte isimlerle yapabiliyoruz. Böylece nefsimizi tatmin etmiş oluyoruz. Fakat ahlâkımızda bir yıpranma oluyor. Önceleri bir yerlerde bir mazlumun katledilmesi vb. bir olay olsa ve bu olay göz önüne gelse, insanlar buna tepki verir, gerekeni yaparlarmış. Fakat son yıllarda teknoloji sayesinde bu tarz olayların hepsi görüntülü bir şekilde anı anına önümüze kolayca gelebildiği ve bu durum süreklilik arzettiği için artık bu olaylar gözümüzde sıradanlaşıyor ve duyarsızlaşıyoruz. Bunun akabinde verdiğimiz veya verdiğimizi zannettiğimiz tepkiler de o sanal dünyadan ibaret kalıyor.
 Hülasa, yukarıda verdiğimiz örnekleri çoğaltmak mümkün... Fakat mevcut sistemin doğurduğu sorunları tek tek tespit edip, her birine çözüm üretmemiz imkânsız. Tüm bu sorunlar, ahlâkîlikten mahrum ve yalnızca insanı sömüren, köleleştiren uluslararası kapitalist düzenden ve onun tekniği de yozlaştırıcı unsur olarak kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bize düşen nedir? Tüm bu teknik tecrübeleri reddedip yeni baştan bir teknik kütüphanesi oluşturmak mı? Elbette hayır. Tekniğin bir gaye değil, vasıta oluşunu en başa alarak, Sanayi Devrimi’ne eş bir inkılap ile mevcut tekniğin mayasını ahlâkîleştirmek, ahlâkın emrine vermek ve bundan sonraki teknik ilerlemeyi bunun üzerine kurmaktır. Çünkü bizler eşyayı teshir etmekle yükümlü halifeleriz ve bu görevimize uygun şekilde tekniği de işlemek durumundayız.
Baran Dergisi 465. Sayı