Vakıf kavramını, yazı dizimiz boyunca, insanların fıtratlarında mevcut “iyilik” yapma istidadının muhtelif zaman ve mekânlarda türlü tezahürlerinin umumî adı olarak kullanmayı tercih ettik. Bilhassa yabancı ülkelerin tarihlerindeki vakıflar için “hayrat”, “hayır kurumu”, “hayırseverlik” (philantrophy, pious works vs.) benzeri kelimeleri de kullanabilirdik, ancak bu kelimelerin hiç birisi hayır sahibinin giriştiği işi veya kurduğu tesisi ilanihaye yaşatma arzusuna işaret eden vakıf tabirine denk gelmemekteydi. Bu yüzden bu faaliyetleri vakıf kelimesiyle tanımlamayı uygun bulduk ve “vakıf-benzeri” terimi ile meramımızı anlatmaya çalıştık.

Vakıf benzeri oluşumların, her medeniyette şu veya bu şekilde tezahür ettiği bir hakikat... Birbirinden son derece uzak, irtibatsız görünen coğrafyalarda ortaya çıkmış medeniyetlerin benzer sayılama sistemlerini, kozmolojiyi, kurumsal yapıları, yazı usullerini kullanması, modern bilim diliyle söyleyecek olursak, arada henüz bulunamamış bir bağın varlığına kanıt teşkil etmektedir. Neyse ki İbda bu bağın ne olduğunu söylüyor: Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı. Her peygamber aynı zamanda bir medeniyet inşacısıdır.

Her peygamber, yaşadığı devri, mutlak mihrakını Allah’ın “Dehr” isminde bulan mânâya nisbetlendirendir. Bu nisbetlendirme, bir kabile büyüklüğünde de olabilir, bir imparatorluk çapında da… Malum, her FERD bu âleme imtihanını vermeye geldi; Allah, “Rahman, Hadi ve Nur” isimlerinin hakkı için her bir kulunu doğru yola eriştirmek maksadıyla “uyarılmamış hiçbir zümre” bırakmadığını Kur’ân’da bize bildirmektedir. İbda’nın koyduğu “peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” ölçüsü, keşfettiği diğer tüm hikmetler gibi menbaını nassta bulmaktadır. Kurumsal yapılarıyla her bir medeniyet, bir peygamberin etrafında oluşmuştur ve beşerî dikkati “tevhid”e odaklamanın zorluğundan ve gerektirdiği müthiş cehdden dolayı bir süre sonra merkezini kaybetmiştir. Bu süreç Resûlullah Efendimiz (SAV)’e kadar böyle gelmiştir. Yine İbda Hikemiyatı’nın bir ölçüsü olarak –tevhidin ‘özne’si insan olduğundan-“Mutlak tevhid mümkün değildir”, ama tevhidden de vazgeçilemez. İşin sırrı nisbeti sürekli tazelemede, yani cehdi kaybetmemede... İnsanın en büyük zaafı, daha doğrusu insanın nefs cihetinin en önemli vasfı “yapıcı/müsbet cehd”e isteksizliğidir. Bütün sapıklıkların kaynağı, “efradını cami, ağyarını mani”, isbat ve nefiyde nisbet zincirine bağlı olarak dikkati sürekli mutlak mihrakta bir cehdin nefse girân gelmesidir. Şeriat emirleri işte bu yüzden nefse zor görünmektedir. Allah’ın gönderdiği peygamberler, bu isbatı tazeleyecek mihrak şahsiyetler olduklarından Allah’ın rahmetinin tecellisidirler. Sözü fazla uzatmadan diyebiliriz ki, vakıf kurumunun oluşumunda da, diğer tüm müsbet kurumlarda olduğu gibi, nebevî müdahaleyi rahatlıkla görebilmekteyiz. İslâm vakıfları zaten bunun en büyük delilidir. Tarih boyunca vakıfları işlediğimiz bölümlerde bu vaziyeti yakinen müşahade ettik.

Hz. Âdem’den itibaren Allah’ın insanlara gönderdiği din, muhtelif görünüşler altında İslâm’dır. İslâm kemal haline nihayetinde Resûlullah (SAV)’de ermiştir. Öncesinde mevcut şekil ve kurallar, kıyamete kadar baki kalmak üzere O’nda son halini almıştır. Artık muhteva, tam bir sarahatle içinde kalıplaşacağı temel şeklini bulmuştur; O’ndan sonra muhteva değişmemek kaydıyla, temel şekil üzerinde istenen kurum bina edilebilecektir. Bütün İslâm tarihi, dünya algısı değişen her nesille birlikte, muhtevaya tam mutabık ve onda mündemiç şekillerin peyderpey zuhurundan ibarettir. Sadece ibadetler değişemez; ama kurumlar, muhtelif değişimlere tâbidir ve etkinliğini muhafaza için değişmelidir de…

Vakıf, teoride, ayağı maddede ve gözü sâfî maneviyatta, yani Allah rızasında olan en üstün hayır kurumudur. Bütün beşerî faaliyetler, faili tarafından bilinse de bilinmese de, insandaki sonsuzluk arzusunun bir yansımasıdır. İşte bu sonsuza kadar var olma iştiyakı, vakıf kurumunda tam hedefini bulur; bu kurumun tarifinde, gaye edindiği hayır işini “müebbeden/sonsuza kadar” yerine getirme şartı vardır. İslâm’dan önce sonsuzluk şartı olan vakıflar mevcut olsa da, bunlar münferittir, ancak o vakıfla ilgilidir ve umuma şamil değildir. Başka bir deyişle bir vakfın kuruluşunun şartı değildir. İslâm’da ise vakıf ancak sonsuz süreyle kurulabilir ve bir şahidin huzurunda bir kere kurulduğu beyan edildiğinde, banisinin inisiyatifinden tamamen çıkar. Hukuktaki hükmî şahsiyet kavramını ilk kullanan Peygamberimiz (SAV)’dir; bu hükmî şahsiyet, vakıftır.

Yazı dizimizin ilgili bölümlerinde belirttiğimiz gibi ilk vakfı kuran Resûlullah Efendimiz (SAV)’dir. Muhayrik isimli bir Yahudi’nin vasiyet ettikten sonra Uhud’da müşriklere karşı savaşırken (bazı rivayetlerde Müslüman olmadan öldüğü söylenmektedir) vefatı üzerine Peygamberimiz (SAV)’in kendisine kalan arazileri vakfetmesi, İslâm’daki ilk vakıftır. Müslümanların fakirlerinin meşrut kılındığı bu vakıftan sonra Hz. Ömer (RA)’ın Semg arazisi vakfı gelmektedir. Vakfı Hz. Ömer kursa da, kendisine kurma talimatını veren ve nasıl kuracağını söyleyen Peygamberimiz (SAV)’dir. Efendimiz (SAV)’in Hz. Ömer’e vakfını kurarken söyledikleri, vakıfların kuruluşunun bugüne kadar ana çerçevesini oluşturmuştur. Örfte husule gelen bazı değişmeler dışında, bu şekil aynen muhafaza edilmiştir. Yine evladiyelik vakıflar kurulmasını tavsiye eden Peygamberimiz (SAV)’dir. O’nun vakıfları teşvikinden sonra sahabenin ekserisi, imkânları nisbetinde vakıf kurma yarışına girmiş, kimi kılıcını, kimi kuyusunu, kimi evini, kimi ise hurmalığını vakfetmiştir.

İslâm devletlerinde vakfın önemi, dünyaya Batı’dan ödünç aldıkları gözlüklerle bakan ülkemiz tarihçi ve ilahiyatçılarının çoğunluğu tarafından hakkıyla değerlendirilememiştir. Diğer İslâm ülkeleri de bizden çok farklı değildir. İçinde bütün bir dünya planını barındıran Divan Edebiyatı’nı “gül-bülbül” derekesine indiren aydınların yaşadığı bir coğrafyadan daha fazlası beklenir miydi, ondan da şüpheliyim. Tabii bunları söylerken insaf ölçülerini de elden kaçırmamak lazım: En azından vakıfların icraatlarının neticeleri açısından bazı tarihçilerin değerlendirmeleri yerindedir. Mesela Nazif Öztürk’ten bir kere daha iktibas ettiğim şu tesbit son derece hoş:

“Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer-içer, vakıf kitablardan okur, vakıf bir mektebte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır, öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülür.”

Son dönemin en önemli vakıf tarihçilerinden olan Nazif Öztürk, bunları söylerken, Osmanlı şehir ve ziraî alanlarının kahir ekseriyetinin niçin devlette olduğuna ve o şekilde tutulduğuna, vakıfların önünün devlet tarafından niçin bu kadar açıldığına girmemektedir. Ya da sürekli söylenegelen tımar sistemi ve bu sistemdeki bozulmanın Osmanlı’yı büyük sıkıntıya soktuğu tesbitine derinlemesine bir neşter vurmamaktadır, zira tımar arazileri bir çeşit irsâdî vakıf olduklarından tımar sistemi aslında vakıflardan ayrı düşünülemeyecek bir olgudur.

İslâm devletleri, 19. Asrın sonlarına kadar diğer Batılı devletlerin olduğu gibi, içtimaî yapıyı, maliyeyi ve dolayısıyla hazineyi “toprak” ile tanımlayan rejimlere sahiplerdi. Bütün sistem, toprak ekseninde anlam kazanmaktaydı, zira aslolan ziraî üretimdi. Bilhassa Osmanlı bütün rejim denklemini bu tanımlama üzerine bina etmiş, İslâm’ın icabı olarak memleket arazilerinin büyük bir yekûnunu elinde bulundurduğundan, cemiyetin ihtiyaçlarını geçici toprak tevzîinden elde ettiği gelirlerle yerinde çözmüştü. Bu anlamda Osmanlı ve diğer İslâm devletleri, merkezî otoritenin kat’î tasarruf ve denetimi altında, muhitin kendi ihtiyaçlarını kendisinin gördüğü rejimlerdir. Tımar sistemi, zeametler, irsadi vakıflar, devletin doğrudan denetimi altındaki ve dayanağını Resûlullah (SAV)’in sünnetinde bulan iktisadî çözümlerdi. Herhangi bir sancaktaki tüm masraflar, oradaki arazilerden elde edilen gelirlerle yerinde halledilmekte, topraklar arasında bölüşümü, bunların gelirlerinin ve harcanmasının denetimini merkez yapmaktaydı.

Elbette vakıf meselesi, aslen ferdlerin Allah rızasını gözeterek kurdukları kurumlarla alakalıdır. Yukardaki izahımız ise, vakıfların sanıldığından çok daha geniş ve derin bir tesir sahasına sahib olduğunu göstermek için… Bir yazımızda da belirttiğimiz üzere Resûlullah (SAV) devrinde fethedilen Arabistan yarımadası hariç tüm İslâm topraklarının “vakıf” kabul edildiğini hatırladığımızda, Müslüman idarecilerin devlet ve toprak ilişkisine nasıl baktığı daha iyi anlaşılır. Din ü devletin şahsında cisimleştiği Müslüman idareci (yani, son tahlilde halife) İslâm topraklarını kendi malı değil, vakıf malı gibi bir emanet görür ve bütün düzeni bu anlayış üzerine inşaya çalışır. Halifeden sonra, padişah, emir, sultan vs. vasıflı idarecilere de aynı gözle bakabiliriz.

Yed-i emin/mütevelli anlayışıyla devletin ve toprağın idaresi, bin yıldan fazla bir süre son derece ustalıkla uygulanmıştı. Bu rejim sağlıklı bir şekilde yaşadığı sürece, devlet nizamı da sağlam olmuş, o bozulmaya başlayınca düzen bozulmuştur. Buradaki bozulmanın kaynağı, Üstad’ın koyduğu tarih ölçüsü olarak söyleyelim, devleti yöneten kadrolardaki manevî yozlaşmadır. Manevî yozlaşmanın menşeinde ise, kişinin inanç mihrakının akıl planındaki çerçevesinin, kâinatta yenilenme sürekli olduğundan, her daim tazelenmesi zaruretinin idrak edilememesi yatmaktadır. Sürekli hatırlatıyoruz, ama bir kere daha söylememizde bir beis yok: Bir nizamın devamı, onu şahsında temsil edenlerin samimi bağlılıklarıyla mümkündür. Eğer emir zincirinin tepe noktasındakiler yozlaşmışsa, o zincirin kopması mukadderdir. İnancı olmayan insanın, uğrunda canını vermeyi göze alacağı, uhrevîyâta raptolunmuş dünyevi bir davası da olmaz. Toprak genişletme stratejisi doygunluğa ulaştığında devleti idare edenlerin hedefsiz kalması ve akabinde “dünyevileşmesi” ile Osmanlı devlet ve hemen akabinde vakıf-toprak düzeni bozulmaya yüz tutmuş ve bir süre sonra bu bozulmanın önü alınamaz hale gelmiştir. Bu bahsi başka bir araştırmaya havale ederek konumuza dönelim.

Vakıf, İslâm devletlerinin idarecilerinin şuurlu bir şekilde önünü açtıkları bir kurumdu. Bununla cemiyetin kamu hizmetlerine gönüllü katılımı sağlanmakta, böylece bugün “demokratik katılım” tabiriyle isimlendirilen halkın doğrudan idareye dahli sağlanmaktaydı. Düşünüldüğünün aksine İslâm ümmeti, katılımcı ve sorgulayıcı bir cemiyettir. Onun sorgulayamayacağı tek şey İslâm’dır; layüsel olan odur. Bunun dışında kalan tüm şahıs ve kurumlar, düzeltilmeye tâbidirler. Halk mânen ve maddeten içtimaî ihtiyaçların giderilmesinde rol aldığında, hem bu hizmetlerin muhafazası ve sürekliliği temin edilmekte hem de halk kendisine devlet düzeni içinde kalmak kaydıyla siyasî bir alan açmaktaydı. Bu alanın, sadece ileri gelenlere münhasır kılındığı zannı doğru değildir; söyleyecek sözü olan herkese yerel platformlar sonuna kadar açıktı. Kimi sultanların tertibledikleri “halk divanları” bu duruma güzel bir örnektir. “Batı şöyle, Doğu böyle, orada yokken, burada şu vardı” ezikliğine düşmeden söyleyelim, halkın idare üzerindeki tesiri açısından cumhuriyete kadar Müslümanlar daha fazla hisse sahibi ve daha aktiftiler. Müslümanların devletle en önemli iletişim kanalları ise yine vakıflardı.

Elbette vakıf, bugünün modern devletinin aksine kendini “tanrı” görmeyen, halkı ile inanç ve tasada ortak, onu kandırarak idareyi marifet saymayan İslâm devletinde işlevini yerine getirebilecek bir kurumdur. Halkın, devletin tarassudunda, tüm içtimaî (hatta hayvanlara ait) ihtiyaç sahalarında sırf Allah rızasını elde etmek maksadıyla giriştikleri kurumsal faaliyetlerdir. Böylece insanlar hem sevab kazanmakta hem de kamunun ihtiyaçları giderilmektedir. Vakıflar vasıtasıyla sokak hayvanlarının bakımına kadar teşmil olunabilecek konularda, yani neredeyse hiçbir sahada boşluk bırakılmamış, tıkır tıkır işleyen bir düzen kurulmuştur. Devlet görevlilerinin hazineden zengin olmasının önü kapatılmış, bir şekilde üzerlerine aldıkları görevleri suiistimal ederek zenginleşenler olursa bunlar müsadere ile vakıf kurma arasında bırakılmışlardır. Yani kendilerine, çocuklarının da istikbalini güvence altına alacak bir çözüm alternatifi sunulmuş, vakıf kurmaya teşvik olunmuşlardır. Osmanlı’da Evladiyelik vakıfların çokluğu biraz bu hususa dayanmaktadır. Elbette evladiyelik vakıflar münasebetiyle İslâm miras hukukunun çiğnenmesine bazı durumlarda engel olunmadığını da görmüş bulunmaktayız.

Toprak mülkiyetine getirilen ciddi tahdidlerle rantiyeciliğin önü alınmış, devlet, karşısında huzur ve düzeni bozacak hiçbir gücün temerküz etmesine izin vermemiştir. Yani vakıflar hem devlet işleyişinin finansmanını sağlamış (irsâdî vakıflar ve tımar sistemi), hem bütün amme hizmetlerini doğrudan görmüş ve hem de muhtelif kesimlerde para birikmesini engelleyici bir emniyet sübabı vazifesini icra etmiştir. Hülasa, bilhassa Selçuklu ve onun devamı Osmanlı’da devlet bir “vakıf devlet” görünümündedir. İstikbalin İslâm devleti taliplilerinin üzerine çok kafa yormaları gereken bir rejimdir bu…

Baran Dergisi 510. Sayı