Post-modern kültür kuramcısı ve sosyolog Jean Baudrillard, moderniteye dair “Simulakrum” ve “Hiper-gerçeklik” adında iki kuram inşa eder. Şöyle der: “Çağdaş kültür, televizyon, film, reklam ve diğer kitlesel medya türlerinin imgelerle dolu olduğundan gerçek ile hayal ya da doğru ile yanlış arasındaki farkların ayırt edilemez bir hale gelmiş olduğunun savunur. İmgeler artık gerçekliği temsil etmemektedir; kendileri gerçekliğin yerini almışlardır. Dolayısıyla hayatlarımız simülasyonun daha önce gerçek kabul edilenle içsel ya da nedensel hiçbir bağlantısının olmaması anlamında gerçekliğin simülasyonudur. Kitlesel medyanın ürettiği imgeler ne gerçeklikten bahseder ne de herhangi bir bağımsız anlamı barındırır.” (1) Bir süre sonra bu simularkın gerçeklik hâlini alması, gerçekliği kendine uydurması durumunu da Hiper-gerçeklik olarak tanımlar. Baudrillard’ın tezini basitleştirmek istersek, iki noktaya temas ettiğini söyleyebiliriz: Birincisi gerçekliğin en iptidaî seviyeden en ulvî seviyeye kadar değişmesi ve içinin boşalması, ikincisi imge ve onun temsil ettiği gerçekliğin arasındaki ilişkinin bozulması ve “belirsiz”liğin yaşanması.

Şüphesiz Baudrillard’ın bu tespit ve kuramlarının kendini belli edeceği alan beşeriyetin en hızlı ve en fazla terakki ettiği teknoloji ve makineleşme alanıdır. Ne de olsa “bir ilmin butlanı müntehasında belli olur” ve beşeriyetin bugün en fazla terakki ettiği alanlar, buralardır. Önce Sanayi Devrimi’yle başlayan makineleşme furyası kendisine hâkim bir ahlâk oluşmadığı için kendi ahlâkını üretti. Daha sonra bu ahlâkı insana dayattı ve hâkim kıldı. Duygu, düşünce ve iradi faaliyetlerden müteşekkil insanın fiilinden tüten ahlâkı, makine ahlâkı oldu. Duygu, düşünce ve iradi faaliyetleri de bu istikamette gelişti. Tabii olarak “gerçeklik” algısı da bu yönde dönüşüm yaşadı. İkinci ve üçüncü sanayi devrimleriyle birlikte elektronik ve bilgisayarlar, daha sonra da internetin hayatımıza girişiyle içinde yaşadığımız reel dünyadan farklı bir dünyanın kapıları bize açılmış oldu. Son zamanlarda geliştirilen sanal gerçeklik gözlükleri, ses sistemleri ile desteklenmiş 3D ve 7D sinemalar gibi teknolojiler bunu ileri bir boyuta taşıdı. Günümüzde, sürekli oynadığı oyunlarda veya sürekli takıldığı sosyal medya veya sözlüklerde yaşayan, şahsiyetsiz ve düşünce fonksiyonlarını yitirmiş insanlar arzı endam etmekte ve giderek çoğalmakta. Burada bir hususu da belirtelim. Günümüz fert ve toplumlarını bu hale getiren tek âmil teknoloji ve makineleşme değil şüphesiz. Bunun iktisadî, siyasî, sosyolojik, tarihî ve sair ciheti de var. Fakat yerimizin darlığı ve merkeze aldığımız fikrin dışında kaldığı için bunlara değinmiyor ve ehline bırakıyoruz.

Sanayi Devrimi sonrası Batı’da büyük bir sermaye birikimi oluşması, nüfusun artışı, iktisadî teorilerin geliştirilmesi ile birlikte bu sermayenin kontrolü, dağıtımı, değerlendirilmesinin teknik açıdan nasıl sağlanacağı gündeme geldi. Bu ihtiyaca cevap vermek için ve teknolojinin de yardımıyla bankalar, sermayeyle ilgili kuruluş ve piyasalar da dönüşüm geçirdi. Öncesinde cebimizde olan kağıt ve demir paralar kartların içine girdi. Kartların içinde olan bu gerçek paralardan bankalar çeşitli yöntemlerle mal ve hizmet olarak karşılığı şaibeli “sanal para”lar üretmeye başladı ve bir tür balonlar oluştu. Adeta piyasadaki mal ve hizmetler farklı bir yapıda temsil edilir oldu. Bu temsil ve yapıysa bir tek kapalı bir iktisadçılar grubunun anladığı ve bildiği bir boyuttu. Buradaki birkaç hareketle bir insanı dakika bile denmeyecek zaman diliminde zengin veya fakir yapabilecek bir güç oluştu. Birkaç hareket diyoruz, zira bir-iki yüzyıl öncesine kadar bir insanın elinden bir malı alabilmek için didişme ve uğraş gerekiyordu. Önceleri somut malların bulunduğu pazarlar vardı; artık bilgisayar ekranlarındaki verilerden müteşekkil ve uzmanının anlayabildiği borsalar var. Tüm Amerika’da bir saatlik elektrik kesintisinin tarihinin sayılı büyük krizlerinden birini yaşatacağına dair tahminler mevcut. Ayrıca tüketim kültürünün de oluşmasıyla insanların ihtiyacı olmayan şeyleri alması ve bu şekilde kendisini daha yüksek bir sınıfta hissetme zannı anılmaya değer. Son zamanlarda ismini duyuran Bitcoin ve Ethereum gibi sanal para birimleri bu durumun bir sonucu. Bazı uzmanlara göre ise gerçek paranın hiç kalmayacağı, Bitcoin gibi sanal para birimlerine geçişin yapılacağı bir döneme doğru ilerliyoruz.

Bu gerçeklik belirsizliği ve sanallıktan dolayı buhranı derinleşen insanlık sanatta da bu durumu yaşıyor; sanat neredeyse bunun bir ifadesi haline gelmiştir. Eskilerin bolca duygu, tutarlı imge ve buram buram mücerret tefekkür tüten şiir, roman, tiyatro, mimari ve sair yüksek sanatın yerini bambaşka bir sanat anlayışı almıştır. Kof aforizmalar, ahenkten yoksun düzyazıyı andırır şiirler, estetikten uzak ve neyi ifade ettiği belirsiz mimari yapılar… Keza bugün birçok sanat dalına hâkim anlayışın post-modernizm olduğunu ve post-modernizmin dövizinin de “belirsizlik” olduğunu belirtelim. Her ne kadar kalitelileri olsa da bu duruma bağlı olarak içinde yaşadığı asrın sorunlarına ilgisiz ve habersiz, poetik ve estetik herhangi bir kaygı gütmeyen, tüketim odaklı, farklı bir dünyada yaşıyormuşçasına kopuk ilerleyen ve gerçek kültür-sanat ehlince reddedilen, tirajı ve baskısı yüksek matbuat giderek yaygınlaşmaktadır. Ferdi yaşadığı sıkıntı, dert ve dünyadan uzaklaştıran uyuşturucu, alkol gibi maddelerin kullanımının arttığı ve giderek meşru kabul edildiğini de ekleyelim.

Her ne kadar Baudrillard’ın simularklar ve hiper-gerçeklik kuramları içinde yaşadığımız zamana dair kıymetli tespitler yapmamızı sağlasa da, “Bütün Fikir”den mahrum tüm Batı tefekkürünün malûl olduğu “birbirinin yanlışını çıkarma” noktasından ileri gidemiyor. Belli bir zaviyeden tespit etmeye çalıştığımız bu semptomlar, dünyanın hemen her toplumunda görülüyor ve Mutlak’a dayalı bir “Bütün”ün inkılâbına kıtalar çapındaki ihtiyacı ihtar ediyor. İBDA Mimarı, insanı ve toplumu ilgilendiren tüm meselelerin insanı Mutlak Fikrin Gerekliliği tezinin önüne getireceğini söylüyor. Mutlak Fikre gereklilik “kime göre, neye göre?” gibi bir istinad noktasına ihtiyacı ifade ettiği gibi artık çağımızda “Fert mi, toplum mu?”, “Madde mi, ruh mu?” gibi son kertede içinden çıkılamaz mücerret zıtlıkların hangisini seçmeli veya bunları hangi kıvamda ve nasıl bir usulle kaynaştırmalı noktasında kendisini dayatıyor. Ancak bu Mutlak Fikir ve ona dayalı şuur “olması gereken” gerçeklik seviyesine ulaşacak ve sağlıklı bir zihin yapısı oluşturacaktır. “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmayacağı” hakikatinden hareketle doğru düşünceye kavuşan insan doğru düşünce faaliyetini gerçekleştirebilecektir. Bu sayede imge-gerçeklik arasındaki ilişki sağlıklı bir şekilde kurulabileceği gibi her türlü belirsizlik giderilebilecektir. Tüm bu belirsizliği, madde ve mânâdaki aksaklıkları ancak eşyayı ait olduğu yere koyabilen “Hakîm” hüviyetine sahip biri ve onun Mutlak’a dayalı inşa ettiği “Bütün Fikir” zaviyesinden örgüleşmiş bir nizâm giderebilecektir.

1-Louise A. Hitchcock, Kuramlar Ve Kuramcılar –Çağdaş Düşüncede Antik Edebiyat- , İletişim Yayınları, 2.basım, İstanbul, 2015, sh.128

Baran Dergisi 582. Sayı