Batılı sömürgeciler, eskiden sömürmek istedikleri ülkelere misyonerler gönderir, bunlar vasıtasıyla o ülke içerisinden bazı insanları devşirir ve kendi menfaatleri için kullanırlardı. Çok zorlama ve pahalı bir metoddu bu. Daha sonraları sömürecekleri ülkelerde kendi kültürlerini ve yaşam biçimlerini hâkim kılmak için yoğun bir şekilde o ülkelerde okullar açmaya başladılar. Bu okullar vasıtasıyla “aydın”ların zihinlerini de işgal etmeye başladılar. 1850’li yıllarda Osmanlı Devleti topraklarında 1740 adet yabancı okul vardı. Gerek bu okullarda okuyan gerekse Avrupa’ya okumaya gidenlerin büyük kısmı, beyinleri işgale uğramış gönüllü birer Batı ajanı gibi bu ülkenin aleyhine çalıştılar.

Yamyamlaşmış Batılı sömürgeciler, kapitalizmin uygulanabilirliği açısından en kolay yönetim tarzı olan “demokrasi”yle birlikte emperyalizme geçiş yapmaya başladılar. Çünkü açtıkları okullar da, elde edilmek istenen neticeye göre külfeti fazlaydı. Çok daha az masrafla çok daha büyük neticeler almak lazımdı. Ve “kitle iletişim vasıtaları”nı keşfettiler. Bu medya vasıtalarıyla aynı zamanda daha da başarılı olacaklardı. “Demokrasi” de tam bunlara göreydi. Çünkü bütün toplumu “modern kölelik” düzenine kavuşturacaklardı. Kendileri perde arkasında kalabilecekler, bütün maliyeti de sömürülen hedef ülkenin insanları karşılayacaktı. Gönüllü kölelerden müteşekkil, güdülmesi çok kolay, “harika” bir toplum. “Bilinç Endüstrileri” ve “Kültür Endüstrileri” ile halkı cahilleştirip “narkozlayarak” pasif hale getireceklerdi. Nitekim öyle de oldu.

Kapitalizmin en gelişmiş hâli olan “demokrasi” yönetimleri, etkinliğini sadece ekonomik düzeyde kabul ettirmekle yetinmez. Aynı zamanda da yaşamın bütün alanlarını metalaştırarak ve “şey”leştirerek bünyesine dahil etme çabası içindedir.

Bu amaçla duyguların ve arzuların sistemin içinde kontrol altına alınması ve yönlendirilmesi “demokrasi”lerin öngördüğü toplumsallaştırmanın kaçınılmaz bir gerekliliğidir. Kısacası demokrasiler açısından her türlü metanın tüketilebilmesi özgürlüğünden başka hiçbir özgürlük yoktur. En katı diktatörlüklerde bile insanın iradesini kullanma özgürlüğü vardır. Fakat “demokrasilerde” insan iradesinden mahrum bırakılır; bu bir kuraldır.

Kitaplar, müzik CD’leri, sinema filmleri, gazete haberleri, dergiler, video oyunları ve TV şovları gibi medya ürünlerinin ekserisi de içeriğindeki ideolojik ve ekonomik niteliklerinden dolayı, demokrasinin (vahşi kapitalizmin) devamında hayatî öneme sahip, “kültür endüstrisi” tarafından kutsanan ürünlerin başında gelmektedir.

Öyle bir hâle geldi ki, gündelik hayat, bağımlı gruplarla, egemen grupların bir arada yaşadığı, içeriği belirleyenlerle, içerikten etkilenenlerin yan yana geldiği, tahakküm ve direnişin aynı anda var olduğu ve tüm ideoloji biçimlerinin işlendiği bir zemin biçimini aldı. Gündelik hayatın her alanına yayılmış medya ürünlerinin ideolojik yapısı ve bu hâkim ideolojinin devamını gözeten ürün yönetim biçimleri, toplumda var olan iktidar yapılanmasının devamına ilişkin önemli ipuçları içermektedir. Medya ürünleri de “kültür endüstrisi” tarafından oluşturulmuş (aslında daha ziyade manipüle edilmiş) ve şeyleştirilmiş bir olgu, bir ideoloji olarak ele alınmaktadır. Ve bu algının ardındaki hakim ideolojik iklimin devamı amacıyla üretim süreçleri ve üretim yönetimi kapsamında, medya, adil olmayan mevcut düzenin devamını getirme işlevi görmektedir.

Ezcümle, “demokrasi” bütün insanî değerleri ve insanı yok etmektedir.

Her insanın, daha çok uzak olmayan bir geçmişte özel dünyasını oluşturan ne varsa rasyonelleştirmeye ve planlamaya dâhil edilmektedir. Bu yüzden bugün, insanın var olabilmesi için sistemin varlığına uyum göstermesi gerekmektedir. Toplumdan kaçacak yeri kalmamıştır. İnsanı buna mahkûm eden ise, yaptığının gayet farkında olan bir azınlığın planladığı “kültürel endüstri”nin ürettikleridir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde demokrasi, her şeyden öte “meta üreten bir sistemdir.” Dolayısıyla ana hedeflerinden biri de üretilen metaların doğal görünmesini sağlamaktır. Bu görev de birer meta olarak değerlendirilebilecek medya ürünlerinin üretimini yönetenlere düşmektedir. Diğer yandan toplumsal ilişkilerden sanatsal üretime kadar şeyleştirme sürecini işlemesi metalaşmanın temelini oluşturmaktadır.

Bu temel içinde ana hedeflerden biri de sınıf bilinçlerinin yok olması ve atomize hareket eden, fazla düşünmeyen, kitlesel eğlenceler üzerine odaklanan ve bunlarla zaman geçiren insan topluluklarının meydana getirilmesidir. İnsanoğlunun kendi düşünce gücüyle oluşturulan metalara insanüstü bir ilahî güç atfederek onları yüceleştirmek de şeyleştirmenin ana hedeflerinden biridir.

Böylece insanlar kendi ürettikleri endüstriyel ürünlerin esiri haline gelmektedirler. Şeyleştirme, günümüzün sosyokültürel ortamının en belirgin özelliğidir. “Medya endüstrisi”nin ürünleri de benzer şeyleştirmenin öznesi konumundadır.

“Demokrasi”lerde en çok kullanılan tabirlerden biri de “bilim”dir. Uzmanlaşmış cahillerin çoğunlukta olduğu “bilimci” yapı öylesine radikaldir ki, kendi disiplinine yönelik en ufak bir eleştiriye maruz kalan bilimadamı büyük bir fanatiklikle saldırıya geçebilmektedir. Çünkü bilim ve bilgi artık “insanı olduran-geliştiren” araçlardan birisi değil. O, bilimle uğraşan bilim esnafının iktidar kurma aracıdır. Kurduğu iktidardan kolay feragat etmek istememek ise modern bilimcinin en belirgin özelliği. Kısaca egemen grup kitle iletişim vasıtalarını kendi iktidarı için nasıl kullanıyorsa, “bilim”i de kullanmaktadır.

Özgürlüğün yalnızca tüketim olanaklarının artması değil, siyaset yapma, felsefe yapma, Salih Mirzabeyoğlu’nu okuyabilecek duygu ve düşünce zenginliğine erişmeye de bağlı olduğunu anlayabilmek lâzım. Yetersizliklerin belirli bir düzeye varıncaya dek giderilmesi gerekmektedir. Halbuki kitle haberleşme vasıtalarının esas amacı halkı eblehleştirmek, şapşallaştırmak ve narkoza maruz bırakmaktır. Dolayısıyla “demokrasi”ler için en vazgeçilmez şey “kitle iletişim vasıtaları”dır.

İktidar ile medya arasındaki ilişkinin meşruluk kaynağının ne olması gerektiği ve “demokrasi” denen aldatmacayla alâkalı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun muazzam bir tesbiti var:

“Aynı şekilde bir içtimaî sistemin, iktidarın kimin adına ‘kullanıldığına-hükmedildiğine’ ilişkin açıklaması ‘hakikat’in ifadesi değil ise, iktidarın kullanılışına ‘meşruluk-haklılık’ verenin ne olduğu da izah edilemez. Ve iktidarın kaynağını ‘Mutlak’ olarak izah etmemiş olanların, iktidarı kullanmalarının haklılık sebebi de yoktur. Hangi rejimde olursa olsun, insan iradesinin insan üzerindeki hakimiyetini gösterici bu durumun kabulü, neticede, insanın insan arkasındaki kuyrukçuluğudur.

Bu durumda, böyle bir sistemin ve uygulamanın ‘adil’ oluşundan bahsedilemez, azınlığın istek ve iradesini ‘halka’ veya ‘millete’ empoze ettiği, azınlığın iradesinin mânâ dolandırıcılığıyla ‘halkın’ veya ‘milletin’ iradesi olarak gösterildiği, ‘gücü eline geçiren-iradesini hâkim kılabildiğine göre haklıdır’ şeklinde fiili durumun meşrulaştırılmasıyla karşılaşıyoruz. Son tahlilde bu durum, MUTLAK FİKİR dışında idare edilenlerin hiçbir rejimde idare edenlere uymamaları durumuna haklılık kazandırır.”

Kitle haberleşme araçlarının bu denli çoğaldığı, hayatımızın her alanını bu denli kapladığı günümüzde görebildiğimiz, izleyebildiğimiz, öğrenebildiğimiz hayatın gerçek yüzü değil de, onun sistem açısından yapılmış kurgusal bir replikasıdır. Öyleyse sokaklarımızdaki binaların duvarlarından tutun da, odalarımıza dek her yanımızı dolduran iletiler, gerçek bir iletişimden çok bir gürültünün serpintileri ile yaşadığımız, kabullendiğimiz bugünkü hayat tarzımızı yeniden değerlendirmemiz gerekiyor.

İnsanın, bir başka insanın ve insanca değerlerden uzaklaşmış bir toplumsal sistemin hegemonyası altında yaşadığı yerde hayattan değil, onun bir kopyasından söz edilebilir. Hayatın olgunlaştırılmış bir görünümünün yaşandığı yerlerde ise, iki tarafın da özgür, bilinçli ve eşit konumda olabildiği insanlar arasında gerçekleştirilebilecek gerçek bir iletişimden değil, hayata zıd bir biçimde oluşmuş mevcut sistemin kendini yeniden üretmesi için araçsallaştırılmış sözde iletişimlerden söz edebiliriz. Demokrasinin devamı için, halk devamlı aldatılmalıdır.

Gerçek bir haberleşme ortamına kavuşabilmemiz için, şimdi yaşadığımız ve kabullendiğimiz, alıştığımız, olağan saydığımız hayat tarzımızı eleştirel bir gözle yeniden değerlendirmemizin gerekliliği buradan kaynaklanıyor. İçlerinde barındırdıkları zengin imkânları hayata aktaramadığımız modern haberleşme araçlarının özgürleşmesi de, bizim bugüne kadar sürdürdüğümüz “yanlış insan tarihimiz”den özgürleşmemizi bekliyor.

Vahşi kapitalizmin son hali (en gelişmiş) olan “Demokrasi” ile özgürleşmek ve özgür bir hayata kavuşmak mümkün değil. Çünkü “demokrasi” düzenini sürdürebilmek için, kitle iletişim vasıtasıyla insanları önce yabancılaştırmakta daha sonra ise aptallaştırıp cahilleştirerek insanları kendi rızalarıyla köleleştirmektedir. İnsanlara gerçek hayat değil, yanıltılarak reel olmayan bir hayat sunulmaktadır. İnsanlar yoksullaştırılıp, örtülü şiddet kullanılarak edilgen hale getirilmektedir. Kısacası; insan fıtratına aykırı bir rejimdir demokrasi. Modern kölelik düzeninden başka bir şey değildir.

İnsanların özgürleşmesini ve özgür bir hayat düzenini sağlayan İSLÂM’dan başka hiç bir sistem yoktur. Ona ulaşmanın yolu da İslâm’a nisbetle kurulmuş bir dünya görüşü olan BD-İBDA ile mümkündür. Türkiye’de ve dünyada yerli ve millî olan tek bir İslâmî dünya görüşü vardır. Dolayısıyla BD-İBDA ile nisbetlendirmeden yerli, millî ve İslâmî olunamaz.

Kitle iletişim araçlarındaki teknolojik gelişmelerin getirmekte olduğu “tek bir küresel köy” topluluğu, süper marketlerle dolu, modernleştirilmiş bir kovboy kasabası olmaktan kurtarılıp, insanın insandan, milletlerin başka milletlerden korkmadığı, başkalarına düşmanlık duymadığı evrensel bir İslâm medeniyetine geçiş sürecine dönüştürülebilecektir.

Kitle iletişim araçlarının demokrasilerdeki rolü, kitlelerin yaşadıkları gerçek toplumsal hayattan, özellikle de siyasal hayata katılmaktan insanları uzak tutmaktır. Bunun için gereken her şeyi yaparlar. Hayat karşısında bilinçli ve etkin özneler olarak dışlanmalarının ardından, insanların yakın hayat ortamlarından çok uzak olaylarla ilgilenmeye, bunlar hakkında bilgilenmeye yönlendirildiği yeni bir kültür hayatı oluşmaya başladı. Buna kültürsüzleşme ve cahilleşme dönemi de diyebiliriz. Gazetelerde tefrika denilen yeni bölümlerdeki yazarlar, bu insanların kent ortamındaki yeni hayatını, çektiği acıları, gördüğü hayalleri dile getiren romanlar yazıp yayınlamaya başlıyordu. Hayatın kendilerini dışladığını gören kalabalıklar bu yeni tefrika romanlarda kendilerini buldular. Gazeteler bu açıdan da ilgi duymaya başladılar. Kitlesel basın böyle doğdu.

Bunu izleyen başka bir gelişme ise reklamların gazetelere girmesi oldu. Ucuz gazetenin yaşamasını sürekliliğe kavuşturdu. Aynı anda reklam gelirleri gazeteler için önem kazandıkça, reklam gelirlerini artırabilmek amacıyla, gerçekliğinden çok, kitlenin ilginç bulacağı haber ve yazılar ağırlık kazanmaya başladı. Başka bir deyişle, gerçekten olan şeyleri haber veren gazeteler yerine, kitlelerin olmasını istediği, seveceği, korkacağı, heyecanlanacağı; gerçekleri aktarandan, abartılmış ya da kurgulanmış şeyleri yayımlayan gazetelere geçiş başladı.

Türkiye’nin “demokrasi”ye geçişiyle birlikte kitle gazeteleri de hızla çoğalmaya başladı. Artık gazeteler halkı olabildiğince cahilleştiriyor, fikirden uzaklaştırıyor. Boyalı basın dediğimiz gazeteler halkı aldatan mevcut düzeni meşrulaştırmak için reel olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstererek mevcut düzenin devamını sağlamanın aracı haline gelmişlerdir.

Gazetelerin geldiği yeri en iyi anlatan Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le Hürriyet Gazetesi’nin sahibi Sedat Simavi arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

Mükellef bir koltuğa oturttuğu Sabık Şair’e:

-“Göreceksin” diyor; “fikri idam edeceğim! Sadece resim ve göze hitap! Yazıya göre resim değil, resme göre yazı...”

O zaman Sabık Şair, iki dudağı arasından istihza fiskesine benzer bir hırıltı koparıyor.

Sedat Simavi hayrette:
-“İnanmıyorsun, öyle mi?”

-“Yahu! Gazete fikir demektir. Hadise ve ona bağlı fikir, kıymet hükmü... Bu ihtiyacın aletidir gazete... Fikri idam iddiası, gazete için portakalın suyunu çekip posasını satmaya kalkışmak kadar gülünç olmaz mı?”

-“Misali tersinden koyuyorsun!..  Halk portakalın suyunu ister, posasını değil... Halbuki istikbalin gazeteciliğinde asıl posa fikirdir, portakal suyu da hadiselerin dış yüzü ve göze hitap eden şeyler...”
-“İyi ama o zaman gazete meydana gelmez ki... Gazete ismi altında o ismin hakikatine aykırı manzara resmi, şehvet albümü gibi bir şey vücut bulmuş olur. Buna hakkın var mı?”

-“Dava satmakta, halkın istediğini yapabilmekte...”

-“İrade halkın değil, hakkındır. Halk istemez, halka istetilir. Sen ona evvela istemeyi, isteyeceği şeyi öğret ve ondan sonra halkın istediğine uymak yolunu tut.”

-“Bunlar edebiyat!.. İşte ben bu edebiyat yolunu tıkayacağım ya!.. Göreceksin; ve gazete satmak ne demektir anlayacaksın!..

Son beş-altı yüzyılımızda çektiğimiz bütün sıkıntılar, ulema sınıfının İslâm’a nisbetle bir dünya görüşü ortaya koymamasından kaynaklanmaktadır. Belki bunu gerçekleştirmeleri mümkün de değildi. Zira devlet gücü tedricen eridiğinden ciddi bir şok yaşanmadı ve kurtarıcı fikir/anlayış aranmadı. Bundan dolayı hayatın bütün alanlarından peyderpey kovulduk. Yüzleştiğimiz maddi ve manevi felaketlere bakınca son yüzyılların en talihsiz nesliyiz. Ancak diğer taraftan belki de en talihlisiyiz. Çünkü BD-İBDA İslâmî dünya görüşü bizim zamanımızda zuhur etti.

Kendini BD-İBDA’cı diye tanımlayan herkes büyük sorumluluk altındadır. Kitle haberleşme vasıtalarına sahip olma, dağıtımını artırma, geniş kitlelere yayma bizim için çok önemlidir. Emperyalist güçler bizi “kitle iletişim” vasıtalarıyla adeta önce kuşattılar, sonra zihinlerimizi işgal ettiler, bizden tarihimizi çaldılar. Sonra dilsizleştirdiler, daha sonra da topraklarımızı işgal edip bizi parçaladılar. Bütün bunları içimizden beyinlerini işgal ettikleri işbirlikçilerle birlikte yaptılar.

Kitle iletişim araçlarını karşımızdaki insanlara kendi görüşlerimizi, düşüncelerimizi aktarabilecek iletiler göndermekte de kullanabileceğimiz teknolojik ve ekonomik bir ortam içindeyiz. Geçmişimizden beri yüzlerce kuşağın hayal görme yeteneği, emeği, düşünce ve duygu birikimiyle meydana getirdiğimiz bu engin imkânların hayata katılması, bizim kendimize, toplumsal hayata ve bugüne dek sürdürdüğümüz gelişme anlayışımıza eleştirel bir tutumla bakmamızı bekliyor.

Çağımızın en güçlü silahı “kitle iletişim araçları”dır. Güçlenmenin, büyümenin ve hâkim olmanın en güçlü silahı yayın organlarıdır. Bundan dolayı bütün gönüldaşlardan ricam bize ait yayın organlarını alsınlar, okusunlar, başkalarına da aldırıp okutsunlar. Bilhassa haftalık Baran dergisiyle, aylık çıkan Aylık dergileri hiç aksama olmadan çıkmaktadır. Bu iki dergiyi aksatmadan almalarını ve çevrelerine aldırıp okutmalarını rica ediyorum.


Baran Dergisi 654. Sayı