İbda Hikemiyatı’na göre “madde”de tam teslimiyet/dirençsizlik hâkim iken, bitki ve hayvan basamaklarında bu dirençsizlik dirence doğru evriliyor; insanda ise tam direnç noktasına varıyor.  Yani yüzde çizelgesinde, madde sıfır iken, insan yüz… Nebatat ve hayvanat ise araya serpiştirilmiş vaziyetteler. Fiziği zaviyesinden, İbda Mimarı’nın dediği gibi, “eksik bir hayvan” olan insanoğlunun tüm diğer mahlûkatı teshir altına almasının esrarı, onun bu hususiyetinde yatıyor. İradesi bu âlemde “barem” oluşturan ve geri kalan varlıkları bu yüzden teshir altına alan/denetleyip kullanan bir varlık insan. Bu o kadar bariz bir durum ki, tabii ortamla en barışık yaşadığı iddia edilen ilkel insan topluluklarının, mesela Amazon ormanı kabilelerinin çevrelerine yaptıkları tesir, diğer hiçbir hayvanla mukayese kabul etmeyecek kadar fazladır. Hayvanlar ve bitkilerin ihtiyaç-taleb denkleminde uyum varken, insanda bu uyumun olmadığını görüyoruz. İnsan, zorunluluklar dışında, ihtiyaçlarını kendisi tayin edebiliyor ve bunda bir hududun olmadığı, özellikle Batı modeli söz konusu olduğunda, yakinen tecrübe edilen bir vakıa… Modern iktisad teorilerinin “sabite” kabul ettiği “sonsuz ihtiyaçlar” terimi, aslında gerekli olanı değil de, gereklilik ihtimalini anlatıyor. Bu terim bile iktisadın başlı başına bir psikoloji ve ahlâk işi olduğuna ve genel geçer bir iktisad teorisinin imkânsızlığına delalet etmektedir.

Ahlâkın hürriyet, hürriyetin de irade ile mümkün olabileceğini göz önüne aldığımızda, iradesi bulandırılmış insanların davranışlarının ahlâkîliği sorunludur. 18. Asrın sonundan itibaren “hür mukavele” adı altında İngiltere’den başlayarak Avrupa milletlerinin kendilerini koruyan lonca sistemi ve feodalizm gibi eski kurumlarla bağlarının koparılması, bir asır içinde dünyayı büyük bir keşmekeşin içine soktu. Başta Avrupa’nın alt tabakaları olmak üzere bütün insanlık –ki bu süreç farklı tezahürlerle halen devam ediyor- iradesini sayıca çok az ve perde arkasında durmayı seven bir gruba teslime zorlandı. Liberal kapitalizm ismi verilen bu canavarın aslî hedefinin bütün dünyanın iradesini kendine tâbi kılmak olduğu, ancak 19. Yüzyılın sonlarına doğru anlaşılabildi; ama iş işten geçmişti. Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm isimli çarpıcı eserinde Avrupalı finansörlerin güdülediği 19. yy emperyalizminin asıl hedefinin, hedef ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmekten, oraları başka ülkelerle rekabete kapalı pazar yapmaktan ziyade, o ülkelerin halklarının ahlâkî formlarını bozmak için zihin dünyalarını alt üst etmek olduğunu iddia ediyor ve bu finansörlerin tecessüm ettiği kişi olarak Rothschild’in ismini veriyor. Yani öyle bir sömürü düzeni kurulmaya çalışılıyor ki, doğrudan veya dolaylı yoldan işgal edilmiş ülkelerin halkları, iradelerine vurulmuş zinciri bir daha asla koparamasınlar. Böyle bir şeytanlığı dünya tarihi görmemiştir muhtemelen. Son iki yüzyıldır niye İslâm ile bu kadar uğraştıkları daha anlaşılır hale geliyor bu bakış açısından. Kısa da olsa izah gerekiyor: İslâm, müteâl olanla irtibatı açısından safiyetini koruyan tek dindir. Daha anlaşılır ifade etmek gerekirse, “İslâm zinciri”nin başı ile sonu arasında “çok taze” bir münasebet var, kaynağı mutlak berrak… O yüzden İslam’ı ancak ana kaynaklarına taşıyan zincirleri koparıp kendi istedikleri yere bağlayarak tahrif edebileceklerini düşündüklerinden İslâm’ın sahih yolu Ehl-i Sünnete bu kadar taarruz ediyorlar.

İktisad, yazı dizimizin başından beri göstermeye çalıştığımız gibi, öyle bağımsız ve kendi kanunlarına tâbi bir ilmî saha değildir; bir devlet ve cemiyette hem o devletin kendi iç bünyesini hem de diğer memleketlerle münasebetlerini tanzime matuf düzenlemelerden ibarettir. Bu yüzden iktisada Avrupa dillerinde “ekonomi politik” (siyasi iktisad) denir. Onun içinde cereyan eden para, piyasa, ücret, üretim, enflasyon, deflasyon, bütçe, büyüme, ihracat, ithalat, istihdam, vs. tüm başlıklar da nihayetinde bir devletin koyduğu kurallarla ve düzenlemelerle temayüz eden ve o devletin gücü nisbetinde (bu güç, nüfus gücü, askeri güç, siyasi güç, vs. olabilir) gerçekleştirebildiği bütünü oluşturan unsurlardır. Bunlar zaman zaman farklılıklar gösterirler, farklı suretlerde ortaya çıkabilirler. Kuralın olduğu yerde suç ve ceza kavramlarının da olması gibi, cemiyetin olduğu yerde devlet ve onunla bağlı olarak iktisad da vardır. Yukarda bahsettiğimiz unsurlar da şu ya da bu dozda bütün cemiyetlerde –varlıklarının çok şuurunda olunmayabilir- vardır. Bir dönem bu unsurlardan birisi, diğer bir dönem başka birisi ehemmiyetli olur. Aynı bir metabolizmanın farklı durumlara farklı tepkiler vermesi ve farklı yiyecek- içecekler taleb etmesi/ihtiyaç duyması gibi, iktisadî düzen de, bir hükümetin teminatı altında, önceye doğru işlememek kaydıyla, duruma göre değiştirilebilen kuralların rehberliğinde insanların karşılıklı bir münasebet içerisinde ihtiyaçlarını gidermesidir. Aslolan cemiyetin ve ona rabtolunmuş devletin sağlıklı bir biçimde devamlılığıdır. Bu sürecin sağlıklı yürümesi ve ülkede huzur ve refah istikrarının sağlanması, insanların güvenilir bir ortamda, kuralları belli bir münasebet ağı içinde üretim ve tüketim yapabilmesini teminden geçmektedir. Bu düzenin devamını sağlamada zorunlu olan ortak teşkilatların masrafları diyebileceğimiz kamu giderleri de bu üretim-tüketim zinciri içinden görülür.

Günümüzdeki gibi karmaşık bir ekonomik terimler topluluğu, bir noktadan sonra gerçeğin üstüne örtmekte kullanılan perde işlevini görüyor. Her biri aslında cemiyetin bu süreçte gösterdiği muhtelif cihetlerden başka bir şey değil. Her biri onun tabii parçaları… Enflasyonu ele alalım mesela: Eğer para basmak ya da piyasaya altın-gümüş benzeri değerli metal sürmekten kaynaklanmıyorsa, üretim hadlerinin tüketim talebinin gerisinde kalması durumunda ortaya çıkan enflasyon, ülkenin sağlıklı olduğunun göstergesidir. Özellikle yatırım mallarındaki enflasyon ülkede büyüme temayülüne işaret eder. Mesele bu büyümenin nasıl yönetildiği ve ortaya çıkan gelir fazlasının cemiyet içinde nasıl tevzi olunduğudur. Enflasyonun aksi olan deflasyon (yani genel fiyatların düşmesi) ise tersine iktisadî münasebetlerde azalma ve durgunluk semptomudur. Umumiyetle enerjisini yitiren devletlerin egemen olduğu cemiyetlerin iktisadi manzarasını aksettirir. Hülasa, bir devletin enflasyon konusunda izleyeceği “politika”, genel fiyat artışlarını tamamen durdurmak değil, ülkedeki büyüme nisbetinin altında tutmak olacaktır. Dikkat edilirse, burada önemli nokta bir devletin varlığı; aksi takdirde iktisadî bir düzenden de bahsedilemez. İktisad sahası, hele ki itibarî paranın egemen olduğu günümüzde, tamamen devletin denetim ve gözetimindeki bir sahadır. Liberalizm yanlılarının iddia ettiği veya savunduğu gibi devletten bağımsız veya devlete rağmen bir iktisadî düzen bugüne kadar olmamıştır, olamaz da…

“Yaşanmaya değer hayat nedir?” Bu sorunun cevabı, mahiyeti ne olursa olsun bir “dünya görüşü” halinde tezahür etmektedir ve iktisad, siyaset, eğitim, kültür vs. dâhil tüm içtimaî yapıların nasılının cevabını verir. Bu soruya herkesin kendine göre bir cevabı var. Kısacası, yanlış ya da doğru bir dünya görüşüne ihtiyaç
kaçınılmaz. Buradaki ayırım gidilen yolda, yani onun vasıflarında... Bir görüşün cemiyete hâkim ve onu sıhhat içinde tutan bir dünya görüşü sayılabilmesi için şu vasıfları zikredebiliriz: İnandırıcılığı olmayan hiçbir dünya görüşünün, dünya görüşü olmaya hakkı yoktur, hasbelkader olsa bile tutunma şansı yoktur. Varlık ve bilginin kaynağı meselelerini, bunlara istinaden de insan ve cemiyet meselesini “kapalı bir daire halinde” izah edip çerçevelememiş hiçbir dünya görüşünün ise inandırıcılığı yoktur. Eşya ve hadiselerdeki daimi değişim ile değişime direnmesi, ona çıpa vazifesi görmesi gereken, onsuz meselelerin çözümsüz kalmasının mukadder olduğu “sabite” ihtiyacı arasındaki paradoksu yerli yerine oturtmayan hiçbir görüşün dünya görüşü olmaya hakkı yoktur. Kısacası saydığımız hususları hiçbir beşerin halletmeye takati yetmeyeceği aşikâr olduğundan Mutlak Fikre dayanmayan, bütün izahlarının mutlak sabitesi olarak onu görmeyen bir görüşün, dünya görüşü olmaya hakkı yoktur.

Bu sabite konusu önemli, zira sistemler onunla kuruluyor: Aydınlanma Çağı’ndan beri kişinin kendini kuşatması-insanüstü olmasının imkânsızlığından, her an tazelenen ferdî ve içtimaî sorunları çözmede muhtaç olduğumuz sabitenin insan ürünü olması gerektiği kabul edilmektedir. Lakin bu durum, sabite tarifiyle çeliştiğinden -yani sabite artık “mahiyeti itibariyle” sabite olmadığından- bir bütün halinde insanlığı çözümsüzlük girdabına itmektedir. O yüzden insan ürünü sabiteler tabulaştırılmakta, kutsallaştırılmakta ve tartıştırılmamaktadır. Yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu söyleyecek dünya görüşü, çağımızın bu temel sorununu da diğerleri ile birlikte çözecek olandır. İktisadın da dâhil olduğu bütün içtimaî ve müsbet ilimlerin, kendisine istinad edeceği, öylece mânâ kazanacağı bir dünya görüşü olmalıdır.

Bu dünya görüşünün adı, Mutlak Fikir İslâm’a muhatab BD-İbda’dır.

Baran Dergisi 543. Sayı