Biz zaman isimli ahenk helezonu içinde süratli bir şekilde ilerlerken, 2016’nın 2017 senesine bağlanmasıyla beraber, dergimiz de yayın hayatının 10. Senesini tamamlamış ve 11. senesine girmiş bulunuyor. Allah Resûlü’nün “ahir zaman” diye bildirdiği, her geçen gün kıyamete doğru bir adım daha yaklaştığımız şu demde, tam 10 sene... Geriye doğru şöyle dönüp bakacak olursak, Cumhuriyetin kurulduğu günden beri milletimiz açısından belki de en uzun süren ve en bereketli geçen seneler bunlar.

Bu zaman zarfında neler olmadı ki?

Kendisini devletin sahibi ve milletin efendisi olarak gören Kemalistler, Batı ile işbirliği ihalesini onlardan kapan Fettoşçular tarafından bu on sene içinde Batılılar adına ayıklandılar.
İhaleyi kapıp Kemalistleri tasfiye eden Fettoşçular, 2009 senesi itibariyle halka karşı savaş başlattılar; ta ki 2016 senesinin 15 Temmuz tarihinde kaybedene kadar.
Diğer  taraftan bu on seneye daha neler sığmadı ki; yalanlar, suikastlar, talan, kalkınma, kriz, yatırım, değişim, patlamalar, dönüşüm, nizamî ve gayr-ı nizamî savaş, sosyal medyanın yerleşik hâle gelmesi, yargı operasyonları, dış müdahaleler, kendini emperyalistlere peşkeş çeken kimi sol örgütler, devlet kuracağız diye emperyalistlerin kucağında gezen Kürtçü örgütler, en akla gelmedik 3. sayfa haberleri ve daha neler neler...

Baran Dergisi olarak bu on senenin bizzat şahidiyiz. Bu şahitliğimize dayanarak, yeni seneyi de vesile kılıp, kısa kısa da olsa belli başlıklar hâlinde hadiselerin şöyle bir hülâsasını yapacağız.
Basın
2007 senesine kadar bildiğiniz gibi hâkim olan kartel medyasıydı. Güç müptelâları, 2007’den 2017’ye kadar geçen zaman zarfında, kimi vakitlerde fırsat gördüğü hadiseleri kendisine vesile bilip eski düzene dönmek için hamleler yapmış olsa da, milletin, iktidara ve Erdoğan’a karşı olan teveccühü karşısında kendi menfaatlerini kaybetme korkusuyla direnemedi ve kahir ekseriyetle hükümet çevresine konumlandılar. Kimi bunu istekli bir şekilde gerçekleştirdi, kimi isteksizce ve kimi de fırsat kollar vaziyette sinsice... Takdir edersiniz ki, bu medya, menfaatinden öte bir dünya görüşüne sahib olmadığı için, böylesi kılçıksız hareketler onlarda hiç ama hiç sırıtmadı. Buna mukabil, muhalif kanatta yer almayı sürdüren kesimler, kendilerine ait iyi, doğru ve güzel ölçütüne sahib olmadıkları için, aynı dönemde şiddetle savruldu ve muhalefeti ifrata kaçırdılar. Nihayetinde yabancıların Türkiye’deki operasyon âletine dönüştüler. Bunun remz şahsiyeti de Can Dündar’dır.

Bu süreçte, internet ve sosyal medyada yapılan vasat yayınların piyasa gazeteciliği ve muharrirliğine denk olması, her iki sıfatı da ayağa düşürdü. Nihayetinde “Fikri idam etmek” iddiasıyla kurulan Hürriyet Gazetesi liderliğinde, gazeteci ve muharrir sıfatlarıyla beraber basın müessesesi de ipe çekildi.

Hükümet çevresinde toplaşan medya, iktidara ufuk açacağı yerde hoparlörlük yapmayı kendine vazife edindi. Hâl böyle olunca arayış, tarayış ortadan kalktı. Benimkiyse iyi, seninkiyse kötü diye çocuk aklının bile altında bir seviye belirlendi.

İktidar karşıtı medyaysa, meşin kafalı bir taraftar grubunun kendisine mâl ettiği sloganı benimseyerek kendini “herşeye karşı” bir mevziiye konumlandırdı. İktidar ne yaparsa kötü, ne yaparsa çirkin ve ne yaparsa yanlış ölçütünü benimseyen muhalefet, şirazesini kaybettikçe çirkefleşti ve işi, içinden çıktığı millete kin kusmaya, aşağılamaya ve devlete alenen hainlik erdirmeye dek vardırdı.

***

Bugün, iktidar yanlısı ve karşıtı basın, zıt kutupların ucunda tersinden birbirine kavuşmuş ve benzeşmiş bir vaziyette. Popülizmin bu denli yaygın ve basının sosyal medya gölgesi altında yaşamaya mahkûm olduğu günümüzde, eğer ki gazetecilik ve muharrirlik tekamül edip kendisine yeni bir mecra açarak yoluna devam edemezse, ne yazıktır ki, istisnalar haricinde günümüzde basın diye bir müesseseden bahsetmek de mümkün olmayacaktır.
İktisat
1999 krizinin hemen akabinde şiddetli bir şekilde Türkiye’yi de içine katarak yayılan globalizm, orta ölçekli ülkelerde sahte bir ekonomik bahar yaşanmasına vesile oldu. Üretim ve tüketim çılgınlığına, ekonominin sunî bir balon gibi şişirilmesi de ilâve edilince, Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkeler üretim amelesi olarak seçildi ve kullanıldı.
Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra Amerika yeni bir merhaleye girmiş ve hegemonyasının kabul edilmesi karşılığında dünyanın geri kalanına da “Amerikan Rüyası”ndan hisse dağıtmaya hazırlanıyordu ki, 2001 senesinde İkiz Kulelere yönelik olarak gerçekleştirilen şehadet saldırıları, Amerika’yı gerçeğin tam ortasına uyandırdı.
Meydana gelen zararı telâfi etmek için kibirle, hesabsız kitabsız başlatılan Afganistan ve Irak işgâli, beklenenin aksine zararı daha da derinleştirdi. Amerika, dünya üzerindeki tek süper güç olma fırsatını bir bakıma kendi ayağıyla tepti. 2008 senesinde Amerika ve Avrupa, işledikleri cürmün ekonomi planındaki ilk dalgasını Mortgage kriziyle beraber yediler. Banka, sigorta şirketleri ve borsa tarafından faiz, sigorta ve risk primleri ile şişirilen balon ekonomi, nihayet 2008 senesinde infilâk etti. 2008 krizinin faturası da, gelişmekte olan ülkelere kesildi tabiî...

Kumarbazın kaybettikçe iştahlanması, iştahlandıkça kaybetmesi gibi Amerika da Türkî Cumhuriyetler ve Balkanlarda denediği renkli devrimlerle iktidarları şekillendirme planını, Arab Baharı ile başka bir seviyeye taşıdı. Tüm bunları tek süper güç iddiasını isbat etmek üzere yaparken, 2008 senesindeki kriz döneminde daha da büyüyen Çin ile Suriye’de Amerika’nın tarafı olduğu iç savaşa müdahil olarak Rusya’nın dengeleri altüst etmesiyle beraber, yeni ve çok kutuplu bir dünya düzeni doğdu.

Türkiye, bu sürecin bilhassa globalleşme döneminde hissesine düşeni aldı. Fakat 2008 krizinin ağır faturası ve dünyanın yeniden çok kutuplu düzene dönmesi, bağımlı ekonomimizi de derinden sarstı. Amerika’nın bölgede Türkiye yerine Suriye ve Irak’ın kuzeyinde PKK eliyle kurdurmak istediği Kürt devletini kendisine yeni müttefik olarak seçmesi, yahut böyle bir seçim yapma ihtimalini masaya sürerek Türkiye’yle restleşmesi ile münasebetler yeni bir merhaleye geçti. Kurdan başlayarak ardı ardına gerçekleşen ekonomik operasyonlar, işin rengini de değiştirdi tabiî... Türkiye, ekonomisini millîleştirmediği takdirde bağımsızlığının da tehlikede olduğunu gördü.  

Tüsiad’ın şahsında temerküz eden sermaye grubu, Türkiye ekonomisinin büyük bir kısmını elinde tutmakta, kendi adi çıkarı uğruna ve işbirliği içinde olduğu Batılı devletler adına memleketimizi hedef alan ekonomik operasyonlarda başrol oynamaktadır. Bilhassa dış ticaretin %85’i ve kamu harici özel bankacılık sektörünün tamamı bu grubun elinde olduğuna göre, kur üzerinden Türkiye’ye yapılan operasyonu kasaplar odası yapmıyordur herhâlde değil mi?

***

Türkiye’de önce Kemalistler ve hemen akabinde Fettoşçular ile yapılan millî mücadelenin bundan sonraki hedefi mutlaka ama mutlaka bu sermaye odağı olacaktır. Ya onlar millîleşecek ve senelerdir yurt dışındaki bankalara kaçırdıkları sermayeyi memleketimize adam gibi geri getirip, tetikçiliği bırakacaklar, yahut devlet gereğini yapmazsa, 15 Temmuz’da olduğu gibi millet yine gereğini yapacak. Bundan devletin de, sermayenin de hiç şüphesi olmasın.
Hukuk
Türkiye Cumhuriyeti’nde adalet, hâkiminden savcısına senelerce Kemalistlerin elinde tıpkı bir silah gibi Müslüman milletimize karşı kullanılmıştı. Bilhassa 2007 senesinde Kemalistlerin kaybettiği “Batıcılık ve hainlik” ihalesini kazanan Fettoşçular, aynı silahı Müslümanlara karşı kullanılmaya devam ettiği gibi, Kemalistlerin devlet bürokrasisinden temizlenmesi için de kullanıldı.

Sözün özü, Türkiye’de hukuk nizamı bugüne kadar bir türlü tesis edilemedi. Bugünden bakacak olsak, 15 Temmuz sonrası kalan FETÖ’cülerin de yargı bürokrasisi içinden temizlenmesiyle beraber, geriye FETÖ operasyonlarını yürütenler dışında yargı bürokrasisi de kalmadı zaten...

***

Fetöcüler tarafından Kemalistlerden ve millet tarafından de Fetöcülerden temizlenen yargı bürokrasisinin, bundan sonrasında hakiki bir hukuk nizamına vesile olabilmesi için gereken en önemli şey, yargı bürokrasisinin milletimize sonuna kadar açılmasıdır. Millete kapalı millî müessese olmaz.

Hukuk bahsi son derece ehemmiyetli ve ölçü belli:
Bir devlet küfür üzerinde ayakta durur ama zulüm üzere ayakta duramaz.”
 
Eğitim
İktidar partisi, ülkenin ekonomik imkânlarına nisbetle çok büyük bir başarı elde etti ve memlekette yeni okul binaları inşa ettiği gibi, eskileri de ihya etmesini bildi. Binalarda meydana gelen yenilik her ne kadar alâka uyandırıcı olmuşsa da, eğitim keyfiyetindeki gerileme de aynı derecede alâka uyandırıcı oldu.

Şehirleşme, nüfus patlaması, AB uyum süreci derken; torna tezgâhı kadar dahî keyfiyeti olamayan eğitim sistemi, ailelerin çalışırken çocuklarını içine bırakmasından başka bir işlevi olmayan kapalı kutular hâline dönüştü. Kendi dilini bilmeyen, matematik bilmeyen, müsbet ilimlerden habersiz, kendi kendine yabancı hepsinden de beteri düşünmeyi bilmeyen bir nesil yetişti. Sokaklardan kopuş, birbirine yabancılaşma ve sanal âlemde inşa edilen sahte kimlikler ile bu bozulma tamamlandı.

İstisnalar yok mu peki? Var da, kaide ne olacak? Elinden hiçbir iş gelmeyen, hayatın kendisine yabancı, kendi kendine yabancı, cemiyetten tecrit edilmiş, maddî menfaatten başka ideal tanımayan, bir nesil yetişti.
***
Eskiden okul idarecileri ve hocalarla gerçekleştirdiğimiz konuşmalarda, “eğitim sistemi nasıl düzelir” bahsi söz konusu olduğunda uzun uzadıya mesele konuşulurdu. Ne yazık ki, aynı bahis şimdilerde açıldığında, 8-9 farklı kişiden hemen hemen şu minvaldeki cümleyi işittik; “eğitim sistemi düzelmez.” Okulların aile birliklerinin, öğrencinin ise ailesinin keyfine terk edildiği bir sistemden başka ne netice beklenebilir ki?

Devletin, diğerleriyle beraber ideolocyamızın temel prensiblerine sımsıkı sarılması ve bunlardan biri olan müdahalecilik prensibini işletmesi gerekiyor. Öğrencinin ve de ailesinin gözünün yaşına bakmadan, sağlıklı bir sistem ve sağlıklı yetiştiriciler eşliğinde insan gibi insan yetiştirmek için bu şart. Bunun başka bir yolu yok. Eğitim sistemimiz, sınav sistemini değiştirmekle, tedrisata müdahale etmekle, müfredata el atmakla düzelecek raddeyi çoktan geçmiştir.  
Devlet
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senesi 1923. Bugün 2017 senesine kavuştuk ve devletin başında kim olduğu sorusu hâlen cevab bulmuş değil. Başbakan mı, Cumhurbaşkanı mı, bürokratlar mı, yargı mı, ordu mu, kim?..

Aslına bakacak olursanız, 94 sene bu devlet ayakta kalmışsa, müessesenin kendisi sayesinde değil de, millet sayesinde ayakta kalmıştır. Milletimiz, 94 senedir başında bir devlet varmış gibi yapıyor. Rolünü de o kadar inandırıcı bir şekilde oynuyor ki, yabancı devletler de bunun bir hakikati olduğunu zannediyorlar. Oysa ki bürokrasi ve siyaseti elinde tutan Kemalist dönemden başlayarak Fetöcülere kadar geçen zaman zarfında, ülkemizde bir devlete değil, çeteye muhatabdık. Kendilerinin ve etrafında onları mamalayanların menfaati ile yabancı efendilerinin rızası istikametinde işletilen bir çete müessesesi. Dile kolay, yaklaşık 90 sene...

***

Önümüzdeki aylarda yapılması planlanan referandumla, nihayet ülkenin kim tarafından idare edileceğini öğrenmiş olacağız. Açık konuşalım, Türkiye Cumhuriyeti’nin istihbaratı, ordusu, yargısı, polisi, ekonomisi ve devleti devlet yapan daha nesi ve nesi millîleşmeden, burada bir devlet teşekkülünün varlığından söz etmek mümkün olabilir mi? Yabancıların ve onların emir erlerinin içine sıza sıza kevgire çevirdiği müessese, bu haliyle milletimizin sırtında yüktür, kamburdur. Böylesi bir yük, eline yetki bile verilmemiş tek bir kişinin sırtına yüklenemez, o kimse de bu yükü uzun bir süre taşıyamaz. Dolayısıyla idarecinin kim olacağına verilecek cevab tek başına kâfi gelmeyecektir.

Tüm bu müesseselerin önümüzdeki süreçte gerekirse tamamen boşaltılarak millîleştirilmesi ve devletimizin kendisine bir kimlik tanımlaması varlık yokluk savaşına girdiğimiz bu günlerde hayatî öneme haizdir. Cevablanması gereken suâl basit; içinde kaşarlanmış yılanların, çıyanların cirit attığı müesseseler mi, tecrübesiz milletimizin devletim diye benimsediği müesseseler mi? Hangisi?

Milletimiz nasılsa yoluna, kutlu memuriyetine devam eder. Gerisini varın siz düşünün...
Dış Politika
S.S.C.B.’nin yıkılmasının akabinde 2000’li yıllar için tek dünya devleti, tek millet, tek kültür, tek din rüyası gören Amerika, 2001 senesinde İkiz Kulelere çarpan uçakların gürültüsüyle bu rüyadan, MalcolmX’in işaret ettiği kâbusa uyandı. Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği’ni dağıtmıştı; fakat Amerika’da onarılmaz yaralar açmıştı. Amerikan rüyasının, kapitalizm ve globalizm dolayısıyla dünya çapında yaygın bir vasat hâline gelmesi, aradan geçen zaman zarfında yeni bir rüya görememesi ve gösterememesi, dünya hükümranlığı fırsatını tepmesine sebeb olduğu gibi, eldeki “süper güç” ünvanını da derinden yaraladı. 2016 senesinde Demokratların kaybettiği ve Cumhuriyetçilerin kazandığı seçimler neticesinde Amerika’nın nasıl bir dış politika izleyeceğini 2017 senesinde göreceğiz.

Avrupa’nın kendi içindeki barış tesis edebilmek ve yüzyıllardır akan kanı durdurmak için kurmuş olduğu birlik olan AB, yavaş yavaş dağılmaya başladı. Kendi içindeki farklılıkları üst bir başlık altında bir araya getirerek gaye ittihadı tesis edemeyen Avrupa, 2016 senesinde Birleşik Krallığın AB’den ayrılmasıyla esprisini yitirdi. Birliğin diğer üyelerinde de ayrılık fikrini doğuran bu hareketin 2017 senesinde Avrupa’da ne gibi gelişmeleri peşinden getireceğini göreceğiz.

Çin, kısa adımlarla kararlı bir şekilde büyümesini sürdürüyor. Buna mukabil Uzakdoğu dışında dünya çapındaki dengeleri ekonomi haricinde etkileyebilecek çapta bir güç değil hâlen.
Kırım’ı ilhak etmesinin ardından uygulanan ambargo ve petrol fiyatlarının çakılması ile neredeyse oyunun dışına itilmiş görünen Rusya, Suriye’de yaşanan vekâlet savaşına bizatihi dâhil olarak masaya yeniden bir güç olarak oturmasını bildi. Hattâ özgül ağırlığı dolayısıyla ilerleyen günlerde Suriye’deki tek söz sahibi hâline gelmesini de bildi. Amerika’nın Suriye ve Irak politikasında kendisine partner olarak PKK ve uzantılarını seçmesini de fırsata çeviren Rusya, Türkiye ile işbirliğine giderek, masadaki elini daha da güçlendirdi.

Türkiye’ye gelecek olursak... Bugüne kadar bağımlı ve son derece tutarsız bir dış politika izleyen Türkiye, nihayet güney sınırlarında kurulmak istenen özerk bir Kürt Devleti tehdidi karşısında içine düştüğü vaziyeti idrak etti ve Fırat Kalkanı harekâtıyla masadaki yerini aldı. Son altı senede Amerika’nın ve Amerika’nın içimizde faaliyet gösteren uzantılarının defalarca kez hedefi olan Türkiye, bölgede Rusya ile anlaşarak hareket etmeye başladı. NATO üyeliği, AB adaylığı ve Rusya ile girilen ittifak, Türkiye’nin dış politikadaki alternatiflerini zenginleştirirken, hareket alanını daraltan faktörler olarak sıralanabilir. Türkiye’deki sermayenin de tıpkı devlet bürokrasisine sızmış FETÖ gibi Amerikancı ve Batıcı olduğunu hesaba katacak olursak, Türkiye’nin dış politikada söz sahibi olabilmek için bile millîleşmeye ne kadar muhtaç olduğunu gözler önüne seriyor. Milletten Müslüman ahaliyi ve millîden de İslâmî olanı anladığımızı yeniden hatırlatmaya lüzum yoktur herhalde...
***
Gayr-ı nizamî bir dünya savaşının, beklediğimiz gibi tam da merkezinde yer alıyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin kendi iç meselelerini ve millîleşme sürecini ne bahasına olursa olsun bir ân evvel hâl ve fasl etmesi gereken bir seneye giriyoruz. Bundan sonra palyatif çözümlerle Türkiye’nin günü kurtarma lüksü kalmamıştır. Devlet, köklü, esaslı değişimleri son derece kararlı bir şekilde gerçekleştirmek zorunda. Bunun için de devletin varlık sebebinin icabı olarak ferd ve cemiyet arasında muvazene kuracak bir sistemi, hem vasıta ve hem de gaye olarak benimsemesi gerekmektedir. Bu değişimi gerçekleştirememenin birçok kimse için telâfisi olmayacak!
 
Din ve Millet Düşmanları
Türkiye’de sermayeyi elinde tutan ve onlara kuyrukçuluk edenlerden müteşekkil bir kesim var ki, bunlar bizim milletimize de, milletimizin ruh köküne de düşmanlar. Bütün derdi cebi, menfaati ve kurmuş oldukları sunî cemiyet içindeki statüleri olan bu zümre, hiç şüphe yok ki İslâm’a düşman. Tesis edilecek hakiki bir nizamda, sokaktaki köpek kadar kıymeti kalmayacağını bilen bu tipler, ellerindeki medya imkânını da son haddine kadar istismar ederek, İslâm’a saldırmakta. FETÖ, bu cemiyetin kafası takkeli bir unsuruydu; ve ondan başka İrancılar, mezhepsizler ve diğer tüm sapkınlarla beraber dinsizler de bu aynı kadronun birer parçası...

Türkiye’de devlet imkânları senelerce bu küfür sosyetesini tesis edebilmek adına işletildi. Ne var ki 15 Temmuz’un mânâsından hissesine zerre miskâl düşen herkesin bilmesi gerekir ki, Türkiye’deki bu başıbozuk düzen artık sürdürülemez!

***

2017 senesinde bu zümre de tıpkı sermaye gibi ya devlet tarafından yahut millet eliyle, devlet içindeki taraftarlarıyla beraber dağıtılacak...
Cemiyet
Ekonomi böyle, eğitim sistemi öyle, devlet böyle ve diğer unsurlar... Kimse kusura bakmasın ama, varlık sebebi ferd ile cemiyet arasında muvazene kurmak olan devlet ve müesseseleri bu vaziyetteyken, kimse cemiyetten bahsedemez.

Piyasada gezen kimi dangalaklar var tabiî, “cemiyetin tekâmülü devlete bağlı değildir” diye dolanan. Cemiyet kendi kendine tekamül edebiliyorsa, o zaman devlete ne gerek var? Korkak herifler…

***

Cemiyetimiz, layık olduğu devlet nizamının ruhunu ve bu ruha erişmek için neler feda edebileceğini 15 Temmuz tarihinde hem içeriye ve hem de dışarıya açık bir dille deklare ederken, gereğinin ivedilikle yapılmasını da idarecilere arz etmiştir. Bundan sonrası onlara kalmış. Ne olursa olsun Allah’ın vaadini tamamlayacağını kimse unutmasın…
Bizim Açımızdan...
Türkiye ve dünyanın içinde bulunduğu son derece dinamik konjonktürde, işbirliği ve çatışma ekseninde kimin nerede durduğu ve kiminle iş tuttuğunun birbirine karıştığı zamanımızda, kendi fikrimizin istikâmetinden şaşmamaya azamî derecede özen gösterdik. Bu on senelik zaman zarfında, fikri olmayan yahut fikir ahlâkından nasibi olmayanların her gün nasıl başka taraflara savrulduklarına şahitlik ettik. Bilhassa siyaset, fikir ve basın planında, mamacı tipler iktidar etrafında kümelenir, diğer bir kesim ideolojik keskinlik yapmayı “devrimcilik” zanneder ve her iki cenahta sefalet çukuruna yuvarlanırken, biz ideolojimizi sarıldık ve itidali muhafaza etmesini bildik. Esen rüzgâr bizim istikâmetimizi tayin etmediği gibi, ne kadar şiddetli olursa olsun, ancak üzerimizdeki tozu temizledi.

Geriye doğru dönüp; biz onu başardık, bunu elde ettik, şu bizim eserimiz diye konuşmayacağız elbet. Yanlışlarımızı ise gözümüzün önünden hiç kaldırmayacağız ki, aynı hatalara tekrar düşmeyelim. Arkasında kalan küçük başarılara bakarak yürüyenlerin, önlerine çıkan ilk engele takılıp düşecekleri mukadderdir. İbret aldık, bildik.

***

Biz daima ileriye bakıyoruz. Bizim davamıza nisbetle bir idealimiz, bir gayemiz ve bir hedefimiz var. Allah’ın izniyle bu kutlu yürüyüşte bulunmak ve şeref bulmak arzusundayız. Bu şereften başkası da bize gerekmez. Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Biz gayret edenlerden olalım. Gerisi Allah Kerim...
Hülâsa
2016 senesi birçokları için sanki bir felâket yılı gibi idrak ediliyorsa da, biz biliyoruz ki; sabahında İslâm’ın solmaz pörsümez güneşinin doğacağı günün şafağındayız. “Allah çilesini çektirmediği şeyin nimetini vermez...” ölçüsü mucibince, her ne yaşarsak yaşayalım, hayra yoruyoruz.

Batı, iki asrı aşkın zamandır elinde tuttuğu inisiyatifi kaybetti. Sahib olduğu idrak zemini, kendi cemiyetinin sıkıntılarına bile deva getiremiyor. Doğu ile Batı arasında yaşanacak nihai hesablaşma günü de gelip çatmak üzere tabiî... Anadolu, ister istemez bu hesablaşmanın tam merkezinde. Bu hesab büyük. Bırakın insanı, hayvanın, taşın, toprağın bile ahını aldılar. Şimdi, bunun hesabını verecekler.

***

Sözümüzü Üstad Necib Fazıl’ın “Dünya Bir İnkılâb Bekliyor” hitabesine yer vererek bitirelim:

Evet, dünya bir inkılap bekliyor! Nerede kalmış Türkiye?… Konuşmamızın ismi de bu… Dünya bir inkılap bekliyor! Bütün beşeriyet… Çünkü, beşeriyet o noktaya geldi ki, ne kadar müessesesi varsa bitti, eridi, pörsüdü, tükendi, bir tek eksiği kaldı; başında ve sonunda eksiğin ismini tesbit edebiliriz: Bütün hakikatiyle İslam…
Dünyanın beklediği bu inkılap, üç daire halinde… Dış daire dünya, içindeki daire İslam Alemi, onun da içinde Türkiye… Asıl Türkiye… Merkez Türkiye…

Baran Dergisi 520. Sayı