31 Mart mahallî seçimlerinden çıkan netice rahmettir.
İhtilâl, bir mânâsiyle nefsin, müsbet ve menfi, ruh ve sair zıd kutupları arasında gerçekleşme kargaşası ve bunun içtimaî tezahürü ki, varılacak gaye inkılâbtır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ifâdesiyle, “Herkesin hakikatinin kendisine olması ayrı mesele, ama kâinat çapında bir izahtan gelen NEFS Muhasebesi olmayan yerde, bu kargaşa kendi kendinden ibaret bir fasa-fiso kıymetinde davranıştan başka birşey ifâde etmez.”

İnkılâb, aslında bir bakıma eşya ve hadiselere nüfuz etme, onun içine işleme işi. İnkılâb işinin ferdî planda kemâli Allah’ta fâni olmak.

Her iki kavramı da cemiyet ve onun kurmuş olduğu en büyük müessese olan devlet planına taşıyalım.

Cemiyet ve onun kurmuş olduğu en büyük müessese planında ihtilâl, müsbet ve menfi kutuplar arasında yaşanan ve geçen hafta yapılan seçimlerle, Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmesiyle herşeyi oldu bitti zannedenler ile meselenin künhünü kaçıranlara kendisini şiddetle hatırlatan.

Cemiyet ve onun kurmuş olduğu en büyük müessese planında inkılâb, “ebed müddet” şuuruna ermek ve buna göre teşkilâtlanmak. Hani şu seçim süreci boyunca etrafında dolaşılmış ama bir türlü izah edilememiş bekâ meselesi.
 
Gaflet
Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmesi ve akabinde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği süreci, iktidar çevresini teşkil eden siyasetçi, parti teşkilâtı, gazeteci, medya patronu, sermaye ve bunlar yüzünden bir de milletin bir kısmı yanlış değerlendirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, sergilediği tek kişilik dev performansla her ne kadar bu vaziyetin aksini izah etmeye çalıştıysa da, Türkiye’de bir asrı aşkın zamandır süren çatışmanın sona erdiği, mutlak zafer kazanıldığı hissinden çevresini kurtaramadı. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni yeni bir dönemin başlangıcı olarak değil de “söğüt gölgesi” zannettiler. İktidarın nimetlerinden azamî faydalanacak, huzur ve sükûnet içinde gelecek nesilleri için mal mülk istifleyeceklerdi.

Küçük hesaplar peşinde koşan, yarım oluşlarla tatmin olan, gününün şafağına yatan, hepçi değil lüpçü adamlardan dava adamı olmayacağı bedahet. Dava adamı olmayan adamlarla bir davanın yürütülemeyeceği de…

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak yemin ettiği 9 Temmuz 2018 gününden bugüne dek iktidar çevresine hâkim olan ruh hâli tek kelimeyle gafletti. Gaflete kapıldılar ve mahallî seçimlerde Erdoğan’ın göstermiş olduğu gayreti de idrak edemeyip, gafil avlandılar.

Bu söyleyeceklerim belki biraz garib gelecek ama bunda karşı tarafın da kabahati var. Şöyle ki, senelerdir bir varlık gösteremeyen muhalefet, FETÖ’nün de tesirini yitirmesiyle, iktidar karşısında herhangi bir tehdit unsuru olarak var olamadığı için bu gaflet doğdu. Diyalektik münasebet işlemez olmuş ve bunun neticesi olarak pörsüme başlamıştı. Bu bir strateji olsaydı, yani muhalefet kendi gücünü gizlemeyi başarıp, günü geldiğinde kendisine karşı gaflet içinde bıraktığı zıddının karşısına tüm gücünü ortaya çıkarıp dikilse ve kazansaydı, bu takdir ve tebrik edilmesi gereken bir hareket olurdu. Tabiî Türkiye’deki manzara böyle değil.
 
Sırlı 24 Saatler
Biri hiç durmadan bir diğerine vurursa, bir süre sonra bezer, yorulur, ona niçin vurduğunu bile unutur. Oysaki arada karşı taraf karşılık verirse, o zaman hıncı tazelenir, yorulmaz. Hiç saldırı olmayan, saldırı gelmesi pek de muhtemel olmayan bir noktada, sırf tâlim olsun diye nöbet tutturulan askerde hâsıl olan ciddiyetsizlikle, sıcak çatışmanın yaşandığı cebhe hattında nöbet tutan askerin teyakkuzda oluşundaki fark gibi.

15 Temmuz gecesi, o 24 saat, bu sırrı ihtivâ ediyordu. Karşıdan gelen saldırı, burada gaflet uykusunda uyuyanları, biraz da şiddetle uyardı, uyandırdı.

Seçim gecesi ve ertesi günü İstanbul’u kimin kazandığı tartışmasıyla geçen 24 saatte böyle bir uyarandır. Bu satırlar kaleme alınırken henüz Binali Yıldırım’ın mı yoksa Ekrem İmamoğlu’nun mu kazandığı hâlen meçhul, itirazların neticeleri bekleniyordu.
Eğer ki seçim akşamının daha ilk saatlerinde Ekrem İmamoğlu’nun seçimleri kazanmış olduğu açıklanmış olsaydı, bu tesiri meydana getirmezdi muhtemelen. Yüksek tansiyonun da bir hakikati var, vücudu şiddetli şartlarda artan ihtiyaca göre beslemek için daha fazla ve güçlü kan pompalayan...
 
Pörsüme Tehlikesi
Ortadan Kalktı
Türkiye genelinde Erdoğan’a olan desteğin korunması ve buna karşılık İstanbul’un kimin elinde olduğunun şüpheli olmasıyla beraber Ankara’nın CHP tarafından kazanılmış olması, zannedilenin aksine hayırlı bir gelişme oldu.

Düşünsenize, iktidar bu seçimlerden de tulum çıkartmış olsaydı, sanki mevcut vaziyet çok matahmış gibi aynı tas aynı hamam yola devam edilecekti. Oysa ki şimdi öyle mi? Bir musibet, bin nasihatten evlâdır.

Cemâl ile terbiye olunmadığı hâllerde Celâlin şiddeti ne olursa olsun rahmettir. 15 Temmuz Askerî Darbe girişiminin yaşandığı haftadan beri en çok üzerinde durduğumuz husus, o gece başlayan halk ihtilâlinin pörsüme tehlikesiydi. Yarım oluşlarla tatmin olan, vizyonsuz, ufuksuz, hedefsiz, şahsiyetsiz ve mamacı tipler için Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmiş olması ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmiş olması her ne kadar tatmin vesilesiyse de, biz biliyoruz ki müsbet mânâda yaşanan her değişim ve oluş, çapı her ne mikyasta olursa olsun nihaî hedef nazarında olsa olsa vasıtadır. Ferdî planda varılacak mutlak gaye boşuna mı “ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin ötesinde...” Hâkezâ, cemiyet ve devlet planında bizim bekâ meselesine bakışımızı özetleyen “ebed müddet” şuuru, hele ki böylesine küçük oluşlarla tatmin olur mu?

Bilhassa milletimiz nezdinde İstanbul ve Ankara gibi iki büyük şehrin belediye başkanlıklarını CHP’ye kaptırmış olmak üzücü bir gelişme addediliyor da, bize kalırsa, pörsüme tehlikesini ortadan kaldırdığı ve vaziyetin nezaketini ihtar edici olması bakımından rahmettir.
 
Bundan Sonra…
Türkiye’nin aslî hüviyeti, yâni kimliği her ne kadar kabul edilmeye yanaşılmıyor ve hattâ inkâr ediliyorsa da belli. Bu hüviyete bitişik olarak Türkiye’nin ufku ve görevleri de belli. Artık bu inkârdan vazgeçmek ve tekrar hatırlanması için bu kez daha şiddetli bir rahmet sillesi yemeyi beklememek gerek. Direnmenin mânâsı yok. 15 Temmuz’da alevlenen ve sonra yeniden küllenen ihtilâl süreci, 31 Mart vesilesiyle bir daha harlanmışken, tansiyonu hiç düşürmeden ve hattâ yükselterek inkılablarla taçlandırmak gerekmektedir. Bunu böyle söyleyince kulağa belki çok didaktik geliyor; ama görüldüğü üzere bunu dikte eden ben değilim. Şartlar bunu Türkiye’ye dikte ediyor.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği ve bizim de sürekli kendimize siyasi kararlarda temel sabite aldığımız şu ifade her şeyi hal ve fasl ediyor aslında: “Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor.”

“Seçmen sandıkta iktidara şu mesajı vermiş”, “iktidarı ve muhalefeti bununla görevlendirmiş” gibi yorumların hepsi palavra. Cumhur ittifakı kendi oyu neyse yine onu aldı. Fark şu ki, karşı taraf bu cenahtaki hedefsizliğin ve bunun getirdiği dağınıklığın aksine kendisine “Erdoğan’ı devirmek” diye açık bir hedef belirledi ve belirlediği hedefte birleşti.

Şimdi, kanaatimizce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yukarıda bahsettiğimiz ezel kadar eski, ebed kadar yeni hikâyeye sarılması ve teşkilâtı ile çevresini buna göre yeniden tertib etmesi gerekiyor. Zira böylece bir kez daha karşı taraftan daha geniş bir birlikteliği sağlayabilir ve memleketi ataletten kurtarıp, hakiki bir ulvî hedefe doğru yol almasının önünü açabilir.

Biz bu noktada üzerimize düşeni yapar ve stratejik hedeflerimizden biri olduğu üzere, ne sokakta ne de meydanlarda Amerika ile Yahudi Devleti ve ipleri bunların elinde olan yerli işbirlikçilere Erdoğan’ı yedirmeyiz. 15 Temmuz gecesi şahidimizdir. 
Ak Parti teşkilâtlarının içler acısı vaziyetini de unutmamak gerek. Menfaat ile teşkilâtın bir araya geldiği yerde teşkilât kalmaz, menfaat şebekesi, çete doğar. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Ak Parti il ve ilçe teşkilâtlarının büyük bir bölümü, ne yazık ki kendisini bu hastalığa kaptırmış ve üzerine düşen görevleri yerine getirmekten ziyade ihâle ve hemşericilik peşinde koşan, atanmış tiplerin elinde kalmıştır. Ayrıca söylemeye lüzum yok ama zaten atamayla teşkilât yönetilmez.

 Buradan gönüldaşlarımıza da şunu söylemek isterim; gidin ve Ak Parti teşkilâtlarında görev alın, teşkilâtçılık nasıl yapılırmış onlara gösterin.

Tekrar meselenin künhüne dönecek olursak, Cumhurbaşkanlığı idare şeklinin değişmesinden sonra şimdi sıra esas mesele olan idare ruhunun, yâni rejimin tartışılmasına gelmiştir.

Seçimde belirleyici olan diğer teferruatlara gelecek hafta büyüteç tutarız; fakat esas olan budur!

Baran Dergisi 638. Sayı