Esselâmü aleyküm.
Sizi –bir değişiklik olsun diye- vaktinde, hem de tam vaktinde arıyorum.
(Carlos ve Av. Güven Yılmaz gülüyor.)
Nasılsınız?
(Av. Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, iyiyim. Yağmurun tekrar yağmaya başlaması dışında, daima birşeyler olsun diye beklemekle geçiyor zaman… Venezüella bir karmaşa içerisinde… Bakalım, Panama’daki Amerika Devletleri Zirvesi’nde neler olacak… Orada da bir lâf kalabalığı sadece … Obama, “hayır; Venezüella elbette kimseye bir tehlike teşkil etmiyor!” falan diyor ama bir yandan da Venezüella’ya karşı zaten imzaladığı bir belge var ortada… Bekleyelim görelim; bakalım, neler olacak…
Türkiye’den haberler neler?
(Av. Yılmaz, haberlerin aynı olduğunu; Kumandan Mirzabeyoğlu’nun, Ali Osman Zor’un ve diğer gönüldaşların Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini söylüyor.)
Allah hepsinden razı olsun.
(Av. Yılmaz, peşinden, İtalyan avukatı Sandro Clementi’yi arayıp aramadığını soruyor Carlos’a ve Milano adliye binasına giren silâhlı bir saldırganın, biri hâkim, biri avukat, biri de sanık olmak üzere toplam üç kişiyi öldürdüğünü söylüyor. Carlos, şaşırıyor ve Sandro’yu iki gün önce aradığını ama böyle bir meselenin gündeme gelmediğini belirtiyor. Av. Yılmaz, saldırının da tam iki gün önce -9 Nisan 2015- gerçekleştiğini ifâde ediyor. Carlos, televizyondaki bellibaşlı tüm haber kanallarını seyretmesine rağmen böyle bir haberle karşılaşmadığını, ne olup bittiğini öğrenmek için Sandro’yu birazdan yeniden arayacağını söylüyor; saldırının “siyasî” nitelikli olmadığını da Av. Yılmaz’dan öğrendikten sonra, “hâkimler ve avukatlar” ile ilgili olarak aşağıdaki tesbitleri yapıyor.)
Neyse… Bir hâkimi öldürmek, o kadar da kötü bir şey değildir aslında. Bazı avukatlar da bir mermiyi hakediyor aynı şekilde (Carlos ve Av. Yılmaz gülüyor.)
Avukatları iyi tanırsınız; polisle çalışır çoğu. Diğer bazılarıysa polisle çalışmaz belki ama hâkimin tarafını tutup, kendi müvekkillerine karşı tavır alırlar.
Burada problem şu ki, eğer avukatları öldürmeye başlarsınız, bir mühimmat fabrikası kurmak zorunda kalırsınız. O kadar çok piç var ki aralarında! (Carlos ve Av. Yılmaz gülüyor.)
Babamın söylediği birşeyi hatırlıyorum şimdi. Eğer mahkemede kötü avukatlar varsa yanında yahud buna benzer bir ortamda, o harika hitabetiyle şöyle başlardı konuşmaya:
- “Fahişelik mesleği avukatlık mesleğine göre çok daha şereflidir. Fahişeler en azından namuslu kadınlar imişcesine davranmazlar!” (Carlos gülüyor.)
Elbette avukatların çoğu öyle kötü insanlar değil, tam tersi; ama kötü avukatlarla aynı ortamda bulunduğunda, böyle sert konuşurdu babam.
Her neyse; bana soracağınız bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Tam olarak ne hakkında konuşayım bilmiyorum ama Panama’da olan bitenler hakkında konuşabiliriz belki.
(Carlos, 11 Nisan 2015 tarihinde Panama’da yedincisi düzenlenen ve Amerika kıtasındaki irili ufaklı 35 ülkenin devlet başkanı seviyesinde temsil edildiği “Amerika Devletleri Zirvesi” hakkında konuşmaya başlıyor…
Panama Devlet Başkanı Juan Carlos Varela’nın bir yandan halk önünde çok güzel bir pozisyon almış görünürken, diğer yandan Panama hükümetinin ABD’nin tâyin ettiği çizgiden çıkmadığını vurgulayan Carlos, onların ajan olduğunu söylemediğini, belki öyle de olabileceklerini, sonuçta rejimin iç bünyesinde neler olduğunu bilmediğini, ancak her ne olursa olsun, gördüğü kadarıyla, Panama’nın aldığı her pozisyonun düşmanı destekleyip koruyan “ajan” bir nitelik belirttiğini ifâde ediyor. Bu pozisyon çerçevesinde, Amerika kıtasının kalanındaki tüm ülkelere karşı Panama’nın bir üs olarak kullanılmasına izin verdiklerini ekliyor…
Panama Kanalı’nın ABD’yle 1989’da imzalanan anlaşma sonrasında tekrar Panama’ya iade edildiğini ve Panama’daki ABD üslerinin sözkonusu anlaşma dolayısıyla ülkeden kaldırıldığını söyleyen Carlos, tüm bunların o dönemde ajan bir hükümet olan güya bağımsız Panama Cumhuriyeti’yle ABD arasında varılan bir mutabakat sonucunda gerçekleştiğini belirtiyor…
Panama Cumhuriyeti’nin, tarihî olarak aslında Kolombiya toprağı olduğunu ve Kolombiya’dan alınan topraklar üzerinde böyle bir ülke kurulduğunu, şimdiyse bu topraklar üzerinde artık bir “kimlik” geliştirilmiş olduğunu söylüyor…
2011 yılında kendisi La Santé cezaevindeyken, ABD’nin 20 Aralık 1989’da başlattığı Panama işgalinin peşinden 1990’da ele geçirdiği Panama eski devlet başkanı General Manuel Noriega ile –yıllar sonra ABD’den Fransa’ya sınırdışı edildikten sonra- aynı cezaevinde kaldıkları bilgisini veriyor Carlos…
Sözkonusu Panama işgali sırasında, ABD’nin Panama’yı bombaladığını, 3000’den fazla insanı katlettiğini, daha önce hiç kullanılmamış ve insanları diri diri yakıcı özellikte özel silâhlar kullandığını söylüyor…
Bu saldırı sonunda, Panama devlet başkanı Noriega’nın Vatikan büyükelçiliğine sığındığını; ne var ki, ilticâ hakkı olmasına rağmen Roma’daki hain papanın onu dışarı attırdığını ve böylece Amerikalıların eline geçen Noriega’nın uzun yıllar ABD cezaevlerinde kaldıktan sonra –Panama’ya geri gönderilmek yerine- Fransa’ya sınırdışı edildiğini belirtiyor…
Panama’nın, Noriega’nın ülkesine döndüğünde halk tarafından bir kahraman olarak caddelerde karşılanmasından korktuğunu; bu yüzden, Fransa’da ayarlanan alelâde bir hâkimin talebi üzerine ve Fransa’da “kara parayla ev aldığı” gerekçesiyle, ABD’den Fransa’ya gönderilip hapsedildiğini söylüyor…
Fransa’da birçok seviyede savcı-hâkim olduğunu, meşhur antiterör savcı-hâkimleri de dahil olmak üzere, bilinen bilinmeyen birçok Fransız savcı veya hâkimin CIA’nın yahud diğer ABD istihbarat servislerinin hizmetinde çalıştığını ifâde ediyor…
Noriega’nın La Santé cezaevinde yaklaşık üç ay kaldığını ve bu süreçte hemen her gün kendisiyle konuştuğunu söyleyen Carlos, Noriega’nın şu ânda –Panama’da- kendisi için özel olarak yaptırılmış villa tipi bir cezaevinde kaldığını zannettiğini ve artık serbest bırakılması gerektiğini, ama Obama’nın Panama’ya gittiği bugünlerde kimsenin bu konuyu açmadığını, bunun da iyi bir şey olmadığını söylüyor…
ABD devlet başkanı Obama’nın Panama’ya gelirken bir açıklama yaptığını ve Venezüella’nın ABD’ye tehdit teşkil etmediğini söylediğini, ancak Venezüella’nın ABD dış politikası ve güvenliğine tehdit teşkil ettiğine dair bir belgeyi zaten imzalamış olduğunu, birkaç hafta önce imzalanmış bu belgenin hâlâ geçerli olduğunu, bu bakımdan tuhaf bir oyunun oynanmakta olduğunu belirtiyor…
Obama’nın, Venezüella’nın ABD’ye veya bir başkasına tehdit teşkil ettiğini düşünecek kadar aptal olduğunu zannetmediğini söyleyen Carlos, birçok yanlış iş yapan Venezüella hükümeti’nin –başkasına değil- asıl kendi içine karşı bir tehlike teşkil ettiğini belirtip acı acı gülüyor...
İmzasının aksine böyle bir açıklama yaptığına göre, Venezüella’nın tehdit gösterilmesinin, Obama’nın kendi kararı olmaktan çok, başkaları tarafından kendisinden imzalaması istenmiş bir karar olarak göründüğünü ifâde eden Carlos, insanların unuttuğu bir şey olarak, ABD’de “son söz”ün başkanlarda olmadığını vurguluyor. ABD’de güç pozisyonuna sahib son başkanın, Eisenhower olduğunu; diğerlerinin ise, sadece belirlenmiş bir çizgiyi takib ettiklerini söylüyor. Nükleer denizaltı kaptanı olan ABD başkanının –Jimmy Carter- bile sadece dört yıl görevde kalabildiğini ve daha fazlasını yapmasına izin verilmediğini, çünkü bu başkanın –kendi hatası olmayan İran’la çatışma dışında- dünyanın geri kalanıyla barış yapma düşüncesinde olduğunu ekliyor…
Fakirler ve siyahlar için iyi birtakım şeyler yapan Obama’nın imzaladığı ve Venezüella’yı tehdit olarak gösteren belgenin –Amerikan kanunlarına göre- savaş hazırlığı yapmayı gerektirdiğini vurgulayan Carlos, bu belgenin muhtevasına ters açıklama yapan Obama’nın tavrına bakılırsa, sözkonusu kararın “Küba taraftarı ve Venezüella karşıtı” lobinin işine benzediğini ifâde ediyor…
“Küba taraftarı ve Venezüella karşıtı” bu lobinin, siyasî kitle gücü bakımından ABD’deki en güçlü yabancı lobi olduğuna; zaten geçmişte Küba muhalefetinin başkenti olan Miami’nin, bugün Venezüella muhalefetinin başkenti olduğuna dikkat çekiyor…
ABD’deki Küba muhalefetinin artık ikinci üçüncü neslinin varolduğunu ve ABD’nin her yerinde yaşadıklarını, burjuvaziye mensub olduklarını ve bazılarının da önemli birer meclis üyesi olduğunu belirten Carlos, bunların baskısıyla sözkonusu belgeyi imzalamasına rağmen, Obama’nın kimseye saldırmak istemediğini göstermeye çalıştığını vurguluyor. Ancak buna rağmen, Obama’nın herkese saldırmaya da devam ettiğini, Fransız hükümetlerinin ardına saklanmaya çalışsa da Afrika’ya, benzer biçimde Irak’taki IŞİD mensublarına müdahale ettiğini söylüyor…
Venezüella’ya yönelik resmî ABD düşmanlığının Obama hükümetinin çıkarına olmadığını ve sözkonusu kararın muhtemelen Obama’nın inisiyatifi dışında alındığını düşündüğünü söyleyen Carlos, Obama’nın bir kukla olmadığını, ancak belli bir çizgiyi sürdürmek zorunda olduğunu, aksi takdirde öldürüleceğini, bir “kaza” geçireceğini veya başka herhangi bir şeyin başına geleceğini belirtiyor…
“Komplo teorileri” yapıyormuş durumuna düşmek istemediğini söyleme ihtiyacı duyan Carlos, buna rağmen, ABD’nin çok acayib bir ülke olduğunu vurguluyor. Ardından, ABD’nin dış yüzünde, propagandasında veya ABD’ye dair medyada görülen şeylerle, tüm bunların arkasında cereyan eden hâdiselerin aynı olmadığını ifâde ediyor…
Bu vesileyle, ABD’nin askerî sanayiine temas eden Carlos, ürettikleri silâhları yahud cephâneyi kullanmak için bunların çatışmalara ve savaşlara ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Ancak, insanlar daima sözkonusu silâhların fiyatını düşünüp konuşsa bile, bunların aslında tâlî bir mesele olduğunu; savaş uçaklarınca kullanılan sözkonusu silâhların hazırlanması esnâsında elbette yüz milyonlarca dolar harcandığını, ama gerçek meselenin, 3000 saatlik bir uçuş sonrasında uçaklardaki parçaların değişmesi zorunluluğu olduğunu, bu çerçevede 4000-5000 parçanın her seferinde değiştirilmek zorunda olduğunu, böylece bir-iki sene içerisinde uçakların neredeyse tamamen değiştirildiğini, tüm bunların da milyonlarca dolara mâlolduğunu ve mütemadiyen aynı biçimde devam ettiğini vurguluyor. Diğer yandan, inanılmaz biçimde, Irak’taki gibi binlerce ama binlerce bomba attıklarını, bu bombaların birçok türü için geçerli olmak üzere, tek bir bombanin maliyetinin de 1 milyon dolardan fazla olduğunu ekliyor…
Silah sanayiinin bu şekilde kazandığı bunca paranın nereye gittiğini soran Carlos, bu sanayide çalışan dar bir kesim dışında, sözkonusu paranın Amerikan halkının cebine gitmediğini; tersine, bu masrafların çoğunlukla Amerikan halkının cebinden çıktığını, Amerikalı işçilerin vergilerinden kesildiğini ve Amerikalıların ödediği vergilerin böylesi faydasız saldırganlıklara harcandığını, sonuçta tüm bu paraların emperyalist Amerikan kapitalist sistemini daha da zenginleştirmeye ve elbette güçlendirmeye yaradığını ifâde ediyor; “ne kadar zenginleşirseniz, o kadar güçlü olursunuz, bu bir gerçek!” diyor…
Bu noktada Marks’ın yüz yıl önce söylediği bir sözü tekrarlayarak, “emperyalizm, kapitalizmin nihaî safhası olup, en tehlikeli safha da budur!” diyen Carlos, artık bu safhaya erişildiğini, ABD’nin bundan sonra daha fazla yükselemeyeceğini ve hep aşağıya doğru gideceğini, bunun da daha öncesine kıyasla dünya kontrolünü günden güne daha fazla kaybetmek anlamına geleceğini vurguluyor ve bu inişin örnekleri zımnında, özellikle Asya’nın Pasifik bölgesinde ABD’nin azalan askerî nüfuzu ve kapasitesi karşısında Çin’in artan etkisini, aynı şekilde Hind Okyanusu’nda Sri Lanka ve Kamboçya gibi kendisine dost ülkelerde Çin’in açtığı askerî deniz üslerini zikrediyor…
ABD’nin ekonomik olarak da inişe geçtiğini ve doların Çin gibi ülkelerin başı çektiği birlikler arasındaki alışverişte ortak ticarî para birimi olarak kullanılmamasına yönelik uygulamaların başlatıldığını, böyle giderse bu on yılın sonunda doların ülkeler arası alışverişte ortak para birimi olma niteliğini kaybedeceğini vurguluyor…
Euro’nun, baştan öyle olmasını ümid etmelerine rağmen, dolar kadar güçlü ve sonunda onun yerine geçebilecek bir ortak para birimi olamadığını belirten Carlos, zaten euro hakkındaki tek olumlu ümidinin de geçmişte bu noktada düğümlendiğini söylüyor. Gençliğinde gördüğü ekonomi eğitiminden miras kalmış bir bakış açısıyla, öğrendiklerini zamanında euroya tatbik ettiğini, fakat euronun o performansı gösteremediğini ekliyor…
Kaldı ki, Avrupa para politikasının, Frankfurt’ta üslenmiş -hiçbiri halk tarafından seçilmemiş- bankacılar tarafından kontrolüne ve Avrupa halkının refah durumuna hiç kimseye sormadan o bankacıların karar vermesine karşı olduğunu vurgulayan Carlos, bunun çok tuhaf olduğunu söylüyor…
Avrupa’daki bu merkezî bankacılık sisteminin, aynen kopya edilmiş olmasa bile, ABD’deki “Federal Rezerv” bankasından mülhem olduğunu söyleyen Carlos, doları kontrol eden sözkonusu bankacıların ne ABD Kongresi’ne ne de başka herhangi bir kişi ve kuruma karşı sorumlu olmadıklarını, kararları sadece kendilerinin aldıklarını ve Federal Rezerv Yönetim Kurulu’nun üyelerinin de protestan veya yahudi belli özel bankaların temsilcisi olan bankacılardan oluştuğunu, yalnızca bu kurulun başkanının ABD başkanı tarafından belirlendiğini ifâde ediyor…
Öbür tarafta, -Çin dışında- Rusya’nın da, oluşturduğu bir devletler birliği çerçevesinde kendi aralarında bizzat kararlaştırdıkları başka bir para birimini kullanmaya yönelik adımlar attığını, eski Sovyet Birliği ülkelerinden bazılarının da bu birliğe dahil olmaya başladığını söyleyen Carlos, böyle bir hamlenin sözkonusu eski Sovyet ülkelerini Rusya’nın kontrolü altına sokmayacağını; aksine, onları Avrupa ülkelerinin kontrol ve baskısından, ama en çok da ABD’nin para emperyalizminden kurtaracağını vurguluyor…
Çin ve Rusya’nın bundan birkaç yıl önce hayata geçirdikleri Asya birliğinin, Baltık Denizi’nden Pasifik Okyanusu’na ve Çin Denizi’ne kadar olan ülkeler çerçevesinde ticareti kolaylaştıracağını ve iyi fiyatlarla ticaret yapmalarını sağlayacağını ifâde eden Carlos, bunun muhteşem bir şey olduğunu; şakası olmayıp, dünyanın nüfus ve toprak bakımından yarısına tekabül eden devasa bir hamle olduğunu söylüyor…
Böylesi bir ortamda, ABD emperyalistlerinin günden güne daha da tehlikeli olmaya başladıklarını belirtme ihtiyacı duyan Carlos, bunun da sebebinin, ABD’nin üstünlüğünü kaybetmeye başlaması olduğunu ifâde ediyor. ABD nüfusunun çoğunluğunun -başka ülkeleri sömürme sisteminden kaynaklanan- o sun’i hayat standardının gittikçe düşeceğini; fakirlik ve sefâlet içerisinde yaşayan insanların nüfus içerisindeki payının ise her yıl daha da artacağını belirtiyor…
ABD’de yaşanacak bu ekonomik kötüleşmenin, ülke içinde iç çatışmalar çıkartacağını söyleyen Carlos, Obama’nın seçilmesini de buna bağlıyor ve Obama’nın, bu durumu sükûnete kavuşturması ve ABD’deki ekonomik problemlerin sivriliklerini törpülemesi için oraya getirildiğini vurguluyor. “İnşallah, ABD’nin üstünlüğünün sona erdiğini görecek kadar uzun yaşarım!” diyen Carlos, ABD halkının yahud ABD’yi teşkil eden halkların kendi âid oldukları yerlere geri gideceğini; ABD’de kalacak o çalışkan, işini iyi yapan ve kaliteli mallar üreten Amerikalıların ise, artık dünyanın kalanına silâh ve cephâne değil, bu faydalı şeyleri satacağını ifâde ediyor. “Bekleyip, görelim” diyen Carlos, karamsar olmadığını, ancak o kadar fazla iyimser de olmadığını; bizi uzun dönemli bir mücadelenin beklediğini ekliyor…
Her yerde problemler olduğunu ve Çin’in bile Mao Zedong’un ölümünden bu yana on yıllardır süren dönemde toplumun en üst katmanlarında kangrenleşmiş olan yolsuzluğu tamamen temizleyemediğini vurguluyor ve bunu başarmalarını diliyor…
Bu çerçevede Rusya’ya da temas etme ihtiyacı duyan Carlos, yolsuzluk başta olmak üzere orada da bir çok problem yaşanmakta olduğunu söylüyor ve Rusya halkının zenginliklerinden çalarak bir yıl içerisinde milyarder olan insanlardan bahsediyor. Ancak her şeye rağmen, yürüttüğü politikalar dolayısıyla Rus yönetiminin halk çoğunluğunun desteğini almış bulunduğunu; zaten bu yüzdendir ki, ABD merkezli ve güya bağımsız bir “insanî organizasyon”un yaptığı, “Vladimir Putin dünyanın en zengin adamı!” yollu açıklamalarla, sadece durumun abartılmakla kalmadığını, bunun arkasındaki asıl amaç olarak, halkın zihnine yavaş yavaş bu tür düşüncelerin zerkedilmek istendiğini, dünyadaki insanların Putin’e karşı olması için böylece altyapı sağlanmaya çalışıldığını söylüyor…
Bizzat şâhid olduğu bir durum olarak, Fransa’nın vatansever yâni ister solcu ister sağcı ama yabancıların ajanı olmayan milliyetçi insanlarının bile tamamen Putin taraftarı olduğunu ve Rusya’ya kendisini ziyarete gittiklerini söyleyen Carlos, bu insanların Rus devleti ve hükümetiyle gayet iyi ilişkiler tesis ettiğini, bunun da çok ilginç olduğunu vurguluyor. Bu Fransızların arasında, sağın en ucunda yer alan insanlar kadar, dindarların, ateistlerin, komünistlerin ve diğerlerinin de bulunduğunu ekliyor. Görünüşte çok acayib olan bu duruma dikkat çeken Carlos, Rusya’nın eski tarihî mevkiine kavuşmasını dilediğini ifâde ediyor…
Konuşmasının sonunda tekrar Panama’daki zirveye dönen Carlos, oradan müşahhas bir sonuç çıkmasını ümid ettiğini belirtiyor; hernekadar ABD ve Küba devlet başkanları arasında birtakım konuşmalar cereyan etse de, aynı şekilde Obama “Venezüella bize tehdit değil” diye açıklamalar yapsa da, “sistem”in, ABD’nin saldırgan emperyalist politikalarının aynen devam ettiğini söylüyor. Çünkü ABD’deki yönetici sınıflar için bu saldırgan politikaların bir ölüm-kalım meselesi olduğunu ve sözkonusu politikaların değişmesine karşı bunların direneceklerini söylüyor. Bu çerçevede yürütülen saldırganlık çeşitlerini sıralayan Carlos, “adam kaçırma” çerçevesinde, Sudan’ın güya İslâmcı hükümetinin ihanetiyle kendisinin Fransa’ya kaçırılmasının da arkasında CIA’nın olmasını örnek gösteriyor…
Yemen’le ilgili daha önce yaptığı değerlendirme ve temennilerini de birkaç cümleyle özetleyen Carlos, savaşın süreceğini, bunun bir dünya savaşı, hattâ birçok tarafı ve yüzü olan üçüncü dünya savaşı olduğunu, ancak nihâyetinde tek bir düşman bulunduğunu ve bunun da ABD emperyalistleri, siyonistler ve bunların müttefikleriyle uşakları ve ajanları olduğunu vurguluyor…
Türkiye’de ise, Türkiye halklarının kalb ve zihinlerine yönelik Gülenci sızmayı bertaraf etmeyi başaran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve hükümeti kontrol eden İslâmcı hareketin, gelişmeye devam etmesini ve komşularıyla o gereksiz savaşına son vermesini umduğunu; asıl, NATO’dan çıkarak, yabancı üsleri sökerek, yabancı müdahaleleri etkisizleştirerek tam bağımsızlıklarını elde etmeye bakmaları arzusunu dile getiriyor…
11 Nisan 2015
 
Baran Dergisi 433. Sayı